Radikal, 10.03.2015
En etkileyici kullanımı: “belli bi duruşu var”. En yaygınlarından biri: “demokrat aydın duruşu”. Spiker hitabı: “tabiî sizin bu konuda bir duruşunuz olduğu için...” Filan...
1970'lerde, meşhur 68 Kuşağı'nın yarattığı altkültürü sağlamlaştırdığımız, zenginleştirdiğimiz dönemde, herhalde en sık kullanılan kavram, “tavır”dı. Her konuda “doğru devrimci tavır” aranır, tarif edilir, tartışılır, kapışılırdı. Çoğu zaman ifrata kaçardık. Siyasetin konusu olamayacak mevzularda bile “doğru devrimci tavır” arardık.
İfrat bir yana, böyle bir kavramın hayatımıza yön verir hale gelişinin altında şüphesiz her an her konuda “devrim için” çalışma gereğine inanmamız yatıyordu.
(Bunlar bugünün insanlarına komik dahi görünebilir; ancak sizi temin ederim ki, doğru devrimci tavrı bulmakla uğraştığımız günlerde hayatımız, bugün kavranması pek mümkün olmayacak tarzda, daha anlamlıydı. Neyse...)
Doğru'sunu, devrimci'sini şimdilik kenara koyalım, “tavır” arıyorduk yani. Nasıl davranırsak doğru ve devrimci bir iş yapmış olacaktık? Mesele davranmaktı; tavır almaktı. Her an başka bir mevzuda tavırlar almamız gerekiyordu. Her seferinde doğrusunu tesbit edebilmek, üstüne bir de değişik tavırlar arasında tutarlılık bulunmasını sağlayabilmek kolay değildi. Bu yüzden, “eylem kılavuzu” niteliğinde teorilere ihtiyacımız vardı. Teori, şuna şunu buna bunu demekten ibaret değildi.
“Duruş” kavramıyla ilk ne zaman karşılaştım, hatırlamıyorum. Elbette 1980 sonrasının bir türedisiydi; ama acaba tam ne zaman..?
İnanın, bu kelimeyi daha ilk duyduğumda kötü şeyler hissettim. Bu bir yenilgiye işaret ediyordu, belli; birşeyler kaybetmiş olmalıydık.
Nitekim bu sakil kavram müthiş pişkinlikle “tavır”ın yerine kurulduğunda, hepimizi her türlü tutarlılıktan azade kılan post-modern çağa girmiştik. Teoriler, felsefî bütünlükler gitmiş, yerine kimlikler gelmişti. Kimlik gibi bir tıkızlığa eşlik etmek için, “tavır” şüphesiz uygunsuz, “duruş” pek münasipti. Kimliklerimize bürünüp, duruşlarımızı takınıp öylece durabilirdik artık, kendimize en yakıştırdığımız yerde. Bizi “oluşturacak” olan tavırlara, eylemlere bağımlılığımız bitmişti; eylemimizden bağımsız olarak “duruş”umuzla vardık. Âdetâ bir “konum”duk her birimiz. Yani: her neysek, ne yaparsak yapalım, ne yapmazsak yapmayalım, yine oyduk!?
Tanıl Bora, bence bir klasik sayılması gereken “Sol ve Sinizm” yazısında (Birikim, Sayı 198, Ekim 2005), düzeni reddedişin, muhalifliğin bir tür yakınmacı, kendini sıyırmacı “sinizm”e dönüşmesini birçok boyutuyla ele almış, bu arada “duruş” kavramının bu gelişmeye eşlik edişine değinmişti.
“Kimlik”, demişti, “steril bir kap” gibidir; sinik muhalif, bunu korumak için “kasılır ve ahlâkçılığa savrulur. Dekadanlığa yatkın bir karamsarlık üretir”.
“Sol -veya sola açık- entelijensiyada,” diye yazmıştı sevgili arkadaşım, “toplumsal eleştiriyi ve analizi sanki aslen mesafe koymak, dışında durmak, kendini ayırmak ve kendini arıtmak için kullanmak, yaygın edâ olarak gösteriyor kendini. Eleştiriyi, analizi ‘üçüncü şahıslara’ iletme, bunun ilişkisini kurma, dilini bulma arayışları mahdut. Böyle bir çabayla ilgili şevk pek düşük, daha önemlisi, olabilirlik duygusu sanki yitik. Mağlup bir dildir bu. Biteviye teşhir ederken, hayret hassasını yitirmiştir. (...) Apolitikliğin zıddına, tutarlı bir tavrı, bir angajmanı ifade etmek üzere ‘bir duruşa sahip olmak’tan söz ediliyor ya... Kasıt o olmasa bile, pîrüpak durmayı yücelten bir çağrışım da yok mu bunda?”
Bütün bu ağır mevzuları bir gazetenin gündelik köşesine tıkıştırmaya çalışmak niye?
Çünkü hepimizin hayatı baştan aşağı siyaset oldu. Ve eğer siyasetle uğraşacaksak, bu mevzular çok gerekli. Çünkü bu memleketin muhaliflerinin esas olarak dönüp kendine bakması lazım. Çünkü uzun zamandır muhalefet -hele sol muhalefet- adına yaptığımız şey, politika değil; kimlik göstermek, “duruş” bildirmek. Güncel mi güncel bir meseleden sözediyorum.
Uzun süredir, siyaset, “durduğun” yeni bildirme anlamına geliyor. Oysa siyaset bir yerinden birşeyleri değiştirme eylemidir. Daha büyük hedeflerin doğrultusunda küçük, mevzî değişimler – siyasetin içeriği, işlevi budur.
“Tavır”ın yerini “duruş”un alması, siyaset yapmadan siyaset yapıyor görünmeyi kolaylaştırıyor.
Hükümet ile HDP’nin ortak açıklama yaptığı gün, buna memleket solunun en az yarısından yaygın tepkiler yükseldi. “Bu AKP ile mi barış yapılacak!” Tepkinin özünü böyle özetleyebiliriz sanırım. Böyle diyenlerden birkaçına, “Peki, dönüp savaşa mı devam etsinler?” diye sordum. Üç aşağı beş yukarı aynı cevabı aldım; en simgesel olanı şöyleydi: “Kimseye savaş-savaşma diyemem, sadece şu yapılanın yanlışlığını söyleyebilirim.”
Verili taraflara tâbî olmayıp üçüncü yolu aramak, eğer değişim yaratma gücün, perspektifin yoksa, Tanıl'ın haklı olarak işaret ettiği gibi, kolayca “yeni bir ufka değil, konformizme” götürebiliyor insanı. “Bunu yapma!” dediğin insan dönüp sana “ne yapayım?” diye sorarsa ona verebileceğin bir cevap olmalı.
Şimdi uzun uzadıya konu edemeyiz, ama “tavır”ın yerini “duruş”un aldığı sürecin daha derinde kökleri var: Eğitimli orta sınıfların statüce düşmesine, güvencesizleşmesine yolaçan yeni ekonomik mekanizmalar; dünya çapında “sosyalizmin yenilgisi” olarak algılanan süreç; bu algıdan istifade, hortlayan vahşi kapitalizmin güdümünde, her şeyi önüne katıp sürükleyerek ilerleyen globalleşme...
Bu gelişmeler, yarattıkları yenilgi haleti ruhiyesiyle, olan bitene kınayarak uzaktan bakmayı, değiştirmeye çalışmaktansa yalnız itiraz ve direnmeyi teşvik ediyor, muhalifleri, itirazı olanları aslında apolitikleştiriyor. “Ben buyum, şu nedenle şuna karşıyım!” diye haykırmak, kendi başına, siyaset yapmak değildir; niye karşı olduğunu, yerine ne istediğini, onun nasıl yapılacağını özellikle senin gibi olmayanlara anlatmak ve başkalarını bu sürece katmak üzere harekete geçtiğinde, bu siyaset olur. “Duruş” değil “tavır” olur.
Yıkıcı globalleşmeye tepkinin kolaylıkla ulus-devletçiliğe, milliyetçiliğe dönüşebilmesi, başka türlü ulaşamadığı kitle desteğini buradan devşirebileceğini uman bir kısım solun marjinallikten kurtulayım derken saptığı yolda solculuktan da uzaklaşması, şüphesiz ayrı bir konu.
Öyle veya böyle, bir tür kimlik politikası haline gelmiş solculuk, değiştirici bir rol oynayamıyor. Zira değiştirmek için, elini kirletmek, senden farklı olanların yanına gitmek, onlara uzanmak, seslenmek şart. Gücünün neye ne kadar yettiğini bilip buna göre neyi nasıl değiştirebileceğini aramak şart. İlk adımda şunu şunu yapınca ikinci adımın garantilenmediğini, onun için ayrıca uğraşmak gerekeceğini bilmek şart.
“Doğru tavır” peşindeki bir sol, yanlışı da göze alıp bunlara girişirdi; oysa “duruş” sahibi olmak için, hep zedelenmeden kaldığını varsaydığın bir kimliği elinde tutup sallamak yetiyor.
Halbuki her “duruş”ta o biraz daha zedeleniyor.