Yüz birinci yılını geride bırakmak üzere olduğumuz Ermeni Soykırımı'nın simgesel "başlangıç günü", 24 Nisan. Soykırım projesinin ilk adımında, Ermeni toplumunun "sesi" kesildi. Siyasetçileri, yazarları, aydınları, kalbur üstü meslek sahipleri tutuklandı, daha sonra öldürülmek üzere hapse kondular. İttihat'çıların Abdülhamid'den devraldıkları, Cumhuriyet'in de üstlenip devam ettireceği "arındırma-tekleştirme" projesinin ilk büyük adımı, planlandığı şekliyle uygulanır ve Talat Bey tarafından özel bir telgraf hattından anbean izlenir, denetlenirken (boşaltılan evlerin, sokakların, tarlaların tek tek hesabı tutulurken), hem yurt içinde gürültü çıkarabilecek hem tehcir ve katliamları dünyaya duyurabilecek, dönemin büyük güçlerini mecburen müdahale etmeye yöneltebilecek Ermeniler parmaklıklar ardında, susturulmuştu. Birini öldürüp toprağını malını mülkünü talan edeceksin, önce tıkaçla ağzını kapatıyorsun ki sesi çıkmasın, imdat diyemesin. 24 Nisan budur.
Gece baskınlarında seri tutuklamalar yoluyla bir toplumun sesini kesme geleneği, azıcık şekil değiştirmiş haliyle, 1994'te DEP milletvekillerinin hem de Meclis'ten yaka paça polis arabalarına tıkılarak götürülmesiyle sürdü. Şimdi de HDP'li siyasetçilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması, sonra da tutuklanmaları planıyla ustalık dönemini yaşıyor. Ve soykırım kavramı, hiç olmadığı kadar gündelik bir anlam yüklenerek kullanılabiliyor. 24 Nisan, "Sri Lanka Yöntemi"nin kaçınılmaz öncülü. Yakılıp yıkılan tarihî Sur için alelacele alınan kamulaştırma kararı da Ankara'daki geleneksel yerli-millî koalisyonun bedava çağrışım hizmeti.
Yani devlet, 1915'te olanları anlayabilelim diye sahiden elinden geleni yapıyor. Hâlâ tartışma diyen, belge diyen de ya iflah olmaz kötü niyetli ya iflah olmaz salaktır; iflah olmaz yani.
Sur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
24 Nisan 2016 Pazar
22 Mart 2016 Salı
Sur'un "yasaksız" tarafı
Haber Nöbeti için 6. ekip olarak Diyarbakır'da bulunduğumuz bir haftalık dönem, Sur'daki çatışmaların son günlerine denk geldi. Sur'un "yasaksız" kısmında önce İMC televizyonundan arkadaşlarla dolaştık. Tam biz iki GBT taraması ve bir kimlik karşılaştırma işleminden sonra oraya girmişken operasyonun bittiği ilan edildi. Esnaf erkenden dükkânını kapatıyordu, bazılarıyla azıcık sohbet edebildik, o kadar.
Birkaç gün sonra, Sur deyince, Amed-Diyarbakır deyince akla ilk gelen isimlerden biriyle, yazar Şeyhmus Diken'le, yine "yasaksız" kısımda dolaştık. Kırk kişiyle selamlaşıldı, elli kişiden "hele gelin çay için" daveti alındı. Bunlardan bir kısmının dükkânı, evi -ya da kilisesi; çünkü bunlardan biri Keldanî kilisesinin yönetim kurulu başkanıydı- çatışma bölgesinde bulunuyordu, yerinde durup durmadığı, yıkılıp yıkılmadığı belli değildi. Şeyhmus ile birlikte önce artık oraların en eskisi sayılan saatçi Celal Usta'ya uğradık, kopmak üzere olan saat kayışımı tamir ettirdik. Böylece sırf işleviyle tanımlı, gayet manasız bir gündelik nesnenin ne yazık ki bolca acıya bulanmış bolca hatıra ile yüklenişine sebep olduk.

Sonra tarihi sırtında taşıyan adamlardan biriyle, Ali Haydar Canlı ile tanıştım. Peynirci dükkânındaydık. Ve Ali Haydar Bey Şeyhmus'a gösterdiği eski fotoğraflar eşliğinde, Medine Valisi Cemil Paşa'nın buraya dönerken yanında getirdiği hizmetlilerinden Nakip Bey'den, Cemil Paşazade Nejat Cemil Bey'in belediye başkanlığı döneminden sözediyordu. Kendisi de aynı dönemde encümen üyesiydi. Suça bulaşmış çocukları alıp sinemada yer göstericilik -Ali Haydar Bey "teşrifatçılık" dedi- falan yaptırarak bir şekilde kurtarmaya çalışan belediye başkanının bu yüzden eleştirildiğini hatırlatıp, eleştirenleri ayıplıyordu Ali Haydar Bey. Şeyhmus, "Benim İsyan Sürgünleri kitabımda var o..." derken, sesler söndü. İlk geldiğim Cumartesi günü birkaç saat boyunca dinlediğim tank, top, makineli ve keskin nişancı tüfeği sesleri aldı yerlerini. Şeyhmus ile Ali Haydar Bey'in fotoğraflarını çekmeye koyuldum ki, bildiğimi yapayım, kötülerin âlemine kaymayayım, iyilerinkinde kalabileyim.

Şeyhmus'la Hasanpaşa Hanı'na uğradık. Yeni açılmıştı. Çatışmalar başlamadan önce kahvaltı fiyatları aşağı yukarı Beyoğlu kafeleriyle eşitlenen bu han, artık sıradan Diyarbakırlı'nın her dakika oturup kalktığı bir yer olmaktan çıkmıştı. Şimdi eski süsüne ve lüksüne kavuşmak için çok çabalaması gerekecekti. Son bastırma ve imha harekâtı sırasında polis ve jandarma özel harekâtçıları, âdetâ şehvetle duvarlara yazılar yazdılar. Hasanpaşa Hanı'nın girişine de, "Dur! Kolay olmayacak!" der gibi, bir "Rabia" amblemi yerleştirilmişti. Üstelik hazır şablonla! Bir devletin değil bir partinin yapabileceği iş.

Hasanpaşa Hanı'nda en çok ilgimi çeken köşeler, her dönemde, halı-kilim-yastık üzerine işlenmiş portreler satan dükkânlar olmuştur. Şu anda bu portreler koleksiyonunun ulaştığı boyut gerçekten şaşırtıcı olmanın falan çok ötesinde artık: Şeyh Said ile Celal Talabani'nin arasında Musa Anter, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya, Mahsum Korkmaz ile Mesud Barzani'nin arasında Yılmaz Güney, sonra Kemal Pir, Ahmed Arif ile Hz. Ali birbirlerine bakıyor, Selahattin Demirtaş, Said Nursi'nin yanında. Che Guevara, Bese Hozat ve Ahmet Kaya'nın bulunduğu sırayı şimdilik geçiyorum.

Mahir ile İbo'yu konuk sayarsak, bir tür Kürt tarihi. Acaba? En azından bu haliyle tamam sayılır mı? Çünkü "Hafız Akdemir Sokağı"nı ve başındaki tabelayı eklemeden Kürt tarihi nasıl yazılabilir? Özgür Gündem muhabiri Hafız Akdemir, gazetenin kapısına "Kaleminiz kırılacak, sıra sizde. Hizbul-kontra" diye bir not bırakıldıktan kısa süre sonra o sokakta öldürülmüştü. 27 yaşındaydı.

Sur sokaklarındaki durgunluk, huzurlu bir yavaşlık, sessizlik değildi. Sükûnet gerilim yüklüydü. Öfkenin ağzını burnunu tıkamışsın, bodruma kilitlemişsin gibiydi. Bodrum, Cizre'deki bodrumlar... Sur'da "operasyon bitti" haberi, yürek çarpıntısını almış yerine altına sokmuş, boğmuş, gaipten gelen uğursuz bir büyük sese dönüştürmüştü. İnsanlar bekliyordu. Beklediklerini görmek istiyorlar mıydı? Ne göreceklerini bilmiyorlardı. Yasak kalktığında Sur'un "yasaklı" mahalleleri yerinde duruyor olacak mıydı? Kaç cenaze çıkacaktı oradan? Kaçının parçaları, molozlarla birlikte götürülüp hafriyat alanlarına dökülmüştü? Sorular basitti, can yakıcıydı, maneviyatı tahrip eden cinstendi, bu yüzden herkes içinden soruyordu, sessizlik bu yüzdendi. Öfke, yüzü serinletmeyen, çocukların saçlarını uçuşturmayan, saklı ve hain bir esinti gibi dolanıyordu sokakları. Çocuklar koşturuyor, oynuyor, düşüyor kalkıyorlardı; ama çocukların bunları yaptığı yerlerin onca uzaktan duyulan mâlûm sesleri duyulmuyordu.

Gecesine Amed'den ayrılacağım Pazar günü sabahı, Sur'da bazı yasaklı sokaklar açıldı. Haber Nöbeti ekibinde birlikte çalıştığım Reyan Tuvi ile soluğu orada aldık. O günden de anlatacaklarım ve bazı fotoğraflar var. Bunu ayrı bir yazıda yapacağım. Bu Sur gezisine ait fotoğrafları büyük görmek isterseniz, buraya tıklayabilirsiniz, her fotoğrafa da tıklayıp birlikte yeraldıkları albüm sayfasına ulaşabilirsiniz (keşke öyle yapsanız, çünkü bu boyutta pek çok ayrıntı kaybolup gidiyor).
Birkaç gün sonra, Sur deyince, Amed-Diyarbakır deyince akla ilk gelen isimlerden biriyle, yazar Şeyhmus Diken'le, yine "yasaksız" kısımda dolaştık. Kırk kişiyle selamlaşıldı, elli kişiden "hele gelin çay için" daveti alındı. Bunlardan bir kısmının dükkânı, evi -ya da kilisesi; çünkü bunlardan biri Keldanî kilisesinin yönetim kurulu başkanıydı- çatışma bölgesinde bulunuyordu, yerinde durup durmadığı, yıkılıp yıkılmadığı belli değildi. Şeyhmus ile birlikte önce artık oraların en eskisi sayılan saatçi Celal Usta'ya uğradık, kopmak üzere olan saat kayışımı tamir ettirdik. Böylece sırf işleviyle tanımlı, gayet manasız bir gündelik nesnenin ne yazık ki bolca acıya bulanmış bolca hatıra ile yüklenişine sebep olduk.

Sonra tarihi sırtında taşıyan adamlardan biriyle, Ali Haydar Canlı ile tanıştım. Peynirci dükkânındaydık. Ve Ali Haydar Bey Şeyhmus'a gösterdiği eski fotoğraflar eşliğinde, Medine Valisi Cemil Paşa'nın buraya dönerken yanında getirdiği hizmetlilerinden Nakip Bey'den, Cemil Paşazade Nejat Cemil Bey'in belediye başkanlığı döneminden sözediyordu. Kendisi de aynı dönemde encümen üyesiydi. Suça bulaşmış çocukları alıp sinemada yer göstericilik -Ali Haydar Bey "teşrifatçılık" dedi- falan yaptırarak bir şekilde kurtarmaya çalışan belediye başkanının bu yüzden eleştirildiğini hatırlatıp, eleştirenleri ayıplıyordu Ali Haydar Bey. Şeyhmus, "Benim İsyan Sürgünleri kitabımda var o..." derken, sesler söndü. İlk geldiğim Cumartesi günü birkaç saat boyunca dinlediğim tank, top, makineli ve keskin nişancı tüfeği sesleri aldı yerlerini. Şeyhmus ile Ali Haydar Bey'in fotoğraflarını çekmeye koyuldum ki, bildiğimi yapayım, kötülerin âlemine kaymayayım, iyilerinkinde kalabileyim.

Şeyhmus'la Hasanpaşa Hanı'na uğradık. Yeni açılmıştı. Çatışmalar başlamadan önce kahvaltı fiyatları aşağı yukarı Beyoğlu kafeleriyle eşitlenen bu han, artık sıradan Diyarbakırlı'nın her dakika oturup kalktığı bir yer olmaktan çıkmıştı. Şimdi eski süsüne ve lüksüne kavuşmak için çok çabalaması gerekecekti. Son bastırma ve imha harekâtı sırasında polis ve jandarma özel harekâtçıları, âdetâ şehvetle duvarlara yazılar yazdılar. Hasanpaşa Hanı'nın girişine de, "Dur! Kolay olmayacak!" der gibi, bir "Rabia" amblemi yerleştirilmişti. Üstelik hazır şablonla! Bir devletin değil bir partinin yapabileceği iş.

Hasanpaşa Hanı'nda en çok ilgimi çeken köşeler, her dönemde, halı-kilim-yastık üzerine işlenmiş portreler satan dükkânlar olmuştur. Şu anda bu portreler koleksiyonunun ulaştığı boyut gerçekten şaşırtıcı olmanın falan çok ötesinde artık: Şeyh Said ile Celal Talabani'nin arasında Musa Anter, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya, Mahsum Korkmaz ile Mesud Barzani'nin arasında Yılmaz Güney, sonra Kemal Pir, Ahmed Arif ile Hz. Ali birbirlerine bakıyor, Selahattin Demirtaş, Said Nursi'nin yanında. Che Guevara, Bese Hozat ve Ahmet Kaya'nın bulunduğu sırayı şimdilik geçiyorum.

Mahir ile İbo'yu konuk sayarsak, bir tür Kürt tarihi. Acaba? En azından bu haliyle tamam sayılır mı? Çünkü "Hafız Akdemir Sokağı"nı ve başındaki tabelayı eklemeden Kürt tarihi nasıl yazılabilir? Özgür Gündem muhabiri Hafız Akdemir, gazetenin kapısına "Kaleminiz kırılacak, sıra sizde. Hizbul-kontra" diye bir not bırakıldıktan kısa süre sonra o sokakta öldürülmüştü. 27 yaşındaydı.

Sur sokaklarındaki durgunluk, huzurlu bir yavaşlık, sessizlik değildi. Sükûnet gerilim yüklüydü. Öfkenin ağzını burnunu tıkamışsın, bodruma kilitlemişsin gibiydi. Bodrum, Cizre'deki bodrumlar... Sur'da "operasyon bitti" haberi, yürek çarpıntısını almış yerine altına sokmuş, boğmuş, gaipten gelen uğursuz bir büyük sese dönüştürmüştü. İnsanlar bekliyordu. Beklediklerini görmek istiyorlar mıydı? Ne göreceklerini bilmiyorlardı. Yasak kalktığında Sur'un "yasaklı" mahalleleri yerinde duruyor olacak mıydı? Kaç cenaze çıkacaktı oradan? Kaçının parçaları, molozlarla birlikte götürülüp hafriyat alanlarına dökülmüştü? Sorular basitti, can yakıcıydı, maneviyatı tahrip eden cinstendi, bu yüzden herkes içinden soruyordu, sessizlik bu yüzdendi. Öfke, yüzü serinletmeyen, çocukların saçlarını uçuşturmayan, saklı ve hain bir esinti gibi dolanıyordu sokakları. Çocuklar koşturuyor, oynuyor, düşüyor kalkıyorlardı; ama çocukların bunları yaptığı yerlerin onca uzaktan duyulan mâlûm sesleri duyulmuyordu.

Gecesine Amed'den ayrılacağım Pazar günü sabahı, Sur'da bazı yasaklı sokaklar açıldı. Haber Nöbeti ekibinde birlikte çalıştığım Reyan Tuvi ile soluğu orada aldık. O günden de anlatacaklarım ve bazı fotoğraflar var. Bunu ayrı bir yazıda yapacağım. Bu Sur gezisine ait fotoğrafları büyük görmek isterseniz, buraya tıklayabilirsiniz, her fotoğrafa da tıklayıp birlikte yeraldıkları albüm sayfasına ulaşabilirsiniz (keşke öyle yapsanız, çünkü bu boyutta pek çok ayrıntı kaybolup gidiyor).
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)