17 Aralık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
17 Aralık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2015 Çarşamba

Cehennem varolsun, başka şey istemiyorum

Soru basit, cevap ihtimalleri çok çeşitli: Bu, neyin fotoğrafıdır?

Şöyle bir resimaltı konabilirdi buna: "Koca bir toplumun yüzüne tükürülürken..." Veya "Hepimize -haydi nah demeyeyim- nanik yapılırken" de olabilir.

Hayır, İslâmcı muhteremler, yanlış anlamayın, kimse sizden tavır, tepki vs. beklemiyor. Sakın kendinizi faşizan baskılar altında hissetmeyin. Ali İsmail'in katillerine sarılabilirsiniz rahat rahat.

Zaten artık kimsenin size bir şey yapması gerekmiyor. Yapacağınızı yaptınız kendinize. Silemeyeceksiniz, unutturamayacaksınız, düzeltemeyeceksiniz.

Tekmelerle hatırlanacaksınız. Bin dört yüz sene önceki o kısacık Asr-ı Saadet'e dair hikâyenizin yaratabileceği, artık sadece acı bir tebessümdür. İç kaldıran kafa kesme görüntülerinin yüreklerinizi pırpır ettirişini unutalım haydi bir anlığına. Buradaki şu hazin fotoğrafla yaşayacak ve yaşatılacaksınız.

Oylamadan başka sonuç bekliyordum da hayal kırıklığına uğradım, o yüzden bunları yazıyorum sanmıyorsunuzdur herhalde. Umarım... Yüce Türk adaletinin Ali İsmail'in cansız bedenine indirdiği son tekme de beklenmedik bir şey değildi. Hayal kırıklığını, öldürülen çocukların, gözü çıkarılan gençlerin yüzüne bakarak, tâ içimde yaşadım, atlattım. Tedavi oldum. IŞİD'den bu yana, artık sizden bir şey beklememeyi öğrendim. Kalan son saflık kırıntılarımı da Paris katliamının rüzgârı süpürdü götürdü. Hiçbir şey beklemiyorum. Aman ha! Size bişey olmasın...

Çok şey öğrendim sayenizde. Babaannemin tertemiz, adaletçi Müslümanlığından sözettiğimde kızdınız: "Din eve hapsolsun, babaanneninki gibi kalsın, di mi!" dediniz. Hapsolmasın. Dindar olmayan herkesi önüne katıp kovalasın. Kırbaçlasın. Kafa da kesebilir. Sokakta döve döve insan da öldürebilir. Konunun sizinle alâkası yok, kaygılanmayın. Zaten sizinkiler kafa kesmedi ki! Vurdu, döverek öldürdü, yaktı, göz çıkardı. "Yarın bu meydanda cesetlerinizi sayamazsınız!" diye haykırdı. Çoluk çocuğun eline sopa tutuşturup üstümüze saldı. Palayla kadına saldırdı. "Emri ben verdim" diye övündü.

Bir de çaldı. Odalara sığmayacak kadar parayı evlerine istifledi. Eşi görülmemiş bir soygun çarkı dönsün diye, şehirleri mahvetti, ırmakları kuruttu, memlekette ne güzellik varsa bozmaya ahdetti. Kazandı. Ahlâkı gökyüzüne uzanan cam-çelik yığınlarının altında kaldıkça, Süleymaniye'nin önünde arkasında rant tapınakları yükseldikçe kazandı da kazandı. İhale çarkları, olağan hortum mekanizmaları yetmedi, altın kaçakçılığı, saatler, tepsilerde neme lazım rüşvetleri ("proaktif rüşvet"), saklayacak yer bulunamayan parayla mecburen alınan villalar, "kucağımıza oturacak"lar hediye edildi ortamımıza. Süflîydik, hepten sakil olduk.

Bunları dindarlar yaptı. Evet, o kadar basit: bütün bu gaddarlıklar ve düzenbazlıklar dindarların işi. Rüşvet paraları dualarla sayıldı, rüşvetçilere dualarla sahip çıkıldı. Bilumum kirli işlere besmele çekilerek başlandı, inşallahlarla her şey ama her şey eğilip büküldü, memleketin her yeri açgözlü şebekeler kurulup paylaşıldı, sonra namaza gidildi. Ali İsmail'in katilleriyle saf tutmaktan gocunacak kaç kişi çıkar? Hırsızlığı aklayanlarla, Meclis'i, millî iradeyi lağıma sokup çıkaranlarla selamı sabahı kesecek ümmet mensubu kaç kişidir? (Gözünde dolar işaretleri, yüreğinde tahakküm hırsıyla mükâfatlı alçaklık seferine çıkmamış, zalime biat etmemiş Müslümanların sanırım çoğunu tanıyorum, isim isim saysam kaç eksik kalır acaba? Temiz saydıklarımın çoğu da listeden çıktıklarına göre, bu şimdi daha kolay.)

11 Haziran 2014 Çarşamba

1. yılında "Kabataş meselesi"

Kabataş'taki muhayyel saldırı meselesiyle ilgili yazıların linkleri toplu halde. Ne olduğunu ne olmadığını, daha doğrusu ne olmadığını fakat buna rağmen kimlerin ne hallere girdiğini açıklıkla ortaya koyabildiğimi sanıyorum. Büyük sahtekârlık ve riyakârlık hadisesi. Bu blog'taki Kabataş yazılarını okuyanlar için yeni bir şey yok. "Elim hadise"nin birinci yılı münasebetiyle, linkler birarada.

Kabataş meselesi - Yangında ilk okunacak
Kabataş meselesi/2 - Sis, pus, hamaset arasından
Kabataş meselesi/3 - Serbest uçuş halleri
Kabataş meselesi/4 - Hilal Kaplan herkesi suçluyor

6 Haziran 2014 Cuma

TÜBİTAK raporu - Bir hezimet daha

Önce hatırlatayım. Ses kayıtlarının "patladığı" günlerde yazdığım, gayet ayrıntılı yazılar şurada: Ses kayıtları ("tapeler") üzerine yazılar. Sonra da meseleyi güncelleme faslına geçelim.

6 Haziran 2014 Cuma günü, başbakan ile oğlu arasında geçen telefon görüşmesi kayıtları hakkında TÜBİTAK'ın rapor hazırlamış olduğu ortaya çıktı. Şu ana kadar raporun tamamına ulaşamadım. Radikal'in bir haberinden şunları öğrenebildim:

• TÜBİTAK, ses kaydını Youtube'dan indirmiş ve "yaygın olarak bulunabilen yazılımlarla" incelemiş. Yani, benim veya bu meseleyle uğraşan başkalarının yapabildiğinden fazlası değil. Bu konuda kayıtlar ilk çıktığı zaman yazdıklarımı okursanız, Youtube'dan indirilmiş, sıkıştırılmış bir dosya ile bu incelemenin niye çok sağlıklı yapılamayacağını anlayacaksınız.

• TÜBİTAK raporunda şu ifade yeralıyor: "Yapılan spektrum incelemesi sırasında tespit edilen, kaydın içinde gözlemlenen çok sayıda 'çıkıntı' bu kaydın çok sayıda farklı kayıttan yararlanılarak oluşturulmuş bir montaj olduğunu ortaya koymaktadır."

"Çıkıntı"dan kasıtlarının ne olduğunu, ses programı kullanmayı bilmeyen kimse doğal olarak anlayamaz. Düzenlilik göstermesi gereken bir dalga şeklinin bazı yerlerde anî kesintilere uğraması, yumuşak bir geçişle şekil değiştirmesi gerekirken şeklinin birden değişmesi falan demek.

Ses kayıtları ("tapeler") üzerine yazılar

17 Aralık operasyonundan sonra ortaya dökülen ses kayıtlarının "montaj" olduğunu ispatlamak için iktidarın propaganda makinesi yoğun çabalar gösterdi. Ben de kendimce, kayıtların sahte olup olamayacağını, montajsa, bunun içeriği değiştirip değiştirmediğini araştırdım. Özellikle iktidar medyasının kayıtların bir şekilde sahteliğini kanıtlamak için yaptıkları, yapmadıkları, kısa süre içinde, kayıtların doğruluğuna dair en güçlü kanıtlar haline gelmeye başladı. Teknik analizler, olgulara dayalı akıl yürütmeler içeren birkaç yazıyla, ses kayıtları konusunda kesin bir kanıya vardım ve bunları yayımladım. Üstünden zaman geçtikten sonra konuyla ilgilenenlerin yazıları toplu halde bulması daha yararlı olur diye linkleri buraya -tarih sırasıyla- topladım; işte:

Sahici mi sahte mi - Uzun bir gece
En gelişmiş stüdyo - Bu nasıl haber?
Çürütecek ayrıntı bizzat çürük
Ses kayıtları raporu - Bizi aptal yerine koymayın
Amerikalı uzmanlar maalesef fos çıktı
Kayıtların ABD macerası - Rezilliğin ileri aşaması
Star'dan yeni rapor - Yalan alışkanlık yapıyor

Bu yazıları okursanız, kayıtların sahiciliği-sahteliğiyle ilgili tartışılacak hemen hiçbir unsurun bulunmadığını göreceksiniz. Bir tek noktayı burada tekrar vurgulayayım: Telefon kayıtlarının sahteliği, çok kolayca kanıtlanabilir. Bunun için, o saatte öyle bir görüşmenin yapılmadığını belirlemek, görüştüğü ileri sürülenlerin yerini, o sırada ne yaptığını saptamak yeterli. Yani uzun teknik analizlere gerek yok.

20 Nisan 2014 Pazar

Korku filmi böyle korkunç değildir

Ne demeli? Gazeteci sıfatıyla A Haber televizyonunda "Yaz Boz" adlı programı yürüten iki kişi, Ergün Diler ile Bekir Hazar, 17 Aralık yolsuzluk operasyonunun bir numaralı ismi Rıza Zarrab'ı karşılarına alıp bize bir dehşet gecesi yaşattılar. Şu anda gazetecilik yapan veya hayatının bir döneminde bu mesleği yapmaya çalışmış herkesi ya oturduğu yere çakan, yerinden kalkamaz hale getiren ya da ayağa fırlatıp sinir krizleri geçirmesine yolaçan program, her şeyden önce derin ve yaygın bir utanç duygusu yarattı. Meslek adına değil sadece. Toplumumuz adına, genel ahlâkî standartlarımız adına. Belki de kısaca "insanlık adına" deyip geçmek lazım.

Başbakanın, sözünden çıkmayacak gazetecileri karşısına alıp gerçekleştirdiği, başlıbaşına bir tür haline getirdiği "çanak röportaj"ın varabileceği sınırı görmek hakikaten yıkıcı oldu. Daha doğrusu, bu işin herhangi bir sınırının varolmadığını gördük. Programı ele alıp didiklemenin bir manası yok, çünkü karşımızdaki, şu ya da bu sebeple hataya düşülmüş, eksikli kalmış vs. bir gazetecilik hadisesi değil. Belli ki, daha büyük bir operasyonun ilk büyük adımı bu. Yolsuzluk meselesi sıfırlanmak isteniyor. Yani tek tek problemleri çözmek değil, dersi bütünüyle kaldırmak gibi bir şey; izah edeceğim.

27 Mart 2014 Perşembe

27 Mart, 22:20 - kayıt düşelim

Şu ana kadar olanları kabaca özetlemeye çalışayım:
1. Dışişleri Bakanı, müsteşarı, MİT Müsteşarı ve Genelkurmay 2. Başkanı'nın katıldığı bir toplantının ses kaydı yayımlandı.
2. Toplantıda konuşulanlar, Suriye'deki içsavaşa dair TC'nin muhtemel örtülü operasyonları ile ilişkiliydi.
3. Toplantı içeriği, savaş çıkartabilecek, uluslararası sorun yaratabilecek nitelikteydi.

25 Mart 2014 Salı

Mustafa eziliyor, susturun bunları!

Ekşisözlük'te "kıymalı makarna" başlığı altında girilen dört "entry":
1. Şu hayatta en nefret ettiğim yemek. Makarna denen muhteşem yiyeceğin boka çevrilmiş hali.
2. Şu hayatta en çok sevdiğim yemek. Makarna denen yavan yiyeceğin lezzete çevrilmiş hali.
3. Hastayken zorla yaptırdığım yemektir. Çocuk aklı işte. Halbuki yaptır şöyle güzelinden orman kebabı...
4. Ne yapsak da kıymayı ziyan etsek düşüncesinin ürünüdür.

"Kupon arsa"nın kime satılacağından hangi kanalda hangi altyazının geçeceğine, hangi savcının hangi işe bakacağından villanın fayansına her şeyi kontrol etmek isteyen dediğim dedikçi bir yönetici için anca kâbus yerine geçebilecek bir manzara. Üstelik internet şehrinin istisnasız herkese açık bir meydanında değil. Üstelik "Türk Millî Eğitimi"ne rağmen! Hayrettin Karaman'dan fetva alınabilecek bir mevzuya da benzemiyor. "Twitter belası"nın tezahürleri işte.

24 Mart 2014 Pazartesi

Polis MİT'çiyi eylemde yakalamış - sorun mu...

Bugün TV, İstanbul Emniyeti'nin eski istihbarat şube müdürü Ali Fuat Yılmazer'i iki defa ekrana çıkardı. Yaygaradan kaçınan, sakin sunucu Tarık Toros, Yılmazer'in heyecan ve hiddetini yatıştırmaya çalıştı. Zira Yılmazer, herhangi bir şekilde yaptıklarının hesabını vermek durumunda kalan tipik bir Türk devleti elemanı olarak, sıradan halkın önüne, yani bizim karşımıza çıkmak mecburiyetinden ötürü belli ki sıkıntıya girmişti. Kimi zaman inandırıcı olabildi, kimi zaman kalkan kaşlarımızı indirmeyi başaramadı. Her hâlükârda, TC devletinin içinde bulunduğu durumun nasıl kabul edilemez, nasıl sürdürülemez olduğunu, nasıl bir rezalete maruz yaşadığımızı biraz daha anladık.

15 Mart 2014 Cumartesi

Bizim geçmişimize bir şey olmaz,
sizin geleceğinize oldu bile

Eline silah verilmiş üniformalı genç adamların gaddarca davranışları hepimizi irkiltiyor. Polis bize nasıl bu kadar düşman kesilebiliyor? Akıl erdirmek kolay olmadığından, eliyor, dokuyor, kazıyor, kurcalıyor, galiba sonunda basit hakikatin üstünü örtüyoruz. Çünkü devletin bir elemanı, ahbabıyla dertleşirken, siyaseti, sosyolojiyi, psikolojiyi ufacık bir kaba döküyor, tek yudumda yutulabilecek bir hap imal ediveriyor. Yutması pek kolay, sindirmesi çok zor.

Şu: Amir, müdür, bakan, her kimse, polise, "Gidin, onların geçmişini s..in," diyor, "kulaklarından tutun, atın oradan!" Polis de geliyor, geçmişimizi değil ama bugünümüzü ve bazılarımızın geleceğini beceriyor. Kör ediyor, sakat bırakıyor, öldürüyor. Bakan, gösteri yapan vatandaşlardan "şerefsizler" diye sözediyor özel sohbetinde, "ibneler" diyor. Muammer Güler, Hrant Dink MİT görevlileri tarafından Valilik'e çağırılıp tehdit edildiğinde, öldürüldüğünde, cinayet saatinde olay yerini gösteren kamera kayıtları İstanbul polisince yok edildiğinde vs. İstanbul Valisi'ydi. AKP onu yükselte yükselte nereye koyacağını bilemedi. Kamu Güvenliği Müsteşarı yaptı. Milletvekili yaptı. Bakan yaptı. En yükselmiş hali, işte bu gördüğümüzdür.

6 Mart 2014 Perşembe

Hava kirleniyor, herkes zehirlenir

"Yolsuzluk iddialarının karşılıksız kalması, adaletsizliğin pekişmesi, toplumun olup bitene duyarsızlığı, devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan yaklaşımlar, kanaat önderlerinin değerleri değil kişileri savunması, hatta sözü dinlenir bir kanaat önderinin bile kalmaması," diye yazdı Levent Gültekin 5 Mart'ta İnternetHaber sitesinde, "Tüm bunlar bir neslin umudunu kırdı. Bir kuşağı daha heba etti." Ötesi de var elbette. Bir toplumda adalet duygusunu ayakta tutmada, herkese sık sık vicdanını hatırlatmada dindarların büyük rolü vardır; yani olmalıdır. Bu topraklarda bu işi kim yapacak? Ahlâk dendiğinde biz, erkeklerin uçkuruna hakim olmasını, kızların hava kararmadan eve girmesini anlıyoruz. Halbuki ahlâk iki kişinin bile birarada yaşayabilmesi için önkoşul. Zaten pek zayıftı, hepten kaybediyoruz.

3 Mart 2014 Pazartesi

Kötülere bişey olmaz...

Hırsız eve giriyor, cinayete şahit oluyor, çıkıp gördüğünü herkese anlatıyor, başka evlere de girmesini, oralarda gördüklerini de anlatmasını istiyoruz, oysa bizim evi soyduğunda ona nasıl kin beslemiştik... Birileri gülüp eğleniyor, başkaları, "canım, o hırsız!" diyor, maktul içeride yatıyor. Ahlâk düşüklüğü havaya karışırsa, gaz maskesi, deniz gözlüğü veya talcid'li su püskürtmek kimseyi koruyamaz. Yalanın hükümranlığında hakikat bitkisel hayat sürer ancak. Hayatını başkalarını tahakküm altına alma tasavvuruyla kuranların ahlâk düşüklüğünden rahatsız olduğu, hiç görülmemiştir. Ahlâksızlık, adalet duygusunun soluk alacağı havayı, eşitlik, özgürlük taleplerinin toprağını yok eder.

23 Şubat 2014 Pazar

Vicdan nedir, izan nedir bilmez, böyle bir derdi yok

19 Aralık 2009 günü, Özürlüler Vakfı üyesi engelli vatandaşlar, engelli asansörünün bozuk olduğu Mecidiyeköy metrobüs durağına gelmiş, tekerlekli sandalyeleriyle eylem yapmışlardı. Amaçları, yaşama imkânlarının nasıl kısıtlandığını gösterebilmekti. Ancak vicdan engelli ahali, her ne halta yetişiyorlarsa gecikmelerine yolaçan merdiven başı izdihamından ötürü engellileri suçlamış, "Niye sokağa çıkıyorsunuz?" diye bağıranlar bile olmuştu. İzdihamdan ötürü ezilme tehlikesi yaşayan engelliler yardım isteyince oradaki polisler de, "Kendiniz eylem yaptınız, bize ne!" deyip sırtlarını dönmüşlerdi.

Bekar, çocuksuz bir insana, "Aile nedir, çoluk çocuk nedir bilmez, onun böyle bir derdi yok," demek, üstelik sonuna da "Çocuk nedir biz biliriz"i eklemek için nasıl bir insan olmak gerekir? Ya bunu diyenin, omuz silkmesinden göz kırpmasına her hareketini savunmak için çırpınmak?

7 Şubat 2014 Cuma

Şu günah çıkarma işini halledin; gerekecek

Okur-yazar olmaksızın yazar-çizer olabilmiş güruha göre, "Dünya", "Batı", "Avrupa", "dış mihraklar", 'uluslararası odaklar", "yurtdışı" gibi kavramlar gayet somut, ne kastettikleri belirli, her şeyi açıklamaya elverişli araçlardır. Özellikle "Türkiye'ye karşı" komplolar, entrikalar, özne konumuna bu kavramlardan biri oturtuldu mu, derhal piyasaya sürülebilir hale gelir. Bunlar bazen "faiz lobisi" cinsinden çeşitlemelere tâbi tutulursa da, işin özü kabaca "dış güçler" gibi bir şeydir işte.

Son kapışmada bu sağlam müessesemiz bile hafifçe sarsıldı. Zira yüzlerce savcı ile binlerce polisin birtakım uluslararası mihrakların hizmetinde olduğu ciddi ciddi iddia edilirken, aynı zamanda, "dünya"nın, "dış basın"ın da "cemaatin gerçek yüzünü anladığı" yollu haberler üretildi. "Türkiye'ye karşı" komployu yapan "dış mihraklar" ile Cemaat'in "paralel yapı"lığını teşhis ve tesbit eden "dünya" kimlerdir, biz basit fanilerin anlaması elbette beklenemez.

5 Şubat 2014 Çarşamba

Ne güzel her gün yeni şeyler öğrenmek...

Artık herkes tamamen zıvanadan çıktı. 17 Aralık'tan bu yana hükümet ve Cemaat yanlısı gazeteleri, TV kanallarını izliyorum, her gün beş-on yazarın yazdıklarını okuyorum. (Hayır, bunun için kimse bana tazminat ödemeyecek; sadece, çektiğim bunca çilenin karşılığında günahlarımın hatırı sayılır bölümünün affedileceğini umuyorum.) Şu an itibarıyla vardığım ilk sonuç bu, evet: herkes zıvanadan çıktı.

21 Ocak 2014 Salı

Müjde, paralel devlet en fazla iki yaşında!

Her şeyi devletten beklemedim ve MİT'in TIR'larına musallat olan paralel yapının bilemedin iki yaşında olduğunu, yani kolayca tepelenebileceğini saptadım. Söyler söylemez huzursuz oldum; düzeltiyorum: Bunu aslında devletten her şeyi beklediğim için yaptım.

20 Ocak 2014 Pazartesi

Galiba Haşhaşi de benim Yezid de

Değerli internet gezgini, şu anda açıklayamayacağım bir yerde, uzun süre barınılamayacak koşullar altında ve korku içindeyim. Lütfen bana yardım edin! Zira zannederim hükümet de Cemaat de beni ağır şekilde suçluyor ve ellerine geçirirlerse ne yapacaklarını kestiremiyorum.

16 Ocak 2014 Perşembe

Hrant'a gelince kavgayı keserler

Umur Talu 6 Ocak Pazartesi günkü yazısında, "Bu savaşın bir muharebesini özellikle bekliyorum," diye yazmıştı. "Bunca şey arasındaki önemli, ama çok çok örtülü bir cephe: Dink Suikastı! Özellikle, Trabzon Emniyeti'nin o zamanki iki üst düzey amirinin nasıl olup da daha sonra Emniyet İstihbarat'ın başına kadar gelebildiği 'Ne istediler de vermedik' süreci. Bunu isterse Cemaat da izah edebilir ama özellikle Başbakan'ın, hükümetin izahına muhtaç. Nitekim Erhan Tuncel'in çıtlattığı, bir bakıma iç transfer yaşadığı süreç. 'Hayal'i hamburgerci bombalanmasına yönlendiren ağabeyi gizleyen ve Hayal'den adeta bir suikast planı yaratan mekanizmanın ne olduğu izaha muhtaç. 'Bomba işi münferit, örgüt yok' denerek nasıl adım adım gidildiği, bu sayede tahliye olan ve sonra mahkumiyetine rağmen Yargıtay'ı beklerken serbest kalan Hayal'in nasıl kullanıldığı, suikasttan önce içeri girmesini önleyen 'rastlantı'nın, yani avukatını bile şaşırtacak şekilde, dosyasının Yargıtay'da adeta uyutulmasının nasıl mümkün olduğu filan. Çünkü öyle bir suikast ki... Ergenekon, iktidar, cemaat, yargı, Emniyet, Jandarma, istihbarat... bir Türkiye defilesi adeta. 'Paralel devletler'in hakikaten paralel seyrettiği bir geometri. Bekliyorum yani: Kim tam orada bir bomba patlatacak?"

Ben de, haksız çıkmayı bütün benliğimle dileyerek cevap veriyorum ki: Kimse patlatmayacak. Ne hükümet ne Cemaat ne eski devlet ne yenisi ne Ergenekoncular ne Balyozcular... hiç kimse. MİT'in cinayet davası adlı müsamerenin sürdürüldüğü mahkemeye yolladığı yazıyı hatırlıyor musunuz? Şöyleydi: "Elimizde Hrant Dink cinayeti ile ilgili herhangi bir bilgi yoktur." İşte Cemaat'in ham yapmaya çalıştığı, hükümetin sevgili MİT'i - bu bir sevgi yumağı değil de nedir?

6 Ocak 2014 Pazartesi

İyi yok, Kötü ile Çirkin var

İyi, Kötü ve Çirkin filmi, sinema seyircisinin ufkunu genişletmiş, milyonlarca insana, hayatlarında bulunmayan bir incelik armağan etmişti. İyi'nin pek önemli bir özelliği yoktu; üstüne ne söylenebilirdi? Hele daha önce söylenmemiş ne söylenebilirdi? Onun karşısında bulunmasına alışılan Kötü de, beyaz'ın siyah'ı, masum'un suçlu'su olarak tek boyutlu bir varoluşa sahipti. Sinemanın, edebiyatın, genel olarak sanatın, İyi'yi allayıp pullayarak bir yere varabildiği görülmemişti. Hepsinin işi Kötü ileydi; onu tek boyutluluktan kurtarabildikleri oranda derinlik ve nitelik kazanabiliyorlardı. Yine de, tarafı, işlevi belliydi Kötü'nün. Sinema gibi, sanatın popüler kılıklara bürünmeden arzı endam edemediği bir ortam, Kötü'yü ister istemez tek boyutluluğa itiyordu. Hem böylelikle İyi'den daha göz alıcı olması da önleniyordu.

21 Aralık 2013 Cumartesi

Okuma parçası: İntikam Peşinde

Türkiye son on yılda (...) Ortadoğu'da her denklemi bozacak güce ulaştı. Asya'dan Latin Amerika'ya uzanan bir uluslararası etkinlik alanı oluşturdu. Osmanlı siyasal otoritesinin çöküşünden bu yana bu ülke ilk kez Anadolu sınırlarının dışına taştı. Türkiye büyüdükçe bölgeyi yöneten büyükler küçüldü, bölgedeki çıkar alanları daraldı. İntikam için bu yeterli. (...) Dünyanın her ülkesinde artık Türkiye var. Batı, ekonomik krizlerle boğuşurken, Avrupa'nın en büyük ekonomileri çökerken Türkiye daha da güçlendi. Orta Afrika'dan Uzak Asya'ya kadar her piyasada oyuncu olmaya başladı. Sen Halkbank üzerinden küresel piyasa oyunları kurarsan, bu bankayı dünyanın sayılı bankaları arasına sokmayı düşünürsen o bankayı böyle tartışma alanına çekerler. Bu da intikam için yeterli. Türkiye'nin sivil toplum kuruluşları (...) Endonezya'dan Küba'ya, Afrika'nın en uçlarından Sibirya'ya kadar ihtiyaç sahiplerine ulaşıyor, Afrika'nın derinliklerinde köyler, kasabalar kuruyor, geleceğe dönük kalıcı izler bırakıyor. (...) Bu bile intikam için yeterli. Türkiye, yönetilebilir ülke olmaktan çıktı. Kendi yolunu çiziyor, kararlı bir çizgi izliyor. Tekrar yönetilebilir alana çekilmesi isteniyor. (..) Bu ülkeye diz çöktürmek, onu tekrar muhtaç hale sokmak, iç çekişmelere mahkum etmek istiyorlar. 'Sen İran'la nasıl anlaşırsın, ambargoyu nasıl delersin, ABD şirketini bir kenara atıp Çin'le nasıl füze anlaşması yaparsın, nasıl kendi savunma sanayiini kurarsın, Asyalı güçlere nasıl göz kırparsın, Mısır'dan sana ne, İsrail'e nasıl posta koyarsın' diyorlar.
Ö D E V L E R

SORU 1 - Türkiye'nin Ortadoğu'da bozduğu denklemleri sayınız (alfabetik sırayla).
SORU 2 - "Ülke Anadolu sınırları dışına taştı" metaforuyla yazar ne anlatmak istemektedir:
a.) Kilo aldı, b.) Kabına sığamıyordu, c.) Bin atlı akınlarda, d.) Tabiat boşluk kabul etmez.
SORU 3 - Ülke sizce ne kadar dışarı taşmıştır? Elle gösteriniz.
SORU 4 - Ülke büyüdükçe başkalarının küçülmesi hangi masalda geçmektedir:
a.) Güliver'in Oğlu, b.) Kutu Cini, c.) Göğe Yükselen Altın, d.) Kahraman Banka.
SORU 5 - Yazar, "dünyanın her ülkesinde artık Türkiye var" derken hangi söz sanatına başvurmaktadır:
a.) Basit mübalağa, b.) Kompleksli mübalağa, c.) Sınıraşımı, d.) İzan tutulması.
SORU 6 - Avrupa'nın büyük ekonomilerinin çöktüğü, Türkiye'nin güçlendiği bir ortamda Türkiye'nin oyuncu olması, oyunlar kurması üzerine ne söyleyebilirsiniz?
a.) Hakkıdır, b.) Ayıptır, c.) Hayat bir oyun, d.) Ne olursa olsun yaşama sevincini kaybetmemek lazım.
SORU 7 - Halkbank üzerinden kurulan piyasa oyunları:
a.) Küreseldir, b.) Daire teşkil edilerek oynanır, c.) Yedişer kağıtla oynanır, d.) Baba-oğul oynanır.
SORU 8 - Afrika'nın en uçları takriben nereleri olmaktadır, harita üzerinde gösteriniz.
SORU 9 - Türkiye'nin sivil toplum kuruluşları, geleceğe dönük iz bırakmak için neden Afrika'nın derinliklerine gitmektedir, daha görünür biryerlere bıraksalar daha iyi olmaz mı? Tartışınız.
SORU 10 - Yazarın "Türkiye yönetilebilir ülke olmaktan çıktı" cümlesi hakkında aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur:
a.) Talihsizlik olmuş, b.) Eceline susamış, c.) Aslında onu demiyor, d.) O da başbakana karşı boş değil.
SORU 11 - Asyalılara göz kırparken kaseti bulunan ünlü kimdir?
SORU 12 - Yazarın anlattığı olaylar nerede geçmektedir?

KAYNAK: İbrahim Karagül, "Bu, çokuluslu bir operasyondur!", YeniŞafak, 20.12.2013.

20 Aralık 2013 Cuma

Hadis-i şerifin de zamanlaması manidar

Böyle durumlarda yetersizliklerim bir bir ortaya dökülüyor. Bir odada altı çelik kasa görünce düpedüz salaklaşıyorum. Başlıyorum kurmaya: Orada haşarı bir ufaklık varmış, kaçıp kaçıp kasaların içine saklanıyormuş, annesi babası onu ara ara bulamıyorlarmış, çocuk kilidi içeriden... olmaz sanırım. Zaten niye çocuk kilidi... İşte! Aynen bu şekilde sapıtıyorum. Güzel güzel deste yapılıp üzerlerine lastik geçirilip ayakkabı kutularına konmuş milyonlarca lirayı görünce olaydan kopup soğuk kış gecelerinde soba etrafında kurulu bir aile ortamı düşlemeye dalıyorum. Baba-oğul birlikte paraları lastikliyorlar, anne kestane pişiriyor, hiç konuşmuyorlar ama arasıra gözgöze gelip gülümsüyorlar, yalnız paraların hışırtısı, falan... Ama nerede o eski ortamlar... Soba kalmadı ki. Sobalı evde oturmak için mi bütün bunlar? Belki dikkat çekmemek için kaloriferli daireye taşınmadılar. Bak, yine! Görüyor musunuz? Sana ne be adam!

Yine de zannederim kabahat sadece bende değil. "Üretilmiş delillerle gizli saklı operasyon" başlığını okuyunca (Star, 19 Aralık), kasaların sanal, paraların düzmece olduğunu, ayakkabı kutularının hiç varolmayıp çekimden sonra eklendiğini düşünüyor ve azıcık rahatlıyorum ki, şu cümleyle karşılaşıyorum: "Maksatlı operasyonda elde edildiği öne sürülen delillerin de üretilmiş olabileceği iddia edildi." Gözüm kararıyor, elimden bıçağı (öteki elimle) zor alıp yerine koyuyorum (ki bir daha aradığımda bulayım).