Dış politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dış politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ağustos 2017 Cuma

Almanya'daki Türkleri "tehdit" haline getirmek!

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Almanya'daki Türk seçmenlere "bize saygısızlık yapan partilere oy vermeyin" çağrısı yapması, hiç şüphesiz, Almanya siyasetçileri tarafından, ülkelerinin içişlerine müdahale olarak tanımlanacak. Erdoğan'ın bu müdahalesi, çelişkileri, anlaşmazlıkları bambaşka bir düzeye taşıyacak. Türkiye, bugüne kadarki gibi, “anlaşmazlık halinde olunan devlet” değil “tehdit” olarak tarif edilecek. Her şey bir yana, oradaki Türkleri Almanya devleti için “millî güvenlik tehdidi” konumuna sokacak bir hamle bu. Almanya ve başka devletlerin buna verecekleri karşılığın cinsi de farklı olacak. Niye başka devletler de işe karışsın? Zira Hollanda krizi sırasında atılan “oradaki Türkler Hollanda ordusundan kalabalık” manşetleri ilk elde hatırlanacak.

30 Temmuz 2017 Pazar

El-Kaide'nin paraşütçü birlikleri!?

ABD’nin DAİŞ’le Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk, "Şu soruyu sormamız gerekiyor," dedi. "El Kaide lideri Ayman el Zevahiri’nin yardımcısı İdlib’e niçin ve nasıl gidebiliyor? Bu neden oluyor? Oraya nasıl ulaşabiliyorlar? Paraşütçü askerler değiller."

McGurk, Washington'da, Ortadoğu Enstitüsü’nün düzenlediği “Trump Yönetimi’nin Terörle Mücadele Politikasının Değerlendirmesi” başlıklı panelde konuştu ve, aktardığım üzre, El-Kaide'nin İdlib'deki hakimiyetinden Ankara'yı sorumlu tuttu. Çünkü El-Kaide'ciler "paraşütçü olmadıklarına" göre, İdlib'e karadan geçmiş olmalılar ve bu vilayetin kara sınırı yalnız Türkiye ile!

3 Temmuz 2017 Pazartesi

İdlib'e geçiş için Efrin savaşı zorunlu mu?

Dış politika ve uluslararası ilişkiler konusunda bilgisi, tecrübesi ve taraftarlıktan uzak, sağduyulu yaklaşımı nedeniyle en çok kulak verilmesi gereken isimlerden Ünal Çeviköz, 3 Temmuz tarihli yazısında, daha başlıktan belirttiği üzre, "Suriye problemi ve Türkiye'nin önündeki tehlikeler"i ele aldı.

Çeviköz'ün yazısında dile getirdiği en önemli tesbitlerden biri, "Türkiye'nin de sonunda yumuşak güç yerine askeri gücün daha etkili olacağı sonucuna vardığını düşünenlerin" sayıca arttığı. Tecrübeli diplomat, nazikçe, "böyle düşünenlerin sayısı arttı" demeyi tercih ediyor.

Bu yazı, tarihe geçmeye aday bir de vecize barındırıyor. "Ancak," demiş Çeviköz, "Türkiye'nin savaşma arzusu bir türlü dinmek bilmiyor." Vecizenin vecizeliği bir yana, son yıllarda dış politikaya yön veren temel saiki pek güzel özetleyen bir söz.

Yazıyı parça parça aktarmayacağım, okumanızı tavsiye ederim. Sadece takıldığım bir noktayı dile getireceğim, belki Çeviköz veya bir başka uzman bizi aydınlatabilir. Ünal Bey, Astana'da varılan anlaşmaya göre Türkiye'nin Rusya ile birlikte İdlib'te oluşturulması umulan çatışmasızlık bölgesinden sorumlu olacağını hatırlattıktan sonra, "Türkiye'nin o bölgeye göndermek isteyeceği askerî unsurların Afrin bölgesinden geçmeleri gerekiyor," diyor. Daha sonra böyle bir geçişin çatışmasız gerçekleşmesinin koşullarına dair sorular soruyor. Bir koridor ihtimali üzerinde duruyor.

Ancak Türkiye'nin İdlib bölgesi ile, Efrin'den geçişe muhtaç olmaksızın, sürekli ve kendisi açısından garantili irtibatta bulunduğu, yaklaşık 100 kilometrelik sınırı (haritada kırmızı çizgiyle kabaca işaretli) var. Bu sınır çeşitli amaçlarla yıllardır kullanılıyor. Bu yüzden, Çeviköz'ün neden İdlib'e geçiş için Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ille Efrin'den geçmesini zorunlu gördüğünü anlayamadım. Fırat Kalkanı bölgesinden (sağda, yukarı doğru, "TSK-ÖSO" yazılı mat yeşil alan), hem Kürt güçleri (sarı) hem Suriye ordusunun (gülkurusu) etki alanından geçmeye kalkmak da, Türkiye'den Efrin'e dalıp bin türlü müşkülata hem yolaçmak hem mâruz kalmak da, İdlib sınırından doğrudan geçmekten çok daha meşakkatli görünüyor.


Bunları düşünürken aklıma bir soru takıldı: Acaba İdlib'te Türk birliklerinin gelişine razı olmayacağını ilan eden El-Kaide kökenli Heyet Tahrir el-Şam'ın (HTŞ) denetimindeki bölgeler yüzünden mi böyle bir mesele var? Haritada açık yeşil İdlib üzerindeki koyu yeşil bölgeler HTŞ denetiminde. 100 kilometreden uzun ortak sınırın yaklaşık yüzde kırkı böyle. En güneyde, Cisr el-Şuğur yöresinde ise Uygurların, Türkistan İslâmî Partisi'ne bağlı militanların ağırlığı var. Bunların bir kısmı El-Kaide'ci, bir kısmı değil.

Ünal Çeviköz gibi bir sahici uzman değil de Suriye ile ilgili her şeye tribünden, taraftar grubunun arasından bakan birileri yazsa önemsemeye değmezdi, ama şu durumda böyle bir soru isabetlidir: İdlib'e geçiş neden bu yüz kilometreyi aşkın sınırdan değil de ille Efrin'i taciz ederek yapılmak zorunda?

Yoksa hep beraber şunu mu sormalıyız: El-Kaide'ci de olsalar "mücahitlerle" savaşmaktansa "DEAŞ'tan daha tehlikeli" diye takdim edilmiş Kürt "teröristler"le savaşmak mı tercih ediliyor? Ne de olsa Yeni Osmanlı'nın Ortadoğu'yu fethetmesi pek mümkün görünmüyor, buna karşılık "Yeni Türkiye"nin dönüp dolaşıp Kürtlere vurması, savaş ve şahadet menkıbeleri üretimi açısından daha bildik, daha basit yol.

16 Mayıs 2017 Salı

"Türkiye'ye gittin" diye Çin'e sokmadılar!

Tayyip Erdoğan ve çevresindeki "başdanışmanlar" idaresinin en parlak ve çarpıcı buluşlarından biri, NATO'ydu, ABD'ydi, AB'ydi, hepsine, külliyen "Batı"ya boşverip ülkenin rotasını başka yöne çevirme, hepimizin bildiği üzre. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın üçüncü bir Viyana seferiyle kıyaslanabilir beklentilerle yüklü Washington ziyaretine pek az kaldı. Erdoğan'ın Türk İslâmcılığının potansiyel ebedî dostu gözüyle bakılan Donald Trump'la görüşmesi kendi başına bir sorular-sorunlar-ihtimaller yumağı. Bu görüşme mevzu edildiğinde ister istemez hemen peşine takılıp önümüze gelen mevzu da Türkiye Cumhuriyeti'nin alternatif dış siyaset, ittifak vs. arayışları. Veya ihtimalleri. Veya imkânları. Veya imkânsızlıkları.

"Ahbabımız Putin"le hiç de iktidar propaganda aygıtının vaat ettiği ve özendiği gibi sarmaş dolaş olunamayacağı yavaş yavaş herkesçe görülüyor. Fakat "Çeker gideriz Şangay Beşlisi'ne!" heyheylenmesinin yankıları hâlâ Altay yöresinden duyuluyor. Çin der demez akla gelmesi gereken "Uygurlar meselesi"ne dair toparlayabildiklerimi bu hafta P24'te yazdım, "Şangay Beşlisi, Uygur onlusu, güzel ikili" başlığı altında.

11 Mart 2017 Cumartesi

Mahvedeceğimiz Hollandalılar kim?

Hollanda TC Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu'na uçuş izni vermeyince Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bu ülkenin yöneticilerine saydırdı. Cumhurbaşkanının Bağcılar konuşmasından en çok hoşuma giden bölümü azıcık didikleyeyim izninizle.

"Sen istediğin kadar dışişleri bakanımızın uçağını kaldırma," diye postayı koydu Erdoğan. "Bundan sonra senin uçakların bakalım Türkiye’ye nasıl gelecek?" Fakat sanırım tam bu noktada bir aydınlanma oldu. Cumhurbaşkanı, bu sözlerin hepimizi önemli bir soruyla karşı karşıya bıraktığını fark etti: Hollanda'dan Türkiye'ye kim gelecek de Ankara engelleyince Hollanda zararlı çıkacak? Olsa olsa Hollandalı turist gelemez, herhalde bundan zarar görecek olan da Hollandalılar değildir. Başka yerlere giderler.

Erdoğan virajı şöyle aldı: "Tabiî ben burada diplomasiyi konuşuyorum, vatandaşların seyahatini değil. O ayrı bir konu." Yok! Demek turistler gelebilecek. O halde hangi uçaklar inemeyecek?

Yani esas soru bâki: Hollanda'dan Türkiye'ye kim gelecek de Ankara engelleyince Hollanda zararlı çıkacak?

Bizim bu basit soruları sormamamız gerektiğini, meseleleri bilen devlet büyüklerinin her şeyi düşünüp gerekli tedbirleri alacaklarını şöyle bildirdi Erdoğan: "Bunların değerlendirmesini ona göre yapacağız."

Nelerin? Ve neye göre?

Cevapları büyükler bilir, biz bilemeyiz. Evlad-ı fatihan cevap aramaz, Reis'e kulak verir. Erdoğan şöyle devam etti: "Bunlar ne siyaset biliyor, ne uluslararası diplomasi nedir onu biliyor. Bunlar bu kadar ürkek, bu kadar korkak, bunlar Nazi kalıntısı, bunlar faşist bunu böyle biliniz."

Peki.

28 Kasım 2015 Cumartesi

Rus uçağını düşürmek gerekli miydi?

Radikal, 26.11.2015

Sert sözler edenler sadece Ruslar değildi. ABD'li emekli korgeneral Tom McInerney, Fox News'un “Real Story” programında konuşurken, “Türkler çok kötü bir yanlış yapmış, pek yanlış bir karar vermiş,” dedi. Uçak düşürmeyi “aşırı saldırgan bir manevra” diye niteledi. Demeye çalıştığı, bunun çok ötesindeydi.

McInerney, görev yapmadığı yer kalmamış, Hava Kuvvetleri'nin tepelerine yükselip oradan emekli olmuş, hem askerî hem diplomatik alanda “kaçın kurası” şahsiyetlerden. Öncelikle Rus uçağının yaptığı sınır ihlalinin süresine ve niteliğine dikkat çekti: “Bu uçak [üzerinde uçtuğu] toprağa saldırma hedefiyle herhangi bir manevra yapmıyordu. Doğru, muhtemelen limitleri zorluyordu. Ama bu yüzden onu düşürmezsiniz.” Radar çıktılarından anlaşıldığına göre ihlalin 20 ile 40 saniye arasında sürmüş olabileceğine işaret eden McInerney, Alaska'da NORAD'ın (Kuzey Amerika Hava-Uzay Savunma Komutanlığı) komutanı olarak görev yaptığı dönemde bu ölçüdeki ihlallerle sürekli karşılaştıklarını, bunlara karşı gösterilecek tepkinin uçak düşürmek olmadığını söyledi, “Asla böyle bir şey yapmazdım,” dedi.

İşin daha belâlı kısmına buradan sonra gelindi. Sunucu, “Ruslar kasıtlı olarak, kışkırtma amacıyla davranmış olabilirler mi?” diye sordu emekli korgenerale. McInerney, “Bence kasıtlı kışkırtmayı yapan, Türkiye'nin [cumhur]başkanı Erdoğan,” diye cevap verdi!

9 Temmuz 2015 Perşembe

Türkiye bir küme daha düştü

Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun şu tweet'lerini görünce dayanamadım:
"AK Parti Gençlik Kolları'nın bugüne kadarki MKYK üyeleri ve il başkanları ile vefa iftarında bir kez daha hamd ettim. Bir erdemliler ve gençlik hareketi olan AK Parti bu toprakların hem geçmişi hem geleceği. Rabbim bizi birlik ve beraberlikten ayırmasın."
Hakikaten geçmişimiz geleceğimiz bu hareketin liderlerince şekillendiriliyor. Geçmişimizi mümkün en uçuk kolaj halinde bizzat Davutoğlu cisimleştirdi; dev eseriyle. Geleceğimiz de, bu defa akademik katkılarıyla değil, hükümet icraatıyla yüksek ateşte kavruluyor.

1 Nisan 2015 Çarşamba

Ey yaprak, ne oluyor öyle kıpır kıpır!

Radikal, 31.03.2015


Yok, ben direkman çıkarım başbakana. Çıkacağım, gidip konuşacağım. Ortada muazzam bir tertip var. Orayı burayı bombalıyorlar, haberimiz yok. Sadece tertip değil terkip de felaket. Reis Suudi'ler, kahya Sisi falan... Gitti yapraklar!..
Bu Ortadoğu'nun yaprakları beter oluyor, beyefendi, kıpırdayacaklarında haber vermiyorlar. Husiler de haber vermiyorlar. Hele Suudiler! Ortadoğu'nun doğal hakimi, müstakbel dünya medeniyetinin lideri olmadan kim niye toplanıyor? Arap Birliği dediğin nedir? Osmanlı dağılmamış olsa, İngilizler ve Fransızlar Arap entelektüellerini Osmanlı'nın kendilerine fenalık yaptığına inandırmış olmasa, onlara kendilerini sömürmek için değil Batı sömürgeciliğine karşı korumak için tepelerine imparatorluk kurduğumuzu anlatabilmiş olsak, bize sormadan kimsenin değil beş yaprak, üç veyahut iki yaprak kopartması veyahut bunları kıpırdatması sözkonusu olabilir miydi?

Yemenli'nin gözünde

Yemen'e Suudi kraliyet ailesi öncülüğünde hava saldırıları başladığından beri, İngilizce tweet atan mâkûl Yemenliler bulup izlemeye çalışıyorum. Al Jazeera English'te yorum yapan bir-iki kişiden hareketle, izlenecek birkaç kişi ve hesap buldum. Çeşitli eğilimlerden insanlar. Daha çok, Yemen'in daha bir modernleşmiş kesiminden, Hadi'ci de, Salih'çi de, açıkça Husi yanlısı da olmayanları tercih ediyorum.

Bunlardan, azıcık hali vakti yerinde olduğunu tahmin ettiğim, bombalanan füze üslerinden birine iki kilometre mesafede oturan, dün çocuklarını daha güvenli bir eve taşıyan, muhtemelen liberal bir adam, "Yemen'i bu hale getirenler" başlığı konabilecek bir tweet attı:
"İşte şu yukarıdaki üçlü Yemen'i becermeye başlamadan önce aşağıdaki üçlü bizi bu bok çukuruna soktu. Olgudur!"
Tweet'e eşlik eden, "alttakiler-üsttekiler"in sıralandığı kolaj şu:


(Adamın adını, profil fotoğrafını falan örttüm, neme lazım; gidip Yemen'de bulup tepesine binmeye kalkacak birilerini tanıyorum da....)

Bu, Türkiye'de hükümet yanlısı cephede infial yaratabilecek bir iddia. Herhangi birimiz böyle bir laf etsek bin kişi üstümüze çullanır. Ama demek ki Yemen'den bakılınca böyle görünüyor. Stratejik Derinlik'in varsayımları, dayanakları, hedefleri bakımından önem taşıyabilecek minik ayrıntılar bunlar. Kayda geçsin diye aktarıyorum burada.

Stratejik Derinlik, herhalde tarihin görüp göreceği en büyük çuvallamalardan biri.

Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil el Arabi’nin “Türkiye, İsrail ve İran Ortadoğu bölgesindeki gelişmelere müdahale etmeye çalışıyor” sözlerine Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Tanju Bilgiç’in, Birlik'in Türkiye temsilcisini bakanlığa çağırıp verdiği "kabul edilemez" cevabına dair haberin linkini de buraya eklemeliyim sanırım.

24 Şubat 2015 Salı

Davutoğlu rekora koşuyor: Binbir gaf birarada

Başbakan Davutoğlu bugün Budapeşte'de Macaristan Başbakanı Viktor Orban'la ortak basın toplantısı düzenledi, haliyle Süleyman Şah harekâtıyla ilgili sorulara muhatap oldu. Ve tam anlamıyla gaf rekoruna koştu. Akademisyen sıfatı da taşıyan bir devlet adamı, on-on beş cümle içinde bu kadar mı çok pot kırar, teamül-kural çiğner, kendini yalancı konumuna düşürür!

Bakın neler diyor:
“Türkiye'yi kimse dolaylı ya da doğrudan tehdit edemez. Uluslararası hakkımızı kullandık.”
Hayır. Böyle bir uluslararası hak yok. Gidip başka ülkenin içindeki toprağınızı, orayı size veren anlaşmayı falan da takmadan (muhatabınızla anlaşmadan) terk edip, başka yer beğenip oraya elkoymak gibi bir hakkınız yok. Kaldı ki, "kimse bizi tehdit edemez" diye tafra yapacak bir haliniz yok. Sizi tehdit ederler, ettiler, etmelerine bile gerek kalmadan pıstınız (Rusya, Kırım), diplomatik personelinizi, özel korumalarınızı çoluğuyla çocuğuyla rehine aldılar (IŞİD, Musul). Şu anda bu tuhaf harekâtı yapmanıza sebep de doğrudan doğruya bir tehdit! Buna demiyorsak, neye tehdit diyoruz?
“Bunun tartışılacak bir tarafı yoktur.”
Elbette vardır. Başka ülkenin toprağında harekât yaptınız, başka ülkenin toprağını işgal ettiniz.

5 Ocak 2015 Pazartesi

Pan-İslâmcı'nın Macera Kılavuzu

Birkaç ay önce, Ahmet Davutoğlu'nun baş eseri Stratejik Derinlik'i alıp okumaya koyuldum. Öncelikli derdim, anlamaktı. Ancak okudukça tuhaf bir telaşa kapıldım. Ve birşeyler yapmak gerektiğine karar verdim. Yapabileceğim, bu mevzuda derdimi filmle anlatamayacağıma göre, yazmaktı. Uzunca bir makale olur, diyerek giriştim, ortaya koskoca kitap çıktı. Adını şöyle koydum: Pan-İslâmcının Macera Kılavuzu - Davutoğlu ne diyor, bir şey diyor mu?

Yani telaşımın nedenini ancak bir kitapla anlatabildim.

22 Kasım 2014 Cumartesi

Uzmanından son 20 yılın dış politika dersleri

Harvard Üniversitesi uluslararası ilişkiler profesörü Stephen M. Walt'un Foreign Policy'de ilginç bir yazısı yayımlandı: "Son 20 Yılın İlk Beş Dış Politika Dersi".

Walt, bu dersleri şöyle sıralıyor:

1. Büyük güç politikası hâlâ geçerli.
Yani: Soğuk Savaş bitti, artık belli noktalarda yoğunlaşmış güçler yok, her şeyi belirleyen güç odakları yok, icabında gücünü ortaya koyup sonuç almak yok, sanmayın.

2. Global politikanın epeyce bir kısmı hâlâ yerel.
Yani: Artık globalleştik, ıncık cıncık bölgesel meselelerle uğraşılmayacak, bütün insanlık, tek bir ülkede yaşıyormuş gibi, herkesi ilgilendiren genel sorunları çözmeye uğraşacak, sanmayın.

3. Kötü devletten daha kötü tek şey devletsizlik.
Diktatörleri, her tarafa istikrarsızlık saçan yönetimleri değiştirmeye kalkabilirsiniz, ama sonra ne olacağını öngörememişseniz, Libya gibi, Irak gibi korkunç vaziyetler yaratırsınız. Kanla devrilen, uzun sürmüş diktatörlük yönetimlerinden sonra hoşgörülü, demokratik bir toplum hayatı kurmak çok zormuş meğer.

4. "Ya sev ya terk et", kötü diplomasidir.
Rakibini, hasmını, bütün istediklerinden yoksun bırakmayı amaçlayan katı politikalar kalıcı sonuç getirmez. Varmayı umduğun yer her neresiyse, orada hasmını da memnun edecek birşeyler olmalı. Yoksa çözdüm sandığın mesele, hasmının bulacağı ilk fırsatta yeniden karşına dikilir.

5. Kibirden uzak dur!
Mitolojide özgüven patlaması yaşayan fânîlerin tanrılara kafa tutmasına yolaçan kibir duygusu, ego şişmesi, politikada insanı kesinlikle yanlışlara sürükler, tökezletir.

Prof. Walt, beşinci madde altına sıraladığı örneklere TC Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı da dahil etmiş. En azından, herhangi bir dış politika ilkesine dünyadan örnek aranırken TC cumhurbaşkanı akla getirildiği için, Türkiye'nin "bi noktaya" geldiğini düşünebiliriz. Örnek, hem komşularla sıfır sorun yaşayıp hem Ortadoğu düzeninin kilit ülkesi olmaya dair muazzam iddialar besleme nedeniyle seçilmiş. George W. Bush'un Irak politikasında da kibir vardı, diyor Walt, Obama'nın karmaşık bir sorunu çok iyi hazırlanmış bir konuşmayla halledebileceğini sanmasında da vardı.

Walt'un yazısının en hoş yanı, sonunu şöyle bitirmesi: "Benim ilk beş ders listem böyle. Sizinki nasıl?"

30 Ekim 2014 Perşembe

İtibar mitibar problemleri

Bilmiyordum, üstünden zaman geçtikten sonra öğrendim. Türkiye'nin kaybettiği Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyelik seçiminden önceki akşam, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, bütün ülkelerin BM büyükelçilerine bir parti vermiş. Bu gösterişli parti, New York'un dünyaca meşhur Waldorf Astoria Oteli'nde düzenlenmiş. Çavuşoğlu burada davetlilerine, "Allah'ın izniyle, çabalarımızın sonucunu alacağız," demiş. Bu parti herhalde "son gece yedirip içirelim de bize oy versinler" düşüncesiyle değil, bir tür erken kutlama, kazanacağına dair kendinden emin olmanın göstergesi filan olsun diye tasarlanmıştır. Kazanmaktan bu kadar uzak olunduğunu bilmeme anlamına gelir. Burnu büyüklükten mi? Kimbilir...

20 Ekim 2014 Pazartesi

Günlük durum tesbiti - 20 Ekim 2014

Ad koymayalım, yargıya varmayalım, hele hele "bak nasıl rezil oluyorlar!" yapmayalım, olan biteni sıralayalım; belki sonunda, "bu muydu yapabileceğiniz?" diye sorarız yalnız:

• Ülkenin en büyük azınlığının yanıbaşındaki akrabaları katledilirken seyirci kalan bir devlet (+toplum) olarak görül.
• "Birşeyler yap!" diye sokaklara dökülenlere karşı linççi kalabalıklar örgütleyip sokağa dök, bin türlü provokasyon yap, 40 küsur insan ölsün.
• Demokrasinin aslî ölçütlerinden birini, gösteri hakkını bütünüyle ortadan kaldıracak yasal düzenlemeye giriş; polisin öldürme yetkisini genişlet.
• Henüz yedi-sekiz yıl önce dünyadaki prestiji epeyce artmış bir devletken, şimdi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi oylamasında tokat ye.
• "İslâm Devleti" katillerini destekleyen devlet olarak damgalan. İD'e verilen desteklerden ötürü uluslararası düzeyde yargılanacak konuma sürüklen.
• "Yapmayız, etmeyiz, olmaz!" babalanmalarından sonra ABD'nin Kobanê'ye C130'larla (koskocaman askerî nakliye uçaklarıyla) silah-mühimmat-tıbbî malzeme indirmesini seyret.
• "Olmaz, etmez, geçirmeyiz!"lerden sonra, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne Kobanê'ye Peşmergeleri geçirmesi için izin ver.

---   EK / 16:05   ---

• Ve en komik "kuyruğu dik tutma" gayreti: Dışişleri'nden birileri Hürriyet'e Kobanê'ye silah ve yardım malzemesi atan Amerikan uçaklarının "Türk hava sahasını kullanmadığını" söylesin!

---   EK / 21 EKİM / 02:05   ---

• ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Marie Harf, iskambil kağıdından inşa ettiğin binaları tek üfleyişte yıksın: Amerikan yasalarına göre PKK ile PYD "ayrı örgütler"!
• Dünya, Kobanê'ye havadan yardım konusunda Türkiye'nin onayının alınmadığını, Ankara'ya sadece "haber verildiğini" resmî sözcüler ve bizzat Dışişleri Bakın John Kerry'nin ağzından öğrensin.

17 Ekim 2014 Cuma

Global havuz medyası lazım

Yeni Türkiye uluslararası ilişkiler alanında pek umut verici bir açılış yapamadı. 16 Ekim gecesinin iki önemli haberi, bundan sonrasına da ışık tutuyor sanki. Birinci olayımız, Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi üyeliğine seçilemeyişi; ikincisi ABD'nin PYD ile doğrudan görüştüğünü ilk defa resmen açıklaması.

Güvenlik Konseyi oylaması gerçekten, Türkiye Dışişleri'ni alarma geçirmesi gereken bir seyir izledi. Görünen, birkaç yıl öncesine göre Türkiye'nin uluslararası prestijinin düştüğü, güvenilirliğinin azaldığı, Türkiye'ye verilecek konumların uluslararası meselelerdeki işe yararlığına dair beklenti ve tahminlerin kötümserleştiği. Sanırım pek çok yorumcu, buna Gezi sürecinden başlayan açıklamalar getireceklerdir. Şahsen, genel olarak Suriye meselesindeki gözükara politikanın, İD'e karşı TC yönetimine yakın çevreler ve hükümetin seçmenleri arasında varolduğu gözlenen bariz sempatinin, nihayet, Şengal ve Rojava'dan göçler karşısında takınılan tutumun bu prestij kaybında fazlasıyla etkili olduğunu düşünüyorum. 7-8 Ekim kalkışmalarında üç gün içinde 40'a yakın insanın hayatını kaybetmesi de sanırım, Türkiye hakkında oluşan olumsuz izlenimi pekiştirmiştir. 17 Ekim gecesi itibarıyla, bunlara, lider ve çevresini yolsuzluk soruşturmasından kurtarmak için girişilen utanç verici takipsizlik operasyonu da eklenmiş olmalı.

Akıllı ve dikkatli bir hükümet propagandacısı, Batı gazetelerinin BM Güvenlik Konseyi seçim sonucunu "İspanya kazandı" diye değil de "Türkiye kaybetti" diye haberleştirmesine işaret etti. Herhalde bunu AKP hükümetine karşı yürütülen itibarsızlaştırma faaliyetine kanıt göstermek istedi. Hepimiz biliyoruz ki, böyle bir durumda böyle bir başlık kolay kolay atılmaz. Atılıyorsa, bunun sağlam dayanakları vardır, belki bundan da önemlisi, bundan sonra size nasıl davranılacağını gösterir.

7 Ekim 2014 Salı

Biden meselesi bundan ibaret işte

ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden'ın, lafa "Suriye'deki esas derdimiz müttefiklerimiz" diye girip, "İslâm Devleti" örgütünü besleyip büyütenler arasında Türkiye'yi de saydığı meşhur Harvard konuşması ve ardından hem Türkiye'yi hem Birleşik Arap Emirlikleri'ni arayıp özür dilemesi üzerine daha önce yazmıştım: "Biden özür diledi - yani?" AKP hükümetinin propaganda aygıtı, bu özrü elbette ABD yönetiminin muazzam dünya gücü Türkiye ve onun gerçekte bir dünya lideri olan cumhurbaşkanını gücendirme korkusuna bağladı. Gerçi aynı özrün Birleşik Arap Emirlikleri Silahlı Kuvvetler Başkomutan Yardımcısı Veliaht Prens Şeyh Muhammed bin Zayed El Nahyan'dan da dilenmiş oluşu işin zevkini kaçırmıştı; ama AKP medyası Türkiye'de insanların ne olup bittiğine dair sahici bir fikir edinmesini yine de önleyebildi.

Bu yüzden, ABD yönetiminin işleri konusunda tartışmasız otorite sayılabilecek bir yayın organında, Foreign Policy'de (Dış Politika) 6 Ekim günü yayımlanan bir yazıya çabucak başvursak pek hayırlı olacak. Gopal Ratnam'ın "Joe Biden Is the Only Honest Man in Washington" = "Joe Biden Washington'daki Tek Dürüst Adam" başlıklı yazısının spotu şöyle:
Başkan yardımcısının Türkiye ve BAE'den özürler dilemesi, kazara hakikati söylemenin tehlikelerini ortaya koyuyor.
Retnam yazısının ilk cümlesinde, Biden'ın, "ABD'nin İslâm Devleti'ne karşı mücadelesinde kilit önemdeki iki müttefikinden" özür dilemek zorunda kaldığını hatırlattıktan sonra şöyle diyor:
Onlara gerçek dışı suçlamalar yaptığı için değil. Kazara rahatsız edici birtakım gerçekleri dile getirdiği için.
Önce TV'lerimizden söyleyip sonra gazetelerimize yazıp peşinden tarih kitaplarımıza da geçirince bütün yalanlarımızın başkalarınca da gerçek kabul edildiğine inanıyoruz ya; ı-ıh! öyle değil. Toz duman dağıldığında, bizim yalanımız değil herkesin bildiği gerçekler kalacak ortada. Bu kısa yazı da burada tarihe düşülmüş ikinci bir not olarak kalsın.

5 Ekim 2014 Pazar

Biden özür diledi - yani?

ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden'ın Harvard Üniversitesi'ndeki konuşmasında Türkiye-Suriye meselesine dair söyledikleri, uluslararası ilişkiler âleminde asla kabul edilemeyecek çapta, devâsâ bir gaftı. Öyle ortalık yerde kalabilecek bir çöp birikintisi değildi, derhal temizlenmesi, hiç varolmamış gibi yapılması gerekirdi. Nitekim öyle oldu. Biden telefon edip "özür diledi".

Dün gece, Yeni Türkiye'varî rekorlardan birine şahit oldum. "Son dakika - Biden özür diledi" bantları, birçok kanalda birden, öyle bir-iki dakika da değil, ben sıkılıp kapatana kadar, aralıksız geçti. Yanıp sönenini mi ararsınız, aynı lafın ardarda dizildiği, hızla geçenini mi...

Yaratılan izlenim şu: Bir Amerikalı politikacı durup dururken, sonradan utanıp özür dileyeceği tuhaf laflar etti, bilahare tükürdüğünü yaladı. Tapınma kültürümüz, hükümeti seven, destekleyen hiç kimsenin şu soruyu sormamasını sağlayacaktır, eminim, ama yine de ben buraya yazayım, tarihe belge kalsın: Niye? Niye oldu bütün bunlar? Yani Biden, saçmaladıysa niye saçmaladı, sonra niye özür diledi?

27 Eylül 2014 Cumartesi

Öbür büyük mesele: Türklerin geleceği

"İslâm Devleti" saldırıyor, Kobanê direniyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti, söylendiği gibi İD'e trenle silah-mühimmat göndermiyor veya eleman sevkinde yardımcı olmuyorsa, insansız hava araçları ya da başka yollarla istihbarat yardımında bulunmuyorsa bile, topraklarını savunan Kürtlere iki demeçle olsun arka çıkmayarak, acil pratik sonuç doğurmasa da İD'i caydırmaya yönelik en ufak adımı atmayarak, ülkesine sığınan insanları Kızılay'la, AFAD'la değil asker-polisle, gazla, tazyikli suyla karşılayarak, Kürtlerin gözüne fazla çıplak, fazla net gözüken bir tavır alıyor.

1990'lardaki korkunç, yaygın ve derin zulme rağmen, bu zulüm yıllarında en azından "üzülüyoruz" anlamına gelebilecek minicik bir jesti dahi göremediği Türk toplumundan manen bütünüyle kopmayan Kürtleri daha öteye, uzağa, çok uzağa itmek için bundan daha münasip bir politika izlenemezdi. İD'e henüz IŞİD'ken sağlanan destekler, Türkiye topraklarında radikal İslâmcı militanların cirit atması, sınırı keyiflerince kullanmaları, bunlara TIR'larla silah, mühimmat gönderilmesi, şu bu, hepsi, Kobanê direnişi karşısında alınacak farklı bir tavırla hafızaların acilen ve her gün kullanılmayacak biryerlerine atılabilirdi belki. Artık çok zor.

25 Eylül 2014 Perşembe

Türkiye'ye "aracı" konumu mu? - Bir işaret

İD'in elindeki 46 Türk rehinenin kurtarılışının sırrını çözmeye çalışırken, öncelikle hem cumhurbaşkanı hem başbakanın vurguladığı "siyasî-diplomatik operasyon" kavramına anlam vermek gerekti. Bu şüphesiz, TC yetkililerinin İD ve başka silahlı İslâmcı örgütlerle bir şekilde "görüşebildiği" anlamına geliyordu. Buradan hareketle, Türkiye'nin belki de İD'e karşı kurulan uluslararası koalisyona kendisi için bir tür "aracı konum" teklif etmiş olabileceğini düşündüm ve bu tahminimi "Bir tahmin: Türkiye'ye 'aracı' konumu?" başlığı altında yazdım.

Bu tahminin doğrulanması yönünde ilk gelişme, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın New York gezisi sırasında yaşandı. Lübnan gazetesi The Daily Star'ın haberine göre, Lübnan Başbakanı Tammam Salam'la görüşmesinde Erdoğan, İD'in elindeki Lübnanlı rehinelerin sağ salim kurtarılması için elinden geleni yapmayı taahhüt etmiş. Geçen ay, Lübnan'ın kuzeydoğusundaki Arsal şehri bir ara İD ile El Nusra'nın eline geçmiş, örgütler bu sırada 21 Lübnan askerini esir almışlardı. (Şu ana kadar bunlardan kesinlikle üçü, muhtemelen dördü öldürüldü.)

24 Eylül 2014 Çarşamba

Rehinelerin bekletilmesi neyi kanıtlar?

İD'in elinden kurtulan rehinelerden Gaziantepli özel harekât polisi Veysel Can'ın Diken'e anlattıkları, kurtarma operasyonunu hükümetin iddia ettiği gibi MİT'in yapmadığına delil sayıldı. Çünkü Can, "sınıra getirildik, MİT'e haber verilmediği için dört saat bekletildik" dedi. Bu sözlerden, iki farklı iddia türetildi: (1) Operasyonu CIA yaptı, (2) Rehineleri İD serbest bıraktı.

Fakat üçüncü bir ihtimal daha var: Resmî versiyon. Rehinelerin sınırda neden dört saat bekletildiğine ilişkin resmî açıklama, Özel Harekât'çı Veysel Can'ın sözleriyle kesin yalanlanmış olmuyor. Bu açıklama şöyleydi hatırlarsanız: İD rehineleri getiriyor, ancak rehinelere karşılık İD'e teslim edilecek 50 kadar tutsak Tevhid Tugayı tarafından aynı anda getirilmediği için İD Türk rehineleri dört saat daha elinde tutuyor. Buradaki rehine değiştokuşunun üçlü bir yapısı var.

Buradan kime artı kime eksi puan çıkacak diye bakmadan söyleyebiliriz ki, bu ihtimal hâlâ, operasyonun MİT'ten bütünüyle habersiz yapılmış olması ihtimalinden daha güçlü.