İslamcı basın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İslamcı basın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Kasım 2017 Cumartesi

Osman'ın avukatlarının yeni tezvirata cevabı

Arkadaşım Osman Kavala'nın avukatları, Osman hakkında iktidar propaganda aygıtının sürdürdüğü kara çalma-iftira kampanyası kapsamında sergilediği yeni marifetler üzerine bir açıklama yaptılar. Şöyle:
Bir kısım yazılı ve görsel medya organlarında, müvekkilimiz Osman Kavala ile ilgili yer alan asılsız, hukuka aykırı ve toplumsal algıyı yönlendirmek ve yönetmek amacına hizmet edebilecek maksatlı haberler üzerine, bu açıklamayı yapmak zorunlu hale gelmiştir.
Öncelikle belirtmek isteriz ki; söz konusu haberlerde yer alan içerikler, mahkeme sorgusunda yer almayıp, polis sorgusunda müvekkil ile emniyet görevlileri arasında geçen ve soruşturmaya konu olan diyalog ve ibarelerdir. Soruşturma, kamuoyunun da bilgisi dahilinde olduğu üzere, “gizlilik” esasıyla yürütülmektedir. Dolayısıyla bu haberler açıkça “suç” teşkil etmektedir, gereği tarafımızdan derhal yapılacaktır. 
Söz konusu haberlerde adı geçen kişiyle Osman Kavala’nın yoğun bir telefon trafiği ve görüşmelerinin olduğuna dair ifadeler doğru değildir. Zira Osman Kavala’ya yöneltilen iddialar telefon görüşmelerine ait değildir, aynı baz istasyonlarında oldukları tespit edilen HTS kayıtlarına aittir. 
Bu durumda beklentimiz, kendilerini soruşturma ve yargılama makamları yerine koymaktan kaçınmayan bu belge ve bilgi sahibi habercilerin, var olduğunu iddia ettikleri bu görüşmelerin içeriklerini de kamuoyuyla paylaşmaları yolundadır. 
Yine söz konusu haberlerde yer alan, Osman Kavala tarafından söylendiği iddia edilen “Randevu defterime bakmam lazım” şeklindeki sözlerin müvekkilimize yöneltilen tüm soruları kapsadığına ilişkin iddia da doğru değildir. Bu yanıt sadece, çok eski tarihli, tek bir iddiaya yönelik olarak verilen gayet spontan ve insani bir cevaptır. 
Türkiye’nin yakın geçmişte yaşadığı karanlık süreçle aynı genetik özellikleri taşıyan, yargıyı hiçe sayan ve soruşturmaları medya üzerinden yürütmeye çalışarak “Önce itibarsızlaştır sonra yargıla” şeklinde hareket eden tasarruf sahiplerinin, bugün nerelerde ve ne şekilde bulundukları kamuoyunun malumudur. Bu nedenlerle bu yanlı ve yalan haberleri yapan tüm kurum ve kuruluşlar hakkında suç duyurusunda bulunacağımızı ve ne olursa olsun, her koşulda evrensel hukuk ilkelerinden asla ödün vermeyeceğimizi kamuoyunun bilgi ve takdirlerine sunarız.

21 Ocak 2016 Perşembe

Refik Tekin gazeteci, AA değil

Anadolu Ajansı, bir "resmî ajans" olmanın bütün icaplarını yerlere saçmıştı, şimdi üzerlerinde tepiniyor. Bütünüyle parti-devletinin içe yönelik propaganda aygıtının parçası haline gelen resmî ajans, bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası itibarına darbe üzerine darbe vuruyor. Eğer dünyada hâlâ AA'yı izleyen gazeteciler, yayın kuruluşları, dışişleri görevlileri, akademik çevreler şunlar bunlar kaldıysa, muhtemelen bizim adımıza büyük utanç duyuyorlardır.

Kürtlere karşı savaşta cephe yayıncılığı yapan AA'nın son marifeti, Cizre'de İMC televizyonunun kameramanı Refik Tekin'in de vurulduğu olayda ortaya çıktı. AA, Refik Tekin için "kameraman olduğu öne sürülen" ifadesini kullandı.


Tekin'in de aralarında bulunduğu bir grup insan, sokaktan yaralıları ve daha önce -Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin tedbir kararına rağmen- hastaneye götürülemediği için can veren Serhat Altun'un cenazesini almaya gidiyordu ve bu sırada tarandılar. Grupta HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız, Cizre Belediye eşbaşkanları ve İMC televizyonu muhabiri Saadet Yıldız da vardı. Refik Tekin bacağından vuruldu.

31 Aralık 2015 Perşembe

Hasan Karakaya başarmış olarak öldü

"Camiye ayakkabılarıyla giren iki ayaklı hayvanlar caminin içinde bira içtiler, sigara içtiler ve öpüştüler, seviştiler."
Hasan Karakaya, 15 Temmuz 2013

"Çok cesur ve etkin bir kalemimizi Hasan Karakaya’yı kaybetmenin üzüntüsü içerisindeyiz."
Ahmet Davutoğlu, Başbakan, 1 Ocak 2016

Akit gazetesi Türkiye'nin özgün fenomenlerindendir. İsteyen, "millî değer"lerimiz arasına da katabilir. Faşizan İslâmcılığın bayraktarı görünür, fakat zaman zaman çeşitli icraatları devletin derinlikleriyle ilişkisine dair şüpheler uyandırmıştır. (Eşber Yağmurdereli'ye ettiklerine bir göz atsanız yeter.) Belirtmeye gerek yok ki, İslâmcı kesimde hiç kimse, bu mevzuyu kurcalamaya kalkmamıştır.

Niye?

Çünkü cesaret edememiştir, bu birincisi. Mâkûl her insanın Akit'i üzerine sıçratmaktan korkması gayet doğaldır. Bu kötülük makinesiyle uğraşmayı göze alan pek az kişi çıktı. Akit'in üzerine pislik boca ettiği Müslüman şahıslar genellikle "Allah'a havale etme" kaçamağına başvurdular. Ötekiler zaten ne yapsa fayda etmezdi.

Ancak, Akit'e tavır alınmayışının bir de ikinci sebebi varmış. Yıllar içerisinde bunu gördük. Şahsen benim de en büyük yanılgılarımdan biridir.

30 Aralık 2015 Çarşamba

Yıldönümünde Roboski vesilesiyle: Sorun sensin

Radikal, 29.12.2015


Dün (28 Aralık 2015), devlet ve toplum olarak üzerine pişkinlikle, yüzsüzlükle yatılmış bir katliamın dördüncü yıldönümüydü. Görmek duymak istemeyen dışında herkese bu ülkede neyin ne olduğunu anlatmaya bol bol yetecek bir faciadır, Roboski Katliamı. Ülkenin yönetim şekli olan gaddarlığın, hayat tarzımız olmuş umursamazlığın, eşitsizliğin sadece simgesi değil bizzat vücut bulmasıdır. (Roboski için yaptığım “Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim” filmini izlemek isterseniz tıklayın.)

Bugün artık en aymaz olanlarımızca bile fark edilmeye başlanmış “manevî kopuş”ta Roboski hayatî bir eşikti. Eğer Aynur'un sesi gibi, ne yapsan karşı durulamaz bir şey değilse “Doğu”dan gelen hiçbir tınıyı duyamayan, hiçbir esintiyi hissedemeyen çoğunluk kulağı, oradan yükselen feryadı, haliyle, işitemedi. Kazara işitebilen, anlayamadı.

Anlayabilen, daha çok kalekol yaptı. Devlet için Roboski gibi bir mevzunun parçalanan çocuk ve genç bedenleriyle alâkası yoktu. Öncelik, emri kimin verdiğini gizlemekteydi. Çünkü belli ki, “şunlar şöyle olursa şöyle yaparsınız” diye bir ön emir verilmiş, en ufak şüphede, kimsenin elini -ve vicdanını- tutan hiçbir şey olmadığından, uçaklar kaldırılıp bombalar yağdırılmıştı. Veya belki daha fenası, başka hesaplar da güdülerek, katliam bile bile yapılmıştı. Ordu, hükümetin kendisini harcayıp harcamayacağı hususunda endişeleniyordu; hükümet, özellikle dönemin başbakanı, katliama zemini kendilerinin hazırladığının ortaya çıkmaması derdindeydi. Güzelce anlaştılar. Sorumluluk gizlendi.

29 Kasım 2015 Pazar

Tahir Elçi'yi de öldürdüler; evet, yaptılar!

Çok değerli bir insanı kaybettik. Öldürdüler. Yüzüstü yere yığıldı. Hrant gibi. Hayattan ne bekledikleri, ne yapmaya çalıştıkları, özlemleri, gayretleri benziyordu. Sevilme ve öldürülme sebepleriyle öldürenler de. Ben söyleyecek söz bulamıyorum.

Tahir Elçi niye önemli bir insandı, bilmeyen, merak eden varsa, Bianet'teki biyografisini okuyabilir. Cinayet (suikast) konusunda kafa yorarak üzüntüsünü dağıtmak isteyenler, Bahar Kılıçgedik'in Avukat Erdal Doğan'la görüşmesini okuyabilir. Ahmet Şık'ın cinayetten hemen sonra ortaya çıkan ve yayılan görüntüleri değerlendirdiği yazısı da aynı amaca hizmet edebilir.

Kafamı toplamakta zorlanıyorum, sağlıklısını bırakın, üç-beş dakika süreyle düşünemiyorum. En çok, yine aynı aşağılık insanların aynı rezillikleri yapmaları, muktedir İslâmcılığın alâmetifarikası haline gelmiş yüzsüzlük, pişkinlik koyuyor insana. Ölü evlerinin kapısında çalıp oynamakmış meğer eksik kaldıkları. Azıcık sakin kalmaya çalışarak cinayet görüntülerine baktığımda edindiğim ilk an izlenimini şöyle özetleyebilirim: süper organize bir suikast olmalı, kurbanı olduğumuz.

Buna karşı en güçlü argüman, polislerin de can vermiş olması. Ama bu argüman geçerli değil. Böyle işleri yapanlar, oradaki polisleri rahatça gözden çıkarır. Üzerine mermiler sıkılan kurşun geçirmez adamların kameraya doğru koşarak önümüzden geçtiği görüntüleri izleyecek hiç kimse, yapılacak başka türlü bir izahata inanmayacaktır sanırım. Ama insan evladı yine de saf, yine enayi: yanlış görmüş, yanlış düşünmüş olmayı istiyoruz. 28 Kasım 2015 günü yaşanmamış olsun, Allah o günün de suikastçilerin de belasını versin, Tahir Elçi aramızda olsun istiyoruz.

27 Kasım 2015 Cuma

"Onu öyle" bırakmadılar

Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül, Suriye'ye gönderilen MİT TIR'larıyla ilgili haberden ötürü tutuklandılar. Gerekçe, "silahlı örgüte üye olmaksızın yardım". İki gazeteci, "casusluk"la da suçlanıyorlar. Suçlamaların herhangi bir haklı zemini olduğuna, iktidar sarhoşluğu veya yalakalığından gözü dönmemiş kimse inanmıyor. Buna karşılık, aklı başında herkes, bu iki gazetecinin Cumhurbaşkanının talimatıyla tutuklandığını düşünüyor.


Yargı, eskiden bir kurumun devlet adına asıp kesmesinin aracıydı, şimdi sivil bir iktidarın hüküm yürütme aracı. Hukuksuzluk kurumsuzluğa gidişi pekiştiriyor, zaten varolmayan toplumsal bütünlük, güvenilir ortak kurumları da olmayan bir ülkede, sonraki kuşaklara feci bir gelecek hazırlıyor. Sırf muhalif oldukları için iki insanın ömründen çalınıyor ve iktidarın gazeteci kılığında piyasaya sürdüğü, iktidar sarhoşu, kompleksli, aşağılık zevat, iki gazetecinin hapse atılmasını kendilerinden geçmiş halde, sevinç çığlıklarıyla karşılıyor. Ellerinden gelse, iki gazeteci demir parmaklıklar ardına konmadan yetişip bir-iki tane de vuracaklar. Bu seviyesizliğin hastalıklarımıza ne hastalıklar katacağını şimdiden görebiliyoruz. Türk İslâmcılığı yola çıkarken ahlâkı biryerlerde unutmuş meğer. Bu, Türkiye'ye çok pahalıya mal oluyor. (Sosyal medyada çokça dolaşmış oluşuna sığınarak, kimin çektiğini bilmediğim bu fotoğrafı izinsiz kullanıyorum.)

22 Kasım 2015 Pazar

Akıl mantık ne Mağrip'te ne burada...

Mali'nin başkenti Bamako'daki otelde 170 kişiyi rehine alıp 19'unu öldüren El Murabitun örgütü bildiri yayımlayıp IŞİD'i kınadı. El Murabitun, "Bağdadi cemaatinin ve liderlerinin yaptıkları, masumların kanını dökmek gibi eylemlerden Allah'a sığınırız," dedi, IŞİD'i "tövbe edip Allah'a dönmeye çağırdı. Ya Bamako'da katledilen 19 kişi masum değil ya onlarınki kan değil ya da akıl mantık iptal oldu...

Herhalde sonuncusu. En az bunun kadar saçma bir vaziyet de Türkiye'de hüküm sürüyor. İktidar yanlıları, Suriye ordusunun Rusya desteğinde ülkenin kuzeyinde El Nusra destekli Türkmen mevzilerine karşı yürüttüğü harekâtı, meşhur "MİT TIR'ları" meselesinde hükümeti eleştiren herkesi suçlamak için vesile haline getirdi. Ana tema şu: "O TIR'ları gönderttirmediniz, bakın şimdi Türkmenler nasıl savunmasız kaldı!" Oysa TIR'lar tartışmasında hükümet kanadının ve ezcümle AKP propaganda aygıtının temel motifi, TIR'larda silah değil insanî yardım malzemesi olduğuydu. Bebek bezleri yerine ulaşmadığı için Türkmenlerin dağdaki mevzilerini kaybettiklerini ileri sürmek Türkiye'nin genel akıl mantık ölçüleriyle bile tuhaf kaçıyor. Bu demagojik fırsatçılığı daha da seviyesizleştiren olguysa, engellenen birkaç TIR'a karşılık yaklaşık iki bininin Suriye'de çeşitli silahlı gruplara ulaşmış oluşu!

13 Kasım 2015 Cuma

Sahte fotoğraf, yanlış bilgi, vesaire

İktidar, para, güç sahibi olmayan sıradan insanlar için sosyal medyanın ne kadar hayatî bilgi kaynağı olduğu ortada. Hele Türkiye gibi, büyük işletmeler halinde vücut bulmuş yerleşik basının giderek ideolojik propaganda aygıtına dönüştüğü, dönüşmeyen kısmına da ağır baskı uygulanan, hattâ elkonan ülkelerde. Sosyal medyadaki en ciddî mesele de, yalan yanlış bilginin hızla dolaşıma girmesi, anında düzeltilse bile bu düzeltme girişiminin fayda etmemesi, yanlış bilginin dolaşmaya devam etmesi. Bu zararlı süreç, mücadeleli, çekişmeli konularda, çoğunlukla, dönüp bilgiyi yayanı vuran bir bumerang da üretiyor.

Daha önce iki ayrı yazıda, özellikle hak-hukuk-adalet mücadelesi veren, sağlıklı bilginin, hakikatin ortaya çıkmasından yana olan insanların bu mekanizmadan zarar göreceğini anlatmaya çalışmıştım. Yazıların ilki şuydu: Hakikat aramanın lüzumuna dair bir açıklama; ikincisi de şu: Hakikat bizim kalsın, yalan onların.

25 Ekim 2015 Pazar

"Oy ve hilesi"ni anladık da, İrem Çevik kim?

AKP propaganda aygıtı veya bu aygıtın sosyal medya kolu, yeni bir atağa kalkıştı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en yüz ağartıcı girişimlerinden biri olan Oy ve Ötesi'ni karalama ve kriminalize etme operasyonunun bir ayağı olarak, Twitter'da "Oy ve Hilesi" diye bir hesap açtılar. Ve bu hemen, Hilal Kaplan başta, vazifeli popüler kimselerce paylaşılıp devreye sokuldu. Ve karşımıza, muhtemelen bir defa daha başarısız kalacak şekilde "dibi yok" dedirten bir başka sefil vaziyet çıktı.

Hile yapma derdi olanlar dışında kim Oy ve Ötesi'ne gıcık olabilir? Bu gerçek bir sorudur. Fakat şimdilik geçiyoruz, konu başka.

Jiyan.org -taze engellendi, Tor browser paketi veya VPN kullanarak erişebilirsiniz- yazarı Efe Kerem Sözeri ayrıntılı olarak anlatıyor, ben burada, büyük ölçüde ondan aldığım bilgilere dayanarak, kısa yoldan ifade edeceğim. "Oy ve Hilesi" adı altında, gönüllerinden geçeni simgeler bir isimle kurdukları hesap, aslında yeni değil. Varolan bir başka hesaba kullanıcı adı ve profil değiştirterek oluşturmuşlar. Eski hesap "Allah'ın seçtikleri" falan olsaydı, eyvallah diyebilirdik de, yanda gördüğünüz fotoğraf, işte o eski hesabın profil fotoğrafı. Adı güya "~~irem_çevikk"miş ve birtakım pek manalı sözler paylaşıyor, delikanlılardan güzel mesajlar alıyormuş. Kullanıcı numarasıyla Google araması yaptığınızda karşınıza çıkan görüntü de bu (sadece kenarındaki fuzulî şeyleri temizledim, içeriksel müdahale yok):


22 Ekim 2015 Perşembe

Yeni Şafak “söz söyleyin” diyor, söyleyelim

Radikal, 20.10.2015

İdraksizlikleri yüzünden “yediririz” sandıkları bir basit seçim numarası mıdır? Nihayet birilerinin aklı başına gelmiş veya dudaklarını kıpırdatacak cesareti bulmuş da harekete mi geçmişlerdir? Yoksa birileri, eridi bitti sandığımız vicdanlarının kalan parçalarından son bir insanlık hamlesi imal etmiş, hep beraber ateşe atılmamızı mı önlemek istemişlerdir? Bunları bilmiyoruz. Lâkin İstanbul'da bir polisin gencecik bir kadını evinin kapısı önünde, hiçbir geçerli sebep yokken çekip vurduğu, kızcağızın hastanede can çekiştiği günün gecesinde, hükümet propaganda aygıtının yersen seçkin-seviyeli hücumcusu Yeni Şafak birden “haydi barışalım” atağına kalkıştı. “Türkiye için siz de bir söz söyleyin” çağrısının öne çıkarıldığı bu manevra, Türkiye'nin en berbat klişelerinden biri, “hepimiz aynı gemideyiz” motifi etrafında şekillendirilmiş görünüyor.

Duyuruyu görür görmez, ilk sözümü söyledim; “Berkin'in annesinden özür dilemekle, yuhlanmasını kınamakla başlayabilirsiniz meselâ” dedim.

Yeni Şafak'ın çağrısının şu koşullarda, bırakın inandırıcı olmayı, kulak verilmesi, işitilmesi bile neden imkânsızdır?

17 Ekim 2015 Cumartesi

Yalanları temizlemek kolay da sonra ne olacak?

Radikal, 15.10.2015

Yıldıray Oğur'un bir yazısı üzerine Radikal'de yazdığım yazının çok okunması, paylaşılması, sosyal medyada dolaştırılması, itiraf edeyim ki, beni memnun etmedi. “Ne biçim çakmış”lardan tatmin duymuyor, huzursuz oluyorum. Bu yazıyı Oğur'un manipülasyonları nedeniyle mecburî gördüğüm için yazmıştım. İlaveten, memleket bir felaketin içerisinde, daha büyüğüne sürüklenirken, polemikler şunlar bunlar biraz da fuzuli işler.

Yine de, madem yazdım, Yıldıray Oğur cevap vermiş, yine yalandan, iftiradan, daha çok da gerçeği eğip bükmekten medet ummuş, insanların aklında şüphe kırıntıları kalmasın diye, olabildiğince kısa tutmaya çalışarak birkaç konuda birkaç şey söyleyeyim; polemik âdabı bunu gerektirir. Âdap demişken... “Yıldıray uzun sokmuş, acıyor mu” türü seviyeli dokundurmalara karşı denmesi gerekenleri burada diyemem. İslâmcılıkta bir bu rezillik eksikti, deyip geçeyim. Fenası, insanlar olmasını istediklerine, inanmak istediklerine inanıyorlar ve böylece bir şey veya başka birşey olmayı seçtiklerinin bilincinde değiller.

16 Ekim 2015 Cuma

Taşgetiren'in "katli vaciptir" yazısı

Ahmet Taşgetiren'i Türk İslâmcı camiasının aklı başında, efendi, ölçülü insanlarından biri olarak tanımıştık. Gerçi Gezi isyanı günlerinden başlayarak, televizyonlarda en berbat manipülasyonların yapıldığı arenalarda matador yardımcısı olarak görev aldı ve üstüne hiç oturmayan bir militan propagandacı elbisesinin içine girmeye çabaladı. Yine de içinde ilk fırsatta ortalığa dökülüverecek bir zehri biriktirmiş olduğunu, açıkçası, fark edememiştim. (Ben zaten İslâmcı camiadan pek çok insan hakkında feci şekilde yanıldım; siyasî bir mevzudan bahsetmiyorum, kişilikten, insanlıktan bahsediyorum.)

15 Ekim 2015 Perşembe

Alçaklığın bugünkü, dünkü, evvelsi günkü... tarihi

Radikal, 13.10.2015

İktidar propaganda aygıtının az sayıdaki akıllı cengâverlerinden biri, Ankara katliamı üzerine, üzüntünün, acı paylaşmanın, başsağlığı havasının hiçbir yerine sızamadığı, ibretlik bir yazı yazdı: “Alçaklığın dünkü tarihi”. Hiçbir başlık, gerisindekilere bu kadar uygun düşmemiştir. Yalnız Yıldıray Oğur kendine haksızlık etmiş. Bu yazı nasıl olur da tek güne ait sayılır?

Oğur önümüze “olağan şüpheli”ler atarak başlıyor. Önce “Suriye istihbaratı” ve “cemaatçi savcı ve polisler”. Reyhanlı'da 55 cana mal olan patlamayla ilgili olarak “savcının elinde katliamın emrini Suriye İstihbaratı’ndan ‘Ebu Firas’ kod adlı Anas Asalieh'in verdiğine dair onlarca sayfalık tape, istihbarat notu, ifade var”mış.

Bir istihbarat işinde, “emri şu verdi” diye “onlarca sayfalık tape, istihbarat notu, ifade”! Ne ilginç! Mütemadiyen “emri bu verdi”, “emri bu verdi” diye konuşmuşlar.

Yazarın güçlü kanıtı şu: “Suriye’nin Türkiye’ye düşmanlığı açık, muhaberatın yapıp edebildikleri dünyanın malumu...”

23 Temmuz 2015 Perşembe

Karaalioğlu, kara propaganda, Türk basını

Gazeteler, televizyon kanalları yönetmiş tecrübeli medya mensubu Mustafa Karaalioğlu, 30'u aşkın insanın can verdiği katliamın ardından NTV'de konuşuyor:
"Tam bilmiyoruz, bir IŞİD eylemi mi. Yani fotoğraf onu gösteriyor. İşte, MLKP diyenler de var şu anda, bir tür öyle bir iddia da var ortada. Çünkü oradaki fraksiyonların ne kadar birbirlerine acımasız olduklarını geçmişte de biliyoruz. Bir IŞİD eylemi ise..."
Gereksiz olduğunu biliyorum. Belge kalsın. Basit, elzem sorular:
• "MLKP diyenler" kimler? (Yani: öyle birileri var mı?)
• "Fotoğraf" IŞİD ihtimalini "gösteriyor" ise "MLKP diyenler"in hangi argümanları bu ikinci iddiayı da zikretmeyi gerektirecek güçte?
• Güçlü veya değil, bu argümanlar neler?
• "MLKP diyenler"i argümanlardan ötürü değil de sıfatlarından/konumlarından ötürü ciddiye almamız gerekiyorsa bu özellikler nelerdir?
• "Geçmişte"ki hangi olay, bize Suruç'taki bu katliamı MLKP veya bir sol "fraksiyon"un yaptığını düşündürüyor?
• "Oradaki fraksiyonlar" kimler?

"Yüzde ellinin medyası olmasın mı?" teziyle, Türkiye'de gazeteciliğin, zaten içinde debelendiği bataklıkta, bir daha hiç çıkamayacağı kadar derinlere batmasına yolaçanlar arasında seçkin yerini alan Karaalioğlu, elbette bu soruların cevaplarını bizim kadar biliyordu. Buna rağmen, sırf ortadaki mâkûl izahatı bulandırmak ve hakiki katliamcıları esirgemek için mesnetsiz bir MLKP lafını ortaya sürüyordu. İzleyici, o an için, net bir "IŞİD" lafı duymak yerine, "başka birileri de olabilirmiş" bulanıklığında, buruşturulmuş bir mesaj alacaktı; hedef buydu.

Bunun adı, dezenformasyonla karışık kara propagandadır. Angaje propagandacıların gazeteci kimliği ve sıfatıyla ortalıkta dolaşabilmesi, Türkiye basın ortamının meslek ahlâkından, değerden yoksunluğu sayesindedir.

14 Temmuz 2015 Salı

Kabataş, mavra değil yargı konusudur

Kabataş yalanıyla ilgili ifşaat ve kapışmalar bizi ne yazık ki yine yanlış bir zemine sürükledi. Memleketteki hakiki vazifesini henüz tam anlayamadığımız, köşeyazarı suretindeki bir şahsın, "canım, buna da gerek yoktu" havasındaki ifşaatı ile, Kabataş icracılarından birince bu adamın "tetikçi", patronunun "şuursuz" diye nitelenmesi, AKP karşıtı cephede neşeli tezahüratla karşılandı.

"Ne güzel birbirlerine girdiler!" sevinci şuursuz bir sevinçtir. Bundan iyi hiçbir sonuç çıkmaz. Mesele, o yalanın o zamanlama ile ortaya atılması sonucu oluşmuş tahribatı giderebilmek. Akıldışı ayrıntılarını bir yana bırakıp "başörtülü bacıma saldırıldı" kısmına inanmış insanlara yalanın yalanlığını anlatabilmek gerek. Bu bir.

İkincisi, bu mesele, "aa, bak, yalanları çıktı!" muhabbetiyle geçiştirilebilecek bir mevzu değil.

5 Mart 2015 Perşembe

Kaba sensin, taş da sana düşsün

Hükümet propaganda aygıtının -yanılmıyorsam- on üç yazarı, yaratıcılık gösterip kişisel versiyon geliştiren birinin ürettiği nüans dışında, köşeyazısına aynı başlığı attı: "Diliniz kaba, vicdanınız taş". Bu, Türkiye'deki temel meselenin siyasî değil ahlâkî olduğunun yeni bir kanıtı yerine geçiyor. Zira kabalıkta ve vicdansızlıkta sınır tanımayan bir propaganda aygıtının utanmaz temsilcileri, hem çıplak hem çok tehlikeli bir yalanın yalanlığını gizleyebilmek uğruna yeni numaralar sergiliyor, yeni düzenbazlıklar yapıyorlar.

Bakın, şurada Kabataş yalanı konusunda yazdığım yazıların linkleri yeralıyor; tıklayın, bir göz atın. Kabataş yalanı, yalan mıydı değil miydi denecek bir hadise değil. Üstelik, korkunç bir kışkırtıcılık örneği. Bu yalan, linç girişimlerine sebep olabilirdi. Sırf söylenmesiyle bile yarattığı duygusal gerilim, toplumsal ortamı zehirlemeye yetti.

20 Şubat 2015 Cuma

Hayatı istila etmiş bir canlı türü

"Aramızda yaşayan..." demek isterdim, ama diyemiyorum, çünkü neredeyse biz sıradan insanlar onların arasında yaşıyoruz. Çoklar. Sayıları bizden çok değil; yaygaraları, cazgırlıkları, şirretlikleri, nereye dönsen oradan karşına çıkabilme yetenekleriyle ortalığı kaplıyor, zehirliyorlar. Hayatı karartmayı, azıcık taze her soluğu kesmeyi başarabiliyorlar.

Eğer, özellikle bu canlı türünün de üretim ve dağıtımına şevkle iştahla katıldığı yaygın "fail kültürü"nü benimsemiş biriyseniz, işiniz kolay. Bu canlılara söver sayar, döner gidersiniz. Maksadınız mesele halletmekse, yandınız. Ortamı dezenfekte etme şansınız olsa bile bunların yaydığı kötülük kolay kolay temizlenemiyor.

Bu canlı türünün nümuneleri, iki karşıt cephede, iktidarın propaganda aygıtında ve sanırım kendilerine sorsak sıkı muhalifler olduklarını söyleyecek şımarık büyükşehir insanları arasında bolca bulunuyor.

Muktedir utanmazlığı


İlk alt-tür, hükümete, onun basınına, hizmetkârlarına, silahşörlerine, yalakalarına yapılan her türlü eleştiriyi İslâm'a ve dindar halka yapılmış göstererek eleştirel sözün kendi mahallelerine sokulmamasını, ona kulak verilmemesini sağlamaya çalışıyor. Basit bir yöntemle: söyleneni değil söyleyeni hedefe koyarak onu dinlemeye değmez kılma. Bunun için tabiî ki bu toprakların, her türlü egemen tarafından titizlikle yeniden üretilmiş sistemli cehaletinden, öğrenme isteksizliğinden, "hak geçmesin" duygusunun eksikliğinden ve fail kültüründen yararlanıyorlar. Tıpkı karşı cephedeki acımasız benmerkezciler gibi. "Ha, o mu demiş? O zaten ...dir." Eleştiri karşısında, büyük-küçük her türlü iktidarın savunucusu ilk bu silaha sarılıyor. Ve ne yazık ki, neden değil fail arama çağdaş Türk felsefesinin temeli olduğundan, birçok insanı da bu çukurlarla dolu, çamurlu yola sürükleyebiliyorlar.

Araştırıcı titizliği ve üşenmezliğiyle Türkiye'nin en vasıflı gazetecilerinden biri olabilecekken bir tür masabaşı Goebbels'i olmayı seçmiş bir kimse, meselâ, İslâmcılara "dini ne hale getirdiniz" eleştirisi yapıldığında, bu ülkenin Müslüman çoğunluğunun eleştirilmesi gereken eylemlerine değinildiğinde, sana "Türk Pegida hareketi" damgası vurarak saldırıya girişiyor. Yazılana bakmıyor bile. Acaba herifin dedikleri arasında kayda değer, haklı, hesaplaşılması gereken bir şey var mı? Böyle bir sorusu yok. Biliyor ki, bunları söyleyen, şu andaki iktidar pratiğini onaylamıyor. Dolayısıyla bir an önce susturulması, hele samimi Müslümanlara asla ulaşamaması gerekir. (Propagandacıya kötü haber: Ulaşıyor.)

8 Şubat 2015 Pazar

Akif Bey, Matmazel'e karşı

Akif Bey, belli ki sana puan getirecek bir iş yapmışsın. Devletin üstüne çullandığı bir yabancı gazeteciye verip veriştirmiş, onu tehdit etmiş, aşağılamaya kalkmışsın. Aferin. Kadına "yakarız seni!" dediler, kaçmadı; bir de alenen tehdit edilmesi gerekmiş. Bu iş de sana mı düştü? Ondan mı yaptın? Aferin.

Yalnız yaşayan kadının evinin kapısına dikilip haykıran, bağıran çağıran takım elbiseli bir adam geldi gözümün önüne. Arkasında mahallenin kabadayısı, polisi, bekçisi; kadın camı açıp da tek söz etse hep beraber çekip copları sopaları çullanacaklar üstüne. Kadın yalnız olmasa, arkasında bütün o kuvvet hazır beklemese, tutup da kabadayılık edebilecek birine benzemiyor hayalimdeki takım elbiseli adam. Kabadayı gibi yürümüyor, polis gibi silahı yok, bekçi gibi bıyığı yok. Zaten normal şartlarda kimseye posta koyabilecek birine de benzemiyor. İktidar hormonundan tatmış, bir cesarettir boy atmış yüreğinde. Aferin. Yerde insan tekmeleyenin gördüğü itibar açmış gözlerini: Evet, itibar burada! Aferin. Taksim'de çembere alınıp dizaltından tekmelenen CNN muhabirinin vaziyeti mi ilham verdi? Bir dizaltı tekmesi de ben olayım, istedi zaar.

Frederike Geerdink için ileride, devir değiştiğinde, insanlar, "burayı sevdi, geldi burada yaşadı" diyecekler. Senin için ne diyecekler, Akif Bey? Nereyi, neyi sevdi, diyecekler?

Frederike Geerdink için, "çalışıyor, emeğiyle hayatını kazanmaya uğraşıyordu" diyecekler. Herhangi bir iktidara hizmet etsin diye muktedirlerce oraya buraya yerleştirilen piyonlardandı, demeyecekler.

Çok eş dost, arkadaş edinmişti burada, diyecekler. Onlardan çıkarı, belki birlikte yemeye içmeye gittiklerinde hesabı ödetmemişlerdir, odur, diyecekler. Hiçbir özel yeteneği, kapasitesi, bilgisi, uzmanlığı olmadığı halde muazzam maaşlarla konforlu işlere konanlardandı, demeyecekler.

Şunu güzel yazmıştı, şunu da yanlış yazmıştı, gazeteciydi işte, diyecekler. Şunu göze girmek için, bunu yaranmak için, şunu da vazifeyle yazmıştı, demeyecekler.

PKK = IŞİD saçmalığına değinmiyorum; Geerdink'e mütemadiyen "matmazel" diye hitap ederek, geleneği köklü, piyasası geniş bir bayağılıktan, yabancı nefretinden medet ummanı hiç yadırgamıyorum, Akif Bey. Yine de üzerinde Matmazel Nikolun o kırmızı ipekli gömleğiyle bunu yapıyor olman ne müthiş. Aferin.

Akif Beki'ye sahiden sormak isterdim, ileride nasıl hatırlanacağını, kendisi için neler söyleneceğini düşünüyor?

16 Aralık 2014 Salı

Akşam vakti iki haber

Benim için bugünün iki rastgele olayı. İlki, internette gördüğüm bir haber, ikincisi TV'de rastgeldiğim bir konuşma.

Haber, İnsan Hakları Derneği'nin "toplu mezarlar" listesini güncellemesine ilişkin. İHD Diyarbakır Şubesi basın toplantısı, yapıp, 2011'de hazırladığı bir listeyi güncellediğini duyurmuş, yeni rakamlar vermiş. İHD Genel Başkan Yardımcısı ve Diyarbakır Şube Başkanı Raci Bilici'nin verdiği rakamlara göre, Türkiye'nin 25 ayrı ilinde 348 toplu mezar var. Buralarda 4 bin 201 insanın cesetleri bulundu. Kurbanlar, 1990'lardaki kirli savaş sürecinde öldürülen Kürtler. Devlet, JİTEM başta, kurduğu cinayet şebekeleri aracılığıyla Kürtleri topluca ve gizlice öldürüp cesetlerini kaybetmeyi bir politika olarak yürütmüştü.

27 Kasım 2014 Perşembe

Onları niye savunamayız?

AKP propaganda mekanizmasında yaşanan sarsıntı, basit bir “neler oluyor?” tartışmasından fazla gürültü koparttı. daha fazlasını da kopartmalı. Çünkü Star grubu “medya grup başkanı” ile, Star ve Akşam gazeteleri genel yayın yönetmenlerinin beklenmedik bir operasyonla aynı anda görevden alınması, bir değil birçok bakımdan anlamı olabilecek bir gelişme. İktidarın propaganda mekanizmasının gelecekteki şekillenmesine dair sunabileceği verilerin yanısıra yaratabileceği sonuçlar olabilir. Siyasî boyutu olabilir, iktidar çevresinde, hattâ “mutfağı”nda işlerin nasıl yürütüldüğüne dair önemli işaretler içeriyor olabilir, yakın geleceğe dair fikir veriyor olabilir.

Bir tek şey olamaz: Bu konunun gazetecilikle, basınla, hele basın özgürlüğüyle uzaktan yakından ilgisi olamaz. Bir vakitler gazeteci sayabileceğimiz bu insanların son birkaç yıllık angajmanları, pratikleri, neyi niye ve nasıl yaptıkları ortada. Tarafsız bir göz, Mustafa Karaalioğlu, Yusuf Ziya Cömert ve Mehmet Ocaktan’ın gazeteci sıfat ve kimliklerini kaybetmiş olduklarını teslim edecektir.

Bu konuda sayısız kanıt sunulabilir (üşenmem, biliyorsunuz, lâkin o cenahtan kulak veren olmayacağından böyle bir işe kalkışmayacağım). Sadece Karaalioğlu’nun bir ara her vesileyle tekrarladığı, “Yüzde ellinin medyası olmasın mı?” haykırışını hatırlatacağım. Bunu hangi bağlamlarda nasıl bir içerikle gündeme getirdiğine bakılması (ve %50 = parti = lider denkleminin akılda tutulması) çok aydınlatıcı olacaktır. Bu soru işin özünü içeriyordu.