Gazetecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gazetecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2017 Perşembe

Kaymakamlık bana ödül verdi

21 Eylül 2017 günü, Türkiye baskılar-yasaklar tarihi ölçüleriyle bile hayli çapsız, düşüncesizce ve beklenmedik görünen bir icraatla karşılaştık: Beyoğlu Kaymakamlığı, evet, içişleri bakanlığı, vali değil, artık her şeye karar veren tek ağız da değil, kaymakamlık, Musa Anter ve Özgür Basın Şehitleri Yarışması Ödül Töreni’ni yasakladı. Gerekçe… yok. Evet, yok. “Yasaklanmıştır” dediler.

27 Şubat 2017 Pazartesi

Medya, politik psikoloji, devlet, "terör"

Al Jazeera Türk'te, Politik Psikoloji Derneği Genel Sekreteri Rifat Serav İlhan'ın bir yazısı yayımlandı: "Medya ve terör". Ankara Üniversitesi Politik Psikoloji Uygulama ve Araştırma Merkezi danışma kurulu üyesi de olan İlhan, medyayı devletle bütünleştirmenin münasip yollarını ararken, bütünüyle işlevsizleştirmeye kapı açacak tehlikeli bir yaklaşımın tipik örneğini de sunuyor.

"Medya," diye yazıyor İlhan, "modern demokratik toplumlarda toplum ve karar vericiler arasında iletişim kurulmasında önemli rol oynar, toplumun ve karar vericilerin tutum ve kanaatlerinin şekillendirilmesinde de kullanılabilir."

Kullanacak olan kim? Yazar özneyi hemen bu cümlenin ardından isimlendirmiyor, ancak yazının her satırına sinmiş önkabulden, bunun "devlet" veya "karar vericiler" olduğunu anlıyoruz. Bir tür "millî güç" yaklaşımı, yine!

19 Şubat 2017 Pazar

"Sizden nefret ediyorum ama olmazsanız olmaz"

Arizona senatörü McCain (John Sidney McCain III), eski subay. Vietnam Savaşı’nda, Hanoi’yi bombalarken uçağı düşürüldü, ağır yaralı halde Kuzey Vietnamlılarca ele geçirildi, altı yıl kadar tutsak kaldı. Pek iyi muamele görmediğini tahmin edebiliriz. O zamandan bedeninde davranışlarını etkileyen epey hasar kaldı. Emekli olduğunda, babası ve dedesi gibi dört yıldızlı amiralliğe yükselememiş, yüzbaşı rütbesiyle yetinmişti. Rütbe bir yana, tipik "asker aile" çocuğuydu. 1982’de Temsilciler Meclisi’ne seçildi, sonra hep politikanın içinde oldu. 2008’de Obama’ya karşı Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayıydı; kaybetti. Daha önce de, 2000’de, başkan adaylığına kalkışmış, parti içinde, George W. Bush’a karşı kaybetmişti.

NBC’nin “Meet the Press” programında McCain’e, ABD’nin şu andaki başkanı Donald Trump’ın basını “Amerikan halkının düşmanı” ilan edişi hakkındaki görüşünü sordular. McCain lafa, “Basından nefret ediyorum, özellikle sizden nefret ediyorum,” diye girdi. “Ama gerçek şu ki, size ihtiyacımız var.” Senatör, “özgür basın”ı “mecburiyet”, “hayatî ihtiyaç” diye niteledi. Bildiğimiz anlamda demokrasi diye bir şey olacaksa, “özgür basın”a, hattâ “düşmanca bir basına” mutlaka ihtiyaç olduğunu söyledi. “O olmazsa,” dedi, “bireysel özgürlüklerimizin o kadar çoğunu kaybederiz ki…” Noktayı da şöyle koydu McCain: “Diktatörler işe böyle başlar.” Ne kasdettiğini soru üzerine açıkladı: “Özgür basını baskı altına alarak…”

7 Aralık 2016 Çarşamba

Gazetecilik üzerine yazılar

Üç haftadır P24'teki yazılarımı gazeteciliğin dönemsel gibi gözüken yapısal sorunlarına ayırıyorum. Çeşitli araştırma ve istatistiklerden de faydalanarak yazdığım yazıların sadece meslektaşlarımızı ilgilendirmediğini, genel olarak "medya" sorunlarına merak duyan herkesin bunlarda işine yarar birşeyler bulabileceğini sanıyorum. Şimdilik üç yazı oldu, gerisini getirmeye çalışacağım.

Ana akım medyanın tekliğe ve yokluğa gidişi
Mağdurlar ve "normal insanlar"dan uzakta gazetecilik
Sürat sanıldığından tehlikeli

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Yeni bir gazete: duvaR

Gazete duvaR 7 Ağustos'u 8'ine bağlayan geceyarısı yayına başladı. İyi bir gazete olsun, doğru dürüst gazetecilik yapılan, haber verilen. düzgün yorum yapılan bir yer olabilsin, hak ettiği bir ilgi görsün, çok yaşasın. Yayın Yönetmeni Ali Topuz'un "Merhaba" yazısında öne çıkardığı niyet, böyle bir şey; bu, basın ortamının giderek kuruduğu memleketimiz için umut verici.

DuvaR'da ben de yazacağım. Hattâ ilk yazımı yazdım bile. Ali Topuz'a "fotoğraflı köşeyazarı" konumunda olmak istemediğimi, haberciliğin daha yakınında biryerlerde dolaşmak istediğimi belirttim; ve iftiharla söylemeliyim ki, "tavizsiz ve kararlı tutumumla" göz boyayarak, fotoğraf çekiminden yırtarak vs... bunu kabul ettirdim! Okurların ilk anda gözüne çarpmayabilecek bağlantılara, ayrıntılara işaret eden, olan bitenin daha iyi anlaşılmasına hizmet edecek yorumlarla gazeteye katkıda bulunmaya çalışacağım. Dolayısıyla oraya yazacaklarımın belirli bir günü, periyodu olmayacak.

Bu tabiî, ister istemez, Riya Tabirleri blog'undan apartılacak bir enerji ve dikkatle mümkün olacak. Çünkü P24'teki haftalık toparlamalara, geri plan-izahat yazılarıma da devam edeceğim. Umarım bu blog'u çok da fazla ihmal etmeden hepsini beraber götürebilirim. Belki de çok uzun süredir, hattâ blog'a ilk başladığım zamanlardan beri hayal ettiğim şeyi yapabilir, buraya, iç karartıcı siyasetimiz ve toplum hayatımızın, soluğumuzu dahi kirleten isinin pusunun bulaşmadığı, farklı konularda birşey yazabilirim, ufuk açıcı işler yapabilirim. Umarım...

13 Temmuz 2016 Çarşamba

ABD'li gazeteci Marie Colvin nasıl öldürüldü?

London Sunday Times için çalışan muhabir Marie Colvin, Fransız fotoğrafçı Rémi Ochlik, Fransız muhabir Edith Bouvier, Suriyeli gazeteci Veyl el-Ömer ve Britanyalı fotoğrafçı Paul Conroy, 22 Şubat 2012 günü Humus'ta bombardımanda can verdiler. Center for Justice and Accountability (CJA), Colvin'in ailesiyle birlikte, sorumluların cezalandırılması için Washington DC'de federal mahkemeye başvurdu. Bu başvuruda Esad rejimi, Colvin ve öteki gazetecileri takip etmek ve kasıtlı olarak öldürmekle suçlanıyor.

Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü hem bu girişim için yardımcı oldu hem de davaya sahip çıkıyor. STG, gazetecilerin hedef seçildiği görüşünde.

Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Müdürü ve Oklahoma Üniversitesi öğretim üyesi Joshua Landis, Syria Comment sitesinde, bu teze karşı çıkan bir yazı yazdı. Landis, Colvin'in ölümünün trajik olduğunu, ama gazetecilerin özellikle hedef seçilmediklerini ileri sürdü. Landis, Washington Post'ta Dana Priest'in Colvin ailesinin iddialarını aktardığı makalede ("War reporter Marie Colvin was tracked, targeted and killed by Assad’s forces, family says") yeralan birçok ayrıntıyı tartışma konusu yaptı ve bunların başka versiyonlarını sundu.

"Ne yazık ki" bütün sözünü ettiğim kaynaklar İngilizce. Konu gazetecileri yakından ilgilendiriyor. Belki değerlendiren olur diye bunlara işaret etmek istedim.

11 Temmuz 2016 Pazartesi

"Bahoz Erdal öldürüldü" iddiası üzerine yazı

"Bahoz Erdal öldürüldü" iddiasının inandırıcılığını, ciddiye alınırlığını merak edenler için, ik-üç gün içinde yayımlanmış, ulaşabildiğim her şeyi didikleyerek uzun bir inceleme yazısı yazdım; P24'ten okuyabilirsiniz. PKK'nin üst düzey komutanı Bahoz Erdal'ı (Fehman Hüseyin) öldürdüğü iddiasıyla ortaya çıkan, şu ana kadar adı duyulmamış örgütle, adıyla, amblemiyle ilgili tuhaflıklardan, iki sene önceki videonun negatife dönüştürülüp "işte Bahoz Erdal'ın aracının vuruluş ânı" diye sunulmasına, bunun sonuna konan tuhaf "Munferid el-Kuzguni" ismine, devlet yetkililerinin aşırı temkinli beyanlarına, ortalıkta epey acayiplik var. Konuyu merak ediyorsanız göz atmanızı tavsiye ederim.

9 Haziran 2016 Perşembe

CNN Türk'ün "cinsel ilişki" münasebetsizliği

Bir süredir ardarda irili ufaklı rezaletler yaratmakla meşgul olan CNN Türk, bugün de bir haberiyle insanların sinirini bozdu. Bu kuruluşa (web sitesine) bugün söylenen her laf haklı. Yaptıkları, ne insanlık ne gazetecilik açısından mazur görülebilir şey değil.

CNN Türk'ün bu defaki rezaleti şu: "IŞİD 19 Ezidi kadını cinsel ilişkiye girmedikleri için yakarak öldürdü". Haber başlığındaki münasebetsizlik, spotta da tekrar ediliyor: "IŞİD militanlarının Musul'da 19 Ezidi kadını, militanlarla cinsel ilişkiye girmeyi reddettikleri için bir kafesin içinde canlı canlı yaktığı ortaya çıktı". Aynı şuursuzluk haberde de sürüyor: "Seks kölesi olarak satılan 19 Ezidi kadın militanlarla ilişkiye girmeyi kabul etmedi..."

9 Mayıs 2016 Pazartesi

Gazetecilik kuralı: Muhabirlik yapmazsan alet olursun

Stratejik iletişim alanında ulusal güvenlik danışman yardımcısı olarak görev yapan bir Amerikalı, Ben Rhodes, gazeteciliğin bugününe, eksikliğine, gazetecilik doğru dürüst yapılmadığında nasıl karşıtına, bilgi vermek yerine hakikatin öğrenilmesini engelleyen bir mekanizmaya dönüşebileceğine dair ibretlik sözler söyledi.

Bu kadar önemli oluşları, bu sözlerin ilk defa böyle ifade ediliyor oluşundan değil. Olgusal bakımdan da önemli, söylenen, orası veri. Ancak bunları özel kılan, yaşanmış bir süreçten hareketle, bizzat süreci yöneten kimse tarafından, yani basını yönlendirmeyi başaran siyasetçi tarafından açıklıkla dile getirilmeleri ve bu kimsenin, kendini başarısını övmek yerine, kolayca başarı kazanmış oluşunu sorun sayıp buna dikkat çekmesi.

ABD-İran nükleer pazarlığına ilişkin konuşulurken, Rhodes, görüşmelerin “ılımlı” Hasan Ruhani’nin başa geçişinden sonra başlatıldığına dair bir “anlatı”yı kamuoyuna nasıl sunduklarını anlattı. Oysa bu pazarlığa İran’ın Ahmedinecad’lı “kemik” yönetimi varken girişilmişti, ama kamuoyunu ikna etme bakımından, “yönetim ılımlılara geçtikten sonra bu adım atıldı” hikâyesinin daha elverişli olacağı öngörülmüştü. Rhodes, gazetecileri kullanarak her istediklerini kamuoyuna istedikleri gibi iletebildiklerini belirtti.

ABD-İran nükleer pazarlığı konusunun ayrıntılarının burada yeri yok. Mesele ettiğim kısım, Ben Rhodes’un sözleri, şöyle:
“Bütün bu gazetelerin dışarıda büroları vardı. Artık yok. Moskova ve Kahire’de ne olup bittiğini açıklayalım diye bizi arıyorlar. Yayın organlarının büyük bölümü dünya olaylarına dair haberlerini Washington’dan yapıyorlar. Konuştuğumuz muhabirlerin ortalama yaşı 27 ve muhabirlik tecrübeleri sadece seçim kampanyası izlemekten ibaret. Bu köklü bir değişim. Sahiden hiçbir şey bilmiyorlar.”
Olayın gazetecilik "asgarîsi"nde çıtanın bizdekinden fersah fersah yukarıda bulunduğu ABD'de yaşandığını hatırlatmayı münasip buluyor, bütün bunların bizleri ilgilendirmediğini, Türk basınıyla alâkası olmadığını ayrıca belirtmiyorum artık...

4 Nisan 2016 Pazartesi

Kabaca “Panama belgeleri” - nedir, nasıl bilgi alınır?

Dünya çapında, uluslararası şirketler ve devlet ileri gelenlerinin denizaşırı vergi cennetlerine aktardıkları paralarla ilgili milyonlarca belge, bunların işlerini yürüten bir hukuk firmasından elde edildi. Burada esas olarak, adı var kendi yok şirketler kurup vergi kaçırma, kara para aklama ve şaibeli transfer işlemlerini gizlice yapma gibi dümenler sözkonusu. Yüzü aşkın haber kuruluşu aynı anda bunlarla ilgili yayına başladı. The Guardian’dan ve Araştırmacı Gazeteciler Uluslararası Konsorsiyumu’nun (ICIJ = The International Consortium of Investigative Journalists) sitesinden özetleyerek aktarıyorum:

Öncelikle, Mossack Fonseca firmasının belgelerinin ortaya dökülmesi, şimdiye kadarki en büyük ifşaat hadisesi. 2010’da Wikileaks’in açığa çıkardığı ABD diplomatik mesajlarından da, 2013’te Edward Snowden’in dünyayı haberdar ettiği gizli istihbarat belgelerinden de daha fazla bilgi sözkonusu burada. Ortada on bir buçuk milyon ayrı belge ve 2.6 terabayt bilgi var.

11 Şubat 2016 Perşembe

Yolunda mı işler, memnun muyuz inşallah?

Radikal, 09.02.2016

Eğleniyor muyuz inşallah? Nihayet şöyle gönül rahatlığıyla “oh oh” çekebiliyorsunuz. “Haydi!” dediler, parti binalarına saldırdınız, insan dövdünüz, dükkanları yaktınız yıktınız, bombalar patlattılar, sevmediklerinizi öldürdüler, sevindiniz, daha çok patlattılar, daha çok öldürdüler, daha çok sevindiniz, daha da çok patlatıp öldürdüler, sevinçten şuurunuzu yitirdiniz, saygı duruşu ıslıkladınız, iyi insanların parçalanmış cesetleri üzerinde tepindiniz, kendinizden geçtiniz; hürmet değilse tahammül içerisinde izlenmesi gereken son yolculuklar sizin galiz küfürleriniz eşliğinde yapıldı, içinde oynaştığınız, haysiyetinizi bandığınız ve etrafa saçtığınız çamurun renginde örtü örtüldü hayatın üstüne, herkes o kirli kahverengiye bulandı. Nasıl? Hoşlaştınız mı inşallah?

Kürt öldürmek yine serbest. Üstelik onlara Ermeni diye küfür ederek. Ooo! Yeme de yanında yat! Mesut muyuz, bahtiyar mıyız, canlandı mı ecdâdın bütün ulvî hisleri ve yakıp yıkma, kırıp dökme, fethetme zaptetme dürtüleri, kendinizi seçilmiş seçilmiş daha da seçilmiş hissediyor musunuz inşallah?

21 Ocak 2016 Perşembe

Refik Tekin gazeteci, AA değil

Anadolu Ajansı, bir "resmî ajans" olmanın bütün icaplarını yerlere saçmıştı, şimdi üzerlerinde tepiniyor. Bütünüyle parti-devletinin içe yönelik propaganda aygıtının parçası haline gelen resmî ajans, bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası itibarına darbe üzerine darbe vuruyor. Eğer dünyada hâlâ AA'yı izleyen gazeteciler, yayın kuruluşları, dışişleri görevlileri, akademik çevreler şunlar bunlar kaldıysa, muhtemelen bizim adımıza büyük utanç duyuyorlardır.

Kürtlere karşı savaşta cephe yayıncılığı yapan AA'nın son marifeti, Cizre'de İMC televizyonunun kameramanı Refik Tekin'in de vurulduğu olayda ortaya çıktı. AA, Refik Tekin için "kameraman olduğu öne sürülen" ifadesini kullandı.


Tekin'in de aralarında bulunduğu bir grup insan, sokaktan yaralıları ve daha önce -Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin tedbir kararına rağmen- hastaneye götürülemediği için can veren Serhat Altun'un cenazesini almaya gidiyordu ve bu sırada tarandılar. Grupta HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız, Cizre Belediye eşbaşkanları ve İMC televizyonu muhabiri Saadet Yıldız da vardı. Refik Tekin bacağından vuruldu.

22 Aralık 2015 Salı

Olay çıktı, çocuk öldü, flaşlık bi durum yok

CNN Türk'ün akşamüstü 17:40 sularında, bir dakika içerisinde ardarda geçtiği üç haberden ilki, "Cizre'de yaralanan polis şehit düştü" başlığını taşıyordu ve Twitter'da kırmızı zeminli "Flaş Haber" kutusuyla duyuruldu. Haberde, "Tokat'ın Pazar ilçesine bağlı Menteşe köyü nüfusuna kayıtlı, evli ve 2 çocuk babası" polis Atilla Güneş'in, ilk tedavisinin ardından sevk edildiği Ankara GATA'da kurtarılamadığı bildiriliyordu.

CNN Türk, bunun hemen ardından, Nusaybin'de iki can kaybına dair bir haber geçti. "Nusaybin'de 2 kişi hayatını kaybetti" haberinin ilk bölümünü aktarıyorum (unsurların sıralanması, ölen iki insandan bir anda yangına geçilivermesi, iki can kaybının silikleştirilmesi dikkat çekici):
"Sokağa çıkma yasağının sürdüğü Nusaybin'deki Fırat Mahallesi'nde çıkan çatışmalarda 2 kişi yaşamını yitirirken, Yenişehir Mahalle Muhtarı Şakir Acar'a ait Abdulkadir Paşa Mahallesi'ndeki Çağ Caddesi üzerinde bulunan bürosunda yangın çıktı.

Çıkan yangının dumanını gören vatandaşlar, itfaiyeye haber verdi. Kısa sürede 2 itfaiye aracıyla yangına müdahale eden ekipler, yangını apartmana sıçramadan kontrol altına aldı.

Fırat Mahallesi'nde bugün çıkan çatışmalarda 41 yaşındaki Medeni Orak ile kimliği öğrenilemeyen bir kişi hayatını kaybetti.

Çatışmalarda öldürülen 2 kişinin cesetleri uzun süre vuruldukları yerden, güvenlik nedeniyle alınamadı. (...)"
CNN Türk'ün yaklaşık bir dakikalık süreye sığdırdığı haber duyurularından üçüncüsü, Diyarbakır'da gösteride öldürülen çocuğa ilişkindi: "Diyarbakır'da olaylar çıktı: 1 çocuk öldü". Evet, olaylar çıkmış, çocuk ölmüştü. Şöyle:
"Diyarbakır'da bugün gün boyu süren olaylar sırasında merkez Yenişehir İlçesi Seyrantepe semtinde göğsüne kurşun isabet eden 16 yaşındaki Şiyar Baran ağır yaralandı. Çevrede bulunanların yardımıyla Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne götürülen Şiyar Baran, doktorların yaptığı tüm müdahaleye rağmen hayatını kaybetti. Polis, Şiyar Baran'ın ölümüyle ilgili soruşturma başlattı. (...)"
Şiyar'ı kim vurmuştu, CNN Türk'e göre bu cevaplanması gereken bir soru değildi belli ki. Polisin olaydaki rolü, "soruşturma başlatmak"tan ibaretti. Kurşun, öyle "isabet etmiş"ti. Nusaybin'deki iki kişi gibi, Diyarbakır'daki oğlanın vurulup ölmesinin de "flaş"lık bir özelliği yoktu.

28 Kasım 2015 Cumartesi

İsminaz Ergün de gözaltında

Can Dündar ve Erdem Gül'ün tutuklanmasından sonra, bir de gözaltı. Sokağa çıkma yasağı sırasında Silvan'da olan bitene dair yazdığı yazıdan ötürü Etkin Haber Ajansı (ETHA) editörü İsminaz Ergün hakkında soruşturma açıldı. Ergün, bu soruşturmaya ilişkin belgeyi almak için İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne gitti. Fakat girişte gözaltına alındı. İsminaz Ergün'e önce, "örgüt propagandası" yaptığı iddiasıyla hakkında arama kararı çıkarıldığını söylediler. Sonra onu gözaltına aldılar, yarın savcılığa çıkarılacaksın, dediler. Ergün, "Silvan'da gerçekleri gördüm ve yazdım," dedi. "Orada namlunun ucunda haber takip eden gazeteci arkadaşlarımız vardı. Dün yine iki tane gazeteci arkadaşımız tutuklandı. Ülkede basın özgür deniyor ama değil."

27 Kasım 2015 Cuma

"Onu öyle" bırakmadılar

Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül, Suriye'ye gönderilen MİT TIR'larıyla ilgili haberden ötürü tutuklandılar. Gerekçe, "silahlı örgüte üye olmaksızın yardım". İki gazeteci, "casusluk"la da suçlanıyorlar. Suçlamaların herhangi bir haklı zemini olduğuna, iktidar sarhoşluğu veya yalakalığından gözü dönmemiş kimse inanmıyor. Buna karşılık, aklı başında herkes, bu iki gazetecinin Cumhurbaşkanının talimatıyla tutuklandığını düşünüyor.


Yargı, eskiden bir kurumun devlet adına asıp kesmesinin aracıydı, şimdi sivil bir iktidarın hüküm yürütme aracı. Hukuksuzluk kurumsuzluğa gidişi pekiştiriyor, zaten varolmayan toplumsal bütünlük, güvenilir ortak kurumları da olmayan bir ülkede, sonraki kuşaklara feci bir gelecek hazırlıyor. Sırf muhalif oldukları için iki insanın ömründen çalınıyor ve iktidarın gazeteci kılığında piyasaya sürdüğü, iktidar sarhoşu, kompleksli, aşağılık zevat, iki gazetecinin hapse atılmasını kendilerinden geçmiş halde, sevinç çığlıklarıyla karşılıyor. Ellerinden gelse, iki gazeteci demir parmaklıklar ardına konmadan yetişip bir-iki tane de vuracaklar. Bu seviyesizliğin hastalıklarımıza ne hastalıklar katacağını şimdiden görebiliyoruz. Türk İslâmcılığı yola çıkarken ahlâkı biryerlerde unutmuş meğer. Bu, Türkiye'ye çok pahalıya mal oluyor. (Sosyal medyada çokça dolaşmış oluşuna sığınarak, kimin çektiğini bilmediğim bu fotoğrafı izinsiz kullanıyorum.)

31 Ekim 2015 Cumartesi

Uyduyu Mısırlılar kaybetmemiş, suçlu tabiat

Konu hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ne Mısırlıların uzayda dolaşan Rus yapımı uydusundan haberim vardı ne de bunun kaybolduğundan. Az öncesine kadar.

Meğer Rusya'nın Energia firması Mısır için "Egypt -Sat 2" adlı bir uydu imal edip 2014 Nisan'ında uzaya fırlatmış; herhalde yörüngesine yerleştirilip işleyişi bir rutine oturtulduktan sonra, bu yılın Ocak ayında uydunun yönetimi Mısır tarafına devredilmiş. Ve geçen Nisan ayında bu uydu ile bağlantı kesilivermiş. 40 milyar dolarlık alet uzayın derinliklerinde kaybolup gitmiş.

24 Ekim 2015 Cumartesi

"Kürt şarkıcı sahnede öldürüldü" haberi

Feci bir olaya ilişkin haber, pek çok yayın organında aşağı yukarı şu başlıkla yeralıyor: "Kürt şarkıcı sahnede öldürüldü". Burada ya sahiden feci bir olayla ya da yanlış bilgiyle, ama her hâlükârda bir gazetecilik felaketiyle karşı karşıyayız.

Selim Serhed adlı şarkıcının İstanbul/Avcılar'daki bir türkü-barda, Kürtçe şarkı söylediği için sahnede bıçaklandığı bilgisi, şarkıcının bir arkadaşının ardarda attığı üç tweet'e dayanıyor (ilki burada). Onur Akay'ın Twitter'den duyurduğu şu: "Genç şarkıcı arkadaşımız Selim Serhed bıçaklı saldırıya uğradı ve hayatını kaybetti. Daha kötüsü, Kürtçe şarkı söylediği için sahnede bıçaklandığını duydum. Oysa Selim Serhed, barış şarkıları söylerdi! Allah ailesine ve çocuklarına sabır versin."

Birçok gazete ve haber sitesi, böyle korkunç bir olaya ilişkin haberi bu ayrıntılarla yetinerek duyurdu. Duyurmayanları bir yana bırakıyor, sırtını tweet'lere yaslayarak gazetecilik yaptıklarını sananlara eğiliyorum.

9 Ekim 2015 Cuma

"ABD'li yetkili"ye bu inanç ve aşk niye?

Rusya'nın Suriye'deki IŞİD ve El Nusra hedeflerine Hazar Denizi'nden füze atmasının yarattığı sansasyon sürüyor. Bazı haber ajansları ve gazeteler, "adının açıklanmasını istemeyen" bir "ABD yetkilisi"ne dayanarak, Rus Hazar filosundaki gemilerden atılan yirmi dört füzeden dördünün hedeflerine ulaşamayıp İran topraklarına düştüklerini iddia etti. (Çok yerde var, link vermiyorum.)

1 Ekim 2015 Perşembe

Ahmet Hakan'a saldırı - ilk an bilgileri

Hükümet propaganda makinesinin sık sık hedef aldığı gazeteci Ahmet Hakan, beklenen saldırıya uğradı. CNN Türk'teki "Tarafsız Bölge" programından çıktıktan sonra şöförünün kullandığı arabayla evine giden Hakan'ı dört kişi takip etti, evinin önünde arabasına çarptılar, sonra da dövdüler. Ahmet Hakan'ın bedeninde çeşitli kırıklar var. Kaburgası kırılmış, öğrenebildiğimiz kadarıyla.

İkisi de AKP milletvekili olan Mehmet Metiner ve Abdürrahim Boynukalın ile iktidar medyası mensubu Cem Küçük'ün Hakan'a yönelik tehditvarî sözleri, saldırıdan sonra ilk akla gelenler oldu. Böyle bir saldırıyı kimin ve neyin tahrik ettiğine dair şüphesi olan yoktur herhalde. En güçlü iki ihtimal şunlar: (a) mâlûm kışkırtmalarla dolup durumdan vazife çıkaran bazı iktidar partisi cengâverleri yaptı, (b) profesyonel bir iş.

Bu saldırı, her hâlükârda, fikir özgürlüğü, basın ve gazetecilere yönelik iktidar baskısında yeni bir aşamayı ifade ediyor.

Somut olgulara bakalım:

Saldırganların kullandığı araç kiralık, polisin söylediğine göre. Gözaltına alınan bir şüpheli, bu aracı kiralayan kişi, muhtemelen. Yani saldırganlar sahici bir kimlikle gidip araç kiralamış! Yakalanmamak gibi bir dertleri yok veya "yakalansak da bir şey olmaz" diye düşünebilmelerini sağlayan güvencelere sahipler.

İkinci nokta, saldırganların Hakan'ın aracını bir yerde beklemeyip eve kadar takip etmeleri. Doğan Grubu'ndaki gazeteciler, saldırganların aracının güvenlik kameralarına takılmış görüntülerini buldular ve soruşturmayı yürüten Asayiş Şubesi ekiplerine teslim ettikleri görüntülerden edindikleri izlenim böyle. Takip işi, saldırganların sonradan "kaza oldu, karşılıklı kızdık, küfürleştik..." cinsi bir ifadeye sığınmayı da akıllarından geçirmediklerini gösteriyor. Saldırıdaki taammüt unsurunu gizleme gereği duymamışlar. Yine ilginç bir özgüven seviyesine işaret. Zira taammüt (tasarlayarak, bile isteye yapma), suçu ağırlaştıran, cezasını artıran bir unsur.

Üçüncü nokta, saldırının Ahmet Hakan'ın evinin önünde yapılmış olması. "Evin önünde dövme", tehdit-gözdağı âleminde özel anlama sahiptir. Saldırının başkalarına yönelik sindirici etkisinin böylece artacağı umulur.

Dördüncü nokta şu: Dört kişi bir adamı takip edip kıstırıyor ve dövüyor, dövülen insanın vücudunda kırıklar var, ama hayatî tehlike yok. Bu elbette başlı başına kanıt sayılmaz, ama saldırganların "işi bildiğine" dair belirti sayılır. "Kesilecek ceza"nın baştan belirlenmiş bir "ölçüsü" olabilir yani.

Bunlara eklenmesi gereken bir olgu daha var: İstanbul Emniyeti, Ahmet Hakan'ın sürekli yakın koruma talebine on yedi (17) gündür karşılık vermemiş. Hakan'ın durumunda bu gecikme, iktidar partisi kaynaklı özel bir gıcıklıktan ibaret de olabilir ancak koruma verilmemesi-geciktirilmesi bu ülkede hiç hayra alâmet değildir, aksine, genellikle pek hayırsız işlere dalalet eder.

Şimdilik elde edebildiklerimiz ve düşünebildiklerimiz bunlar.

Ahmet Hakan'a ve gazeteci milletine geçmiş olsun.

28 Ağustos 2015 Cuma

Hakikat bizim kalsın, yalan onların

21 Kasım 2004'te, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz, Mardin/Kızıltepe'deki evinin önünde 13 kurşunla vurularak katledildi. Devlet, Uğur'un babasının terörist olduğu, Uğur'un polislere kaleşnikofla sekiz el ateş ettiği, polislerin başka çaresinin kalmadığı, kendilerini savunmak için ufacık çocuğu vurduğu yollu yalanlar uydurdu. Uğur'un ayağındaki terlikler, önlüğü, yakalığı, bir simge olarak Türkiye zulüm ve vicdansızlık tarihine, tek kare fotoğrafı da kimilerimizin zihnine kazındı.


28 Eylül 2009 günü, 12 yaşındaki Ceylan Önkol, Diyarbakır'ın Lice ilçesine bağlı Şenlik Köyü'ndeki evinin yakınında, açık arazide bir havan mermisi buldu. Nedir diye bakarken mermi patladı, Ceylan'ın bedeni minicik parçalara ayrıldı. Annesi parçalarını eteğine toplayıp taşımak zorunda kaldı. Ceylan'ın ufacık bedeninden etrafa saçılan parçalar kimilerimizin hayatına değmedi ama onun o kocaman açılmış gözleriyle tek kare fotoğrafı kimilerimizin hafızasına kazındı.

27 Ağustos 2015'te de Şırnak/Cizre'de yedi yaşındaki Baran Çağlı öldürüldü. "Çatışma sırasında çöken duvarın altında kaldığı" da söyleniyor, kurşunla başından vuruduğu da; kesin ve sağlıklı bilgi henüz teyit edilmiş değil. Baran'ın fotoğrafı sosyal medyada görülür görülmez pek çok insanın aklına aynı şey geldi: O da tek kare fotoğrafı olan çocuklardandı. Pozu, iktidarın uğramadığı semtlerin çocuklarına özgü, bakışları mahzun, biraz da öfkeliydi. Bu dünyada varolmasına izin verilmeyebileceğini kavramıştı; gözleri bunu belli ediyordu.

Baran'la birlikte, yine Cizre'de 10 yaşındaki Emin Yanaş'ın kısacık hayatının da son bulduğu duyuldu. Şu ana kadar onun fotoğrafını göremedik. Belki yoktu, belki paylaşılamadı. Görmesek ne fark edecek; onun da o mahzun, yoksun çocuklardan olduğunu biliyoruz. Dünyaya gelmiş, "hani benim payım?" demesine fırsat kalmadan zorla, zorbalıkla dünyadan gönderilmişti işte.

Cinayetlerin, katliamların, çocukların öldürülmesinin ağır manevî yükü altında yaşarken her şey zor. Hattâ anlamsız. Ama hak ve adalet mücadelesini sürdürmezsek yaşamanın ne anlamı var?