Sol-sosyalistler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sol-sosyalistler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Haziran 2015 Perşembe

Çünkü ben aptalım

Radikal, 25.06.2015


Değerli Radikal okurları, bu defalık affınıza sığınarak, bu sütunu kişisel bir izahat için kullanacağım. Yazı da biraz uzun olacak. Gazete yönetiminin de bu zarurî tercihim için bana anlayış göstereceğini umuyorum.

Salı günkü yazımdan ötürü “Twitter linci”ne uğradım. Tepkiye yolaçan mevzu beş-on dakika içinde ortadan kalktı ve yine geldik “yetmez ama evet” meselesine. Zaten bir kişi için “bu, yetmez ama evet oyu vermişti” demeniz, o insanın adi, aşağılık, yüzsüz, pislik, omurgasız, satılık vesaire olmasına yetiyor. Hayatının gerikalanında ne yaptığının önemi kalmıyor.

Toptan sıvamayı neden tercih ediyoruz? Çünkü bizde kimsenin şurada doğru burada yanlış yapabileceği varsayılmıyor. Çünkü muarızlar, muhataplar böyleyse, onları suçlayanlar da yanlış yapabilir oluyor. Halbuki hepimizin, özellikle siyasî hareket, parti önderlerinin yanılmaz olması gerekiyor. Bu yüzden, fikir ve eylemlerin tartışıldığı bir ortamımız olamıyor, kişilerin başa çıkarıldığı veya yere çalındığı bir kültürü hep beraber yeniden üretiyoruz. Bu, özellikle itibarsızlaştırma kampanyalarında işe yarıyor. Önce bir kişiyi alçak, hain vs. ilan edebilirseniz, gerisi kendiliğinden geliyor. O kişiye ait ne varsa alçaklığın, hainliğin parçası oluveriyor. Böyle bir kültürün, insanların kolayca harcanmasından da zararlı sonucu, dışına adım atılması müthiş cesaret gerektiren bir ortalama yaratması, aykırı görüşü, tartışmayı doğmadan öldürmesi. (Türkiye'de yaşadığımız için, insan harcama kısmını sekizinci plana atabiliriz.)

23 Haziran 2015 Salı

Zorunlu bir açıklama

Radikal'de yayımlanan, "Acı hakikatleri köşeyazarınızdan öğrenin" başlıklı yazımda geçen bir ifade, Twitter'da lince uğramama yolaçtı. "Haziransever nasyonal sosyalistler" tabirinden, "Birleşik Haziran Hareketi'ne Nazi dedi!" suçlamasını üreten birileri öncülük etti, her zamanki gibi, en ağza alınmaz, en ağır hakaretler üzerime yağdı. Tweet atarak açıkladım, işe yaramadı, yine belirteyim, bu ifadeyle Birleşik Haziran Hareketi'ni değil, ama kendini hem bu harekete hem Gezi isyanına yakın gösteren, nasıl oluyorsa solcu sayılan, gerçekte milliyetçi birtakım insanları kasdettim. Birleşik Haziran Hareketi'nin homojen olmadığını sanıyorum. (Meselâ ÖDP son 24 Nisan Soykırım Anması'na gelmişti.)

İkinci olarak, "hakikatleri köşeyazarınızdan öğrenin" ifadesinden kibir, her şeyi bilme iddiası vs. çıkarıldı. Yazılarımı okuyanlar bilirler, köşeyazarı denen konumun kendisini sık sık eleştiri konusu yaparım. Hayatta her konudan bahsetme hakkı verilmiş bir gazete yazarı kategorisi olamaz. Dolayısıyla, kendimle de bu çerçevede dalga geçerim. Köşeyazarı olarak çalışma sebebim, herkes gibi, para kazanmak zorunda olmam ve şu anda başka seçeneğimin olmayışıdır. Yoksa, en fazla bu blog'u sürdürmeyi, sadece gerekli gördüğümde, canım çektiğinde yazmayı isterdim.

Son linç ve daha önceki saldırıların hepsinin ortak zemini, zamanında anayasa referandumunda yetmez ama evet oyu kullanmış ve AKP iktidarının ilk dönemindeki gidişatı olumlamış, askerî vesayete karşı mücadeleye öncelik vermiş olmam. Bu elbette eleştirilebilir, siyasî görüşüm, tavrım, yerden yere de vurulabilir. Ancak başından beri, ısrar ve itinayla, bana ve başka bazı insanlara "çıkar karşılığı yancılık" suçlaması yöneltildi. Bu yalandır. Ve birileri tarafından özel olarak uydurulmuştur. Saldırıların bu kadar acımasız ve kişilik ezmeye yönelik oluşunda, birçok insanın buna inanmış olmasının payı var sanırım. Hayatımı, ne işler yaparak ne para kazandığımı, hangi zamanlarda ne kadar süreyle hiçbir gelirimin olmadığını birçok insan bilir. Yıllardır yaptığım işlerde, kitaplarımda, filmlerimde işlediğim konular, bakış açım, anlatıklarım ortada.

Acı hakikatleri köşeyazarınızdan öğrenin

Radikal, 23.06.2015


Maalesef, herkesin keyfini kaçıracak bazı hakikatleri ortaya serme vazifesi yine köşeyazarınıza kaldı.

İlki şu: Evde zor tutulan kitle yüzde elliden yüzde kırka indi, daha da inebilir, fakat asla yok olmayacak. AKP yarın sabah kapısına kilit vurmayacak. Biliyorum, siz aksini hayal ediyordunuz, umuyordunuz ki, bir sabah kalkacaksınız ve dindarların hepsi namazı orucu bırakmış, sizin gibi olmuş. Sordurdum, bu mümkün değilmiş. AKP yok olsa, yine sizin hoşunuza gitmeyecek bir başka parti kurulabilir, bu insanlar da, bazen seçim bile kazandıracak kadar oyu gidip ona verebilirlermiş.

11 Mart 2015 Çarşamba

Tavır “duruş” oldu, siyaset kimlik gösterme

Radikal, 10.03.2015


En etkileyici kullanımı: “belli bi duruşu var”. En yaygınlarından biri: “demokrat aydın duruşu”. Spiker hitabı: “tabiî sizin bu konuda bir duruşunuz olduğu için...” Filan...

1970'lerde, meşhur 68 Kuşağı'nın yarattığı altkültürü sağlamlaştırdığımız, zenginleştirdiğimiz dönemde, herhalde en sık kullanılan kavram, “tavır”dı. Her konuda “doğru devrimci tavır” aranır, tarif edilir, tartışılır, kapışılırdı. Çoğu zaman ifrata kaçardık. Siyasetin konusu olamayacak mevzularda bile “doğru devrimci tavır” arardık.

İfrat bir yana, böyle bir kavramın hayatımıza yön verir hale gelişinin altında şüphesiz her an her konuda “devrim için” çalışma gereğine inanmamız yatıyordu.

(Bunlar bugünün insanlarına komik dahi görünebilir; ancak sizi temin ederim ki, doğru devrimci tavrı bulmakla uğraştığımız günlerde hayatımız, bugün kavranması pek mümkün olmayacak tarzda, daha anlamlıydı. Neyse...)

2 Şubat 2015 Pazartesi

Ortada sorun yok, kimsede kusur yok, dağılın!

Geçen akşam, Türk solunun herhangi bir eksiği, yanlışı olmadığını öğrendik. Tek sorun, kendini yeterince anlatamamakmış. Bu gece de, dinde herhangi bir sorun olmadığını, Ortadoğu'da olan bitenlerden, IŞİD'den şundan bundan emperyalizm ve emperyalistlerin sorumlu olduğunu öğreniyoruz. Halen öğrenmekle meşgûlüz, ama ben bu defa nasıl olduysa vaziyetlere erken uyandım, bir yandan öğrenirken yazıyorum. Faydasını da görüyorum, çünkü tam size bunları yazarken, asıl problemin Müslümanlarda değil Batı ve Batılılarda olduğunu da öğrendim. Mesele Batılıların kültürel kazanımlarından vazgeçmeleri, Ortaçağ'a dönmeleriymiş. O kazanımlar niye onlardaydı, falan, sormuyoruz haliyle.

20 Eylül 2014 Cumartesi

Diren Kobanê ...kim..? seninle?

19 Eylül'ü 20'sine bağlayan gece, Suriye-Türkiye sınırının dibindeki Kobanê'de "İslâm Devleti"nin saldırısı sürüyor. Bu acımasız örgütün önünden kaçıp Türkiye sınırına yığılan binlerce kişiye sınır gün içinde nihayet açıldı, içeri alındılar, iyi kötü biryerlere yerleştirildiler. [ EK/20 EYLÜL: Hükümet yetkilileri sayının 60 bini bulduğunu, Kürt gazeteciler 7-8 bin civarında olduğunu söylüyorlar. ] 20 kadar köyün aşırı zayiat vermemek için terk edildiği İD'e karşı Kobanê'de sadece YPG savaşıyor. Gece, HPG gerillalarından oluşan takviye güçler onlara katıldı. Bunun dışında da Suriye Kürtlerine yardım eden kimse yok. İD'e karşı ABD önderliğinde kurulan, resmî söyleme göre 40 devletli uluslararası koalisyon, somut adım atmak şöyle dursun, doğru dürüst açıklama bile yapmadı. Türkiye Cumhuriyeti için ise, anlaşılan, öncelik taşıyan, İD tehlikesi değil, Kürt fobisi. Öyle görünüyor ki, özellikle Rojava'daki "devrim düzeni", Ankara'nın Kürt korkusunun üzerine tüy dikiyor. Bu yüzden, başa akıl almaz belalar açabilecek "tampon bölge" fikirleriyle oynanıyor.

Yani diyebiliriz ki, Yeni Türkiye'ci cumhurbaşkanı ile Yeni Osmanlı'cı başbakanın sınır boyuna ilişkin politikası, bütünüyle "Eski Türkiye"nin o hem atgözlüklü hem kompleksli güvenlik zihniyetiyle şekillendiriliyor. Kürt fobisinin bu zihniyetin merkezî unsurlarından olduğunu hatırlatmak bile gereksiz.

Muhalefetin halindeki tuhaflıklara gelelim.

5 Eylül 2014 Cuma

Millet-i hakime'nin 6-7 Eylül'ü

Bize bebek arabası lazım değil ki. Bayrak lazım, Atatürk resmi lazım. Selanik'te "Ata'nın evi bombalandı" tezgahı çevirecek Millî İstihbarat Teşkilatı lazım. Ayağında doğru dürüst çarık olmayan köylüleri kamyonlara doldurup şehre, pırıl pırıl vitrinli dikkânlarıyla kimbilir nasıl bir şeytanî âlem kurmuş gâvurları kırmaya götüren Özel Harp Dairesi lazım. Asker vesayetine karşı ilk bayrağı açmış, fakat her nedense bir İttihatçı komitacının başkanlığında kurulmuş olan, İstanbul'u Türkleştirmek, Müslümanlaştırmak için uğraşan Demokrat Parti lazım. Devletin her ölümcül çağrısına bir kutsal şölene koşar gibi koşan insanlar lazım. Gâvurun malını yağmalarken tam bir iç huzuruyla, neşeyle davranan mütedeyyinler lazım. Başörtüsünü atmış, topukluları giymiş, Batı'ya doğru giderken, yağmalanan bir Rum'un mağazasından üstüne birşeyler bakan modern kadınlar lazım. Genç Cumhuriyet'in kravatlı ceketli afilli adamları lazım.


Fotoğraflar, Hakan Akçura'nın blogu Geçip de Kalanlar'dan. Eğer tıklayıp oraya giderseniz, bu fotoğrafın onlarca benzerini görecek, 6-7 Eylül pogromuna katılan "vatandaş"ların çeşitliliğine hayret edeceksiniz. Devlet kontrolunda yürüyen bir iş olduğu için ölü sayısı yaklaşık 15'le (tam bilinmiyor) sınırlı kalan, birkaç yüz yaralısı olan, "sadece" 200 kadar kadının tecavüze uğradığı bu korkunç hadise, Ermeni soykırımından sonra, Türk milletinin en büyük yüz karasıdır. Devlet örgütlemiş, millet cân-ı gönülden katılmıştır. Hattâ tecavüzleri tek tek askerin, polisin örgütlemediğinden emin dahi olabiliriz.


Bu pogrom ve özellikle Müslüman olmayan azınlıklara yönelik insanlık suçları, Türkiye'de demokrasi, insan hakları, özgürlük mücadelesi verenlerin gündemine hâlâ doğru dürüst giremedi. Hrant öldürüldükten sonra Ermeni soykırımı ve Rumlara yönelik etnik temizlik konularında bir miktar duyarlılık oluştu sayılır. Ancak bu konular hâlâ, sol hareketler ve sol muhalefet partileri nezdinde, demokrat-özgürlükçü cephenin esas tartışma konuları arasında yeralmıyor. Milletî hakime komplekslerinden kurtulamamış toplum çoğunluğunun bizzat kendi marifeti olan ya da katıldığı vahşet eylemlerine arkasını dönmesi Müslümanlığına halel getirmiyor, onu artık anladık da, Türkiye'de solun genel olarak Müslüman olmayan azınlıklara dair sorunlardaki hissizliğini nasıl açıklamalı? Bu işlerde hep örgütleyici olarak rol almış Kemalizmle kader birliğiyle mi? Anti-emperyalizm kılığına bürünmüş, ruhları zehirleyen bir tür milliyetçilikle mi? Yoksa basitçe, bugün bu mevzulardan önemli bir fayda/getiri umulmamasıyla mı?


6-7 Eylül'ü tertipleyen ordu (devlet) ve Demokrat Parti hükümeti, tahrikçi diye solcuları, komünistleri tutuklayıp olayı onların üstüne yıkmaya kalkmıştı. Bu bile Türkiye solu için 6-7 Eylül'ü unutmama-unutturmama gerekçesi olamadı - azınlıklar kimsenin umurunda değil anladık da...

Öncelikle sizden tepki beklenen bir konuda bu kadar sessiz kalırsanız, bir süre sonra kurbanlar size sadece duyarsız değil işbirlikçi gözüyle bakmaya başlar. Bir Ermeni soykırımı anmasını bile anca birkaç senedir, pek sınırlı bir katılımla (700-800 kişi), bir "sol" grubun sistematik sabotajı altında yapabiliyoruz. (Bu sistemli sabotaj, öteki sol gruplar için hiç mesele olmuyor.) 6-7 Eylül sanki yok gibi; pek az insan hatırlıyor, hatırlatmaya çabalıyor. Yakın tarihi Türkiye'ninki gibi, soykırımla, etnik temizlikle şekillenmiş bir ülkede solcuysanız ve bu insanlık suçlarıyla ilişkili yüzleşme meseleleri gündeminizin ilk sırasında değilse, size uygun isim hakikaten "ulusalcı sol"dur, bu da milliyetçi'nin kibarı; hepimiz biliyoruz ki.


[ Şimdiye kadar gördüğüm en geniş 6-7 Eylül fotoğrafları arşivine bakmak ve pogromun ayrıntılarını içeren bir yazıyı okumak isterseniz: Geçip de Kalanlar. ]

4 Eylül 2014 Perşembe

Sophie'nin seçimi - 2014!

"İslâm Devleti"nin, kimini ensesinden vurarak, kiminin kafasını keserek, başta Şiiler, yaşamasını uygun görmediği herkesi katlederek, Ezidîleri bir tarafa, Hıristiyanları bir tarafa sürerek hızla ilerleyişi nihayet yavaşlatılabildi. Dengenin geçiciliğinin herkes farkında. Bu arada, ilerleyiş durdurulmuş olsa bile, İD'in şu ana kadar ele geçirdiği toprak, hakimiyeti altına aldığı nüfus, denetlediği-kazanç sağladığı ekonomi, onun eline bırakılamayacak kadar fazla, değerli. İlaveten, İD bu şekilde varlığını sürdürebilir ve yerine yerleşebilirse, oradan dünyanın her yerine "cihatçı" ihraç edeceği de yüzde yüz.

Batı'nın büyük güçleri, İD'in varlığına son vermeye kararlı görünüyorlar. Onları bu meydanda dövüşe bizzat İD çağırdı, önce Kürt bölgesine saldırarak ve Ezidîleri katletmeye başlayıp, bütün dünyaya, "soykırım da yaparım, dokunamazsınız" mesajı vererek, sonra Amerikalı gazetecilerin başlarını keserek, İngiliz yardım gönüllüsünü de idam edeceğini duyurarak.

ABD ve doğal müttefiki Britanya salı günü Galler'de başlayacak NATO zirvesini Irak Operasyonu 3.0'a çevirmeye karar vermişler. Yani artık ortada bir tereddüt yok. Zirvede, ABD ile Britanya'nın girişimine Ortadoğu'dan hangi "kilit ülkeler"in katılımıyla yeni koalisyonun oluşturulabileceği görüşülecek. Zirveye giderken Obama'nın söyledikleri ise, çok acele edilmeyeceğini gösteriyor. Yerel güçlerle, aşiretlerle ilişkileri, ittifakları olgunlaştırmaktan vs. sözetti ABD başkanı.

Ayrıntıları merak edenler, The Guardian'da Patrick Wintour'un haberine göz atabilirler. Ama çoğumuz sanırım, herhangi bir ayrıntıyı merak etmek ve hakiki problemlerle uğraşmak yerine, gözün gördüğünü dille örtmeye çabaladığı, içinden geçeni dışavuramadığı o zorlu seçim karşısında ter dökmekle meşgul olacak: İD hakimiyeti mi ABD müdahalesi mi?

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Önümüzdeki maçlara nasıl hazırlanmalı?

Bize üç şey lazım: İlki azim. Neyse ki mücadeleyi öğreniyoruz. AKP'nin topluma en büyük faydası, eskinin kurulu düzencilerini bile armut piş ağzıma düş felsefesinden bir ölçüde kurtarmak oldu. Anladılar ki, hak istiyorsan, şöyle değil böyle yaşamak istiyorsan, artık ötekileri bastıracak orduya şuna buna güvenemezsin. Kendin mücadele edip kazanacaksın veya koruyacaksın. Böyle yaptığında da, baskıya ve yine birilerinin sindirilmesine dayalı Eski Türkiye'nin elemanı olmaktan çıkacaksın ister istemez. Şeytan kulağına kurşun, demokrat bile olabilirsin bunun sonunda! Kullanılmayan oylar, bunların yolaçtığı oranlar, bu gerçeğin kavranmasına katkıda bulunacak; tersten.

Mücadele, bizimki gibi ülkelerde, devletin karşısında, her türlü tehlikeye açık olmak anlamına gelir. Yani biraz... birazdan fazla cesaret ve kararlılık ister. Yani azim. Genel olaraksa günümüzün özellikle büyükşehir kültüründe tamamen tukaka edilmiş bir şeyi, örgütlenmeyi, bazen kendi bireysel istek ve çıkarlarından vazgeçmeyi, bazen bugünün insanına kâbus gibi görünen bir durumu, topluluğun sıradan bir parçası olmayı gerektirir. Evet, bunları Gezi isyanı sürecinde biraz öğrendik; yapabiliyoruz.

İkinci ihtiyaç, sabır. Demokrasi, birilerinin lütfuyla, üç-beş ricayla elde edilecek bir armağan falan değil.

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Cinayeti gördüysen, "cinayeti gördüm" diyeceksin

Kazım Koyuncu'ya "abi, ne olacak bu işler?" havasında bir soru soruyorlardı, filmi yaparken dinlemiştim, hep hatırlarım; o da diyordu ki: "valla, düşünen, bu dünyanın eziyetini çekecek, düşünmeyen de sefasını sürecek". İsrail'in "tedricî soykırım" politikasının yeni adımı olarak Gazze'de giriştiği katliam başladığından beri, sabaha kadar, akıl almaz vahşet haberleriyle yüzyüze kalıyoruz. Yalnız olmadığıma inanıyorum, "biz" diyorum. Twitter'da Gazze'den yazan insanlar var; onlar için endişeleniyoruz, bir süre sesleri çıkmasa öldüler sanıyoruz, dayanılacak hal değil. Umutsuzluğa kapılmak üzereyken, birinden bir ses geliyor, buna sevinecekken bu defa yazdığını okuyorsun, "bir aile daha yok oldu" cinsinden bir şey; yine yıkılıyorsun. (İsrail şu ana kadar 60 aileyi son ferdine kadar yok etti, bu arada. Üç-dört kişilik çekirdek ailelerden sözetmiyoruz.)

3 Ağustos'ta, bu gündelik felakete Irak'ta (Musul/Şengal) Ezidilerin karşı karşıya kaldığı soykırım tehlikesi eklendi. Müslümanların şu ana kadar çıkarabildiği en sıkı faşist örgüt, İD (eski IŞİD), "İslâm'a dönmezlerse" hepsini öldüreceğini ilân etti ve bazılarını da, herhalde gözdağı vermek için katletti. İnsanlar her şeylerini bırakıp, herhangi bir hazırlıkları, donanımları olmaksızın dağlara kaçmaya başladılar. Öylece bekleşiyorlar, ne zaman gelecekler de bizi öldürecekler diye. Ben bu satırları yazarken (04.08.2014, 02:50-05:30 arasında) muhtemel bir soykırım başlamış da olabilir, ben günün ağarışını izlerken İD'in katilleri, çoluk çocuk cellatlarını bekleyen korku içindeki insanlara doğru harekete geçmiş olabilir. Sabah namazlarını kılıp.

Yanıbaşındaki felaketlerin etki alanında yaşarken insanın sağlıklı olması zor. Bunlardan hiç etkilenmemenin "sağlıklı davranış" diye nitelenmesini kabul edemem doğrusu. Sahipleri gayet sağlıklı görünseler ve Kazım'ın dediği gibi sefa sürseler de. Peki bu ölümcül etkiler alanında aklını kaçırmadan yaşamanın yolu nasıl bulunacak?

1 Ağustos 2014 Cuma

Niçin Demirtaş'ı seçmeli?

Siyaset tuhaf iş. "Oyunun kuralı" kavramının pek yerleşmediği, bütün tarafların şu ya da bu şekilde ve ölçüde hile peşinde olduğu, bizimki gibi ülkelerde, siyasetin incelikleri de kolay kavranmıyor. İncelikten geçtim, yapılan işe siyaset denebilmesi için, attığın adımın ya kısa vadede birşeyleri değiştirmesi ya da uzun vade için farklı yönelişlerin temelini atması, birtakım birikimler yaratması gerekir. Oysa bizde siyaset, genel olarak, tarafını belli etmek, kimliğini haykırmak, konumunu korumak demek - tabiî rant üretme ve bunu dağıtma mekanizması anlamına gelmediği hallerde.

Basitçe: Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde "boykot yapıyorum" diyen, sadece kendisinin hepimizden ne kadar farklı, özgün, radikal ve şüphesiz daha değerli olduğunu göstermek dışında hiçbir halt etmeyecektir. Çünkü sandığa gitmeyen her seçmen, daha fazla oy alacağı belli olan adaya hizmet eder. Tayyip Erdoğan'ı cumhurbaşkanı görmek isteyen hiç kimse sandığı boykot etmez. Etmeyi düşünenler, Erdoğan'a şiddetle karşı olanlardır. Boykot yoluyla kendisine en büyük hizmeti yapacaklar. Tabiî muhtemelen, boykotçuların oy toplamı yüzde 0.1'i zor bulacağından, bu hizmetin büyüklüğünden sözetmek de abartılı. (Bizim sol içi seçim tartışmalarında, adı anılmayan, hesaba katılmayan tek etken, tartışanların toplam oy oranıdır; zira konu buraya uzansa, tartışma... nasıl desem... azıcık anlamsız kalabilir.)

Endişeli CHP'liler, Ekmeleddin İhsanoğlu ulusalcı değil diye gidip oy atmazlarsa, yine Erdoğan'a oy atmış gibi olacaklar. Milliyetçi ve devletçi takıntılarından ötürü Demirtaş'ı da seçmeyecekleri bilindiğinden, oylama öncesi dengeyi zaten bütünüyle Erdoğan'dan yana bozmakla meşguller.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Ekmel Bey'in elinde Türksolu

Çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu'nun akıl almaz gafı, sanırım "anca bizim burada olur" sınıfından bir işti. Kendisine karşı kırk değişik şekilde kullanılabilecek bir fotoğraf verdi, "Ekmeleddin'e neden evet?" kapaklı Türksolu dergisiyle. Anında dört bir yandan tepkiler yağmaya başladı. Bunlar iki ana grupta toplanıyordu: (1) Türksolu'nun sabıkalarını bilmiyor, adını gördü, sol sandı, alıp kaldırdı. (2) Bilerek yaptı, çünkü benzer kafada. Hangisi doğru ben bunları yazarken henüz anlayamamıştık. İlk ihtimale öncelik tanıdım, ikincisi olsa bile, İhsanoğlu'nun Türksolu ile "aynı kafada" olduğuna dayanarak akıl yürütemem; Türksolu ile aynı kafada olmak pek kolay değil.

Değil mi? Değil mi acaba? Tekrarladıkça insanı şüpheye düşüren sorulardan bu. Türksolu meselesine biraz farklı yerlerden bakmaya çalışacağım. Bu yazı için bazı Türksolu kapakları seçtim. Hem bunlara göz atacağız hem de sohbet edip kendimize sorular sormaya çalışacağız. Bunu niye yapacağız? Çünkü İhsanoğlu'na canhıraş tepki gösteren insanların büyük çoğunluğuna göre Türksolu dergisi, su katılmamış faşist, ırkçı bir yayın organı. "Kürtlerden alışveriş yapılmaz, lahmacun dahi yemeyin" türü kampanyalarından ve başka pek çok marifetlerinden (Hrant öldürüldüğünde "hoş gidişler ola"; Cumhuriyet mitinginde "ordu göreve" kapağı-pankartı, Kürtlerle ilgili, her biri insanlık suçu kıvamında sayısız canavarlık) ötürü bu yargının doğruluğu ortada. Zaten benim dikkatinizi çekmek istediğim sorun da burada doğuyor: Su katılmamış faşist, ırkçı -üstelik darbeci- dediğimiz derginin adı "Türksolu". Nâçizâne, "Bize ne canım!" denip geçilemeyeceğini düşünüyorum. Çünkü bize kirletilmedik hiçbir şey bırakmıyor ve günahıyla hiç mi hiç orantılı olmayan, cılız bir tepki görüyor. Solcular Türksolu'na, dürüst ama ürkek İslâmcıların Akit'e davrandığı gibi davranıyor, onu sanki Allah'a havale ediyor.