29 Mayıs 2014 Perşembe

Ekonominin unsurları - Ücretli Emek/1

İnternette yayımladığım bazı fotoğraf dizilerine burada da yer vereceğim. Geçen yılın Mayıs'ında Flicker'da yapılan korkunç değişiklikler yüzünden oradan göçen birçok fotoğrafçı ve istikrarlı fotoğraf amatörü, ipernity sitesine geçtik. Ben de o vesilesiyle fotoğrafları derleyip toplama, yeniden işleme ve sergileme şansı buldum, çeşitli diziler oluşturdum. Ipernity yol geçen hanı cinsinden bir site olmadığı için, fotoğraflar daha çok meraklısına sunulmuş oluyor. Oysa, özellikle dizi mantığı içerisinde biraraya getirilmiş olanların yayımlanmasının mana taşıdığına inanıyorum.

Wage labour / Ücretli emek

İlk olarak, "Ekonominin Unsurları" dizisiyle başlıyorum; arkası gelecek. Bu fotoğraf 1980'lerden, Bursa'daki bir dondurulmuş gıda üretim tesisinden. Kapitalizmin nasıl yanlış bir insanlık durumu olduğuna dair temel eğitimimi tabiî "12 Eylül öncesi" denen büyük aydınlanma (ve kararma) döneminde görmüştüm. Ama bu düzenin kabul edilemezliğini, reklam-tanıtım işlerinde çalışıp kapitalistlere hizmet ederken tam manasıyla kavradım. "Ücretli kölelik" gibi bir yakıştırmanın asla abartma falan değil, milyonlarca insanın bugünü ve yarınını anlatan bir tanımlama olduğunu, görerek, dokunarak, koklayarak idrak ettim.

Çilek, bildiğim en güzel kokan meyvelerden. Hattâ "Hayattaki en güzel koku?" sorusuna "çilek kokusu" cevabı verecek çok insan da çıkar. Ben de böyle diyebilirdim. Sonradan Superfresh olan Kerevitaş'ın Bursa fabrikasında, bir koca salon dolusu çileğin kokusuyla karşılaşana kadar. Alışmamız ve içeride çalışabilir hale gelmemiz bayağı bir zaman almıştı. Sabahtan akşama her gün içerisine sokulduğu çemberin dışına kaçamak bakış atan genç kız şu anda elli yaşlarında olmalı. Muhtemelen emekli. Çocukları? Herhalde vardır. Yırtmışlar mıdır yoksa birileri villada yaşasın, ciple gezsin diye başka bir üretim bandında ter mi döküyorlardır?

Burada tek tek yayımlanmasını beklemeyeyim, dizinin tamamına bakayım diyenler şuraya tıklayabilir: Ekonominin Unsurları Fotoğrafa tıklarsanız daha büyük, doğru dürüst görebilirsiniz.

(Twitter ahalisi için not: Twitter'da paylaştığım iki fotoğrafla başlıyorum. "Bunu görmüştük" diyenler haklıdır, iki fotoğraf sonra durum düzelecek.)

28 Mayıs 2014 Çarşamba

İslâm bilirkişisinden tahakküm manifestosu

Kendinden menkul İslâm bilirkişisi Hayrettin Karaman, nihayet, senelerdir bir sürü insanın ağzının içinde gevelediğini ortalık yere tükürüverdi. Karaman diyor ki: Müslüman ile aynı yerde yaşayacaksan, ona tâbi olacaksın; o söyleyecek, sen yapacaksın.

Gerçi bunu daha önce de çeşitli şekillerde dile getirmişti. "Çoğunluk Müslümansa, azınlık ona tâbi yaşamak zorunda" demişti. Fakat gazetesi Yeni Şafak'ta 25 Mayıs'ta yayımlanan manifestosuyla -"Demokrasi çoğulculuk laiklik ve İslam" başlıklı bu yazıya makale, köşeyazısı falan denemez-, hem net tanımlanmış bir uzlaşmazlık çizgisi çekti hem de "mücadele"de hedeflerin açıkça ilân edilebileceği aşamaya gelindiğini duyurmuş oldu.

Karaman, sekülerlik ve laiklik kavramlarını süpürüp atarak işe koyuluyor. Sebep basit: her ikisi de, "Allah'ın dininin müdahale etmediği" alanlar öngörüyorlarmış, oysa "İslâm'da dinin karışmadığı özel ve genel hiçbir alan yok"muş. "Vardır" diyenlere de kızıyor Karaman; "bilmiyorlar" diyor.

27 Mayıs 2014 Salı

Sen kimsin de Allah senin için madencileri öldürecek?

Türk İslâmcılığı, bu iktidar tecrübesiyle birlikte, kendisine moral yakıt ve çekim gücü sağlayabilecek en önemli kaynaklarını yitiriyor. Ahlâk, vicdan ve adalet kavramlarıyla bugünkü iktidar pratiğini biraraya getirebilmek artık anca bu kavramlarla hiçbir ilişkisi kalmamışların işi. Ancak, bu ideolojinin akıl ile zaten sorunlu olan ilişkisi de, yaşanan gerilimlerden payını alıyor. Türk İslâmcılığı, tıpkı Kemalizm gibi, ancak temel akıl yürütme ve muhakeme pratiklerini iptal edebildiği ve belirli bir anda sorun çözebilmek için gerekli bilginin belirleyici kısmını insanlardan esirgeyebildiği oranda kendini kabul ettirebiliyor. İktidar propagandacılarının faaliyetinde yalan dozunun hızla artışına sebep bu. Derdi siyasî iktidar, ikbal, toplumsal tahakküm vs. olan ve bunlar için en geniş imkânları dinî kulvarda koşarak yakalayabileceklerini umanları bir yana bırakın; onların maşallah her şeye aklı erer. Fakat Türk İslâmcılığının bireylere ve topluma sunduğu dünyayı kavrama ve anlamlandırma tarzı, giderek, aklı bütünüyle iptal etmeyi gerektirecek gibi görünüyor.

Burada ayrıca iki çeşit sorun var. Hem akla aykırılık hem de gerçekten akıl almaz bir benmerkezcilik. Tersten dolanılıp arkasına bakıldığında, kendini bir tür ayrıcalıklı yaratık, ayrıcalıklı insan cinsi görmenin tezahürleri... Daha eski tarihlerde evrende olan bitene mana vermeye çabalarken kendi egemenlerinin pençesine düşmüş birçok kavim, tepelerindeki zalimi evrenin merkezi kabul etmek zorunda kalmıştı. Bu "güneş kral"lardan herhangi biri, kendini, şu anda Türkiye'de icrayı sanat eden herhangi bir İslâmcı köşeyazarı kadar evrenin merkezinde görmüş müydü, şüpheliyim.

Hayır, "Bana ne, biz çoğunluğuz, bize tâbi yaşamak zorundasınız," diyen Hayrettin Karaman gibilerden sözetmiyorum. Bu sefer başka çeşit: Yeni Asya yazarı Kazım Güleçyüz, Cemaat'e yapılan haksızlıklar nedeniyle Allah'ın Ankara'yı uyarmakla meşgul olduğuna ve bu amaçla katliamlar düzenlediğine inanmamızı istiyor ("Yeni İkazlar").

23 Mayıs 2014 Cuma

Silah milah diyen, aslında ne diyor?

Dün geceden beri, elim titreyerek, yüreğim hoplayarak, sokağa fırlamayı, önüme çıkan her vicdanlı-ahlâklı insanı tutup uyarmayı istiyorum. Kurulan tuzakları, devletin cibiliyetini ve taktiklerini anlatmayı istiyorum. Sana mı düştü? Evet, özellikle bana ve benim, "12 Eylül öncesi" denen meşum zamanı sokaklarda geçirmiş akranlarıma düşer. Biz, memleketin dört bir yanında kitlesel bir mücadelenin yeşermesini, yükselen bir dalgaya dönüşmesini, 600 senelik entrikacı, gaddar, hunhar bir devletin buna karşı giriştiği operasyonları, sonunda her şeyin başımıza yıkılışını yaşadık. Bu yüzden, zamanında yaşanmışlardan bugüne dair birtakım dersler, bir erken uyarı mekanizması çıkabiliyorsa, bunu dile getirmek herkesten önce bizim görevimiz.

Birçoğumuz bu görevden kaçacaktır. Yüzde yüz. Çünkü insanların gayet haklı olarak galeyana geldiği durumlarda, üstelik karşında sürekli olarak senin sinirlerini törpüleyen, sabrını sınayan, seni üstüne saldırtmak için her yolu deneyen bir kışkırtıcı, kötü yürekli bir muhatap varsa, öfkesini en sert üslûpla dile getiren, en radikal lafları eden, en çok bağıran, en korkusuz, en uzlaşmaz gözüken, puanları toplar, itibar görür. "Aman dikkat edelim," diyen de, bin türlü hakaret işitir.

22 Mayıs 2014 Perşembe

Eskisini deprem halletti, yenisinin
hakkından maden faciası gelecek

Eski Türkiye bayağı kofmuş. Karşısındaki kafayı gömmek yerine diklenince pısıp kaldı. Heybetinden beklenmeyecek ölçüde çabuk teslim oldu. Dünya değişmiş, o ayak uyduramamıştı, biraz bundandı. 1990'lar boyunca, her gün biraz daha çirkinleşmiş, sokak ortalarında katlettiği Kürtler boyun eğmedikçe hırçınlaşmış, çirkefleşmiş, şirretleşmişti. Sonunda, Hrant'ı ölüme sürükler ve katlederken, tepeden tırnağa ne mal olduğunu ortaya döktü. Varabileceği yer buydu, varmıştı. Faşist sürülerine ezcümle "azınlık" ve zararlı unsurları katlettirecekleri bir içsavaşı tezgahlayamadan ömrünü tüketti. Çünkü kendisini koruyan tılsımı büyük depremde enkaz altında yitirmişti. 1999 depreminde, yıkıntıların arasından kurbanları kurtarmaya çalışan yurttaşların elfenerleri devletin çirkin suratını aydınlatıverdi. O güne kadar "ben sizin babanızım" diye dövüp sövdüğü insanlar onun baba falan değil, eve çöreklenmiş, sırf kendi keyfine bakan bir zorba olduğunu anladılar. Bütün yiyeceği saklamış, yalnız kendi odasını ısıtmış, sokağa, arka bahçeye dair yalanlarla ev halkının yüreğine her gün yeni korkular salmıştı. Bütün bunları sadece kendisi için yapmış, evdekileri korumak üzere, üstlerinde hak iddia etmesini hiç değilse azıcık meşru gösterecek kadar dahi hazırlık yapmamıştı.

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Alman'ın gazetecisi bi Karagül değil

YeniŞafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül, büyük bir hizmet yaparak, birçok şeyi birden anlamamızı sağlayacak bir yazı kaleme aldı ("Almanya ve Hürriyet hükümeti devirecek"). Kaleme aldı demek yetersiz; ördü, işledi, nakşetti, bina etti, yükseltti, var etti... Bu yazıdan yararlanarak, millî zihniyet dünyamızın, birbirine diş bileyenlerce bile paylaşılan ortak ve derin dehlizlerinde kısa bir gezinti yapalım.

Yazar soruyor:
Almanya'nın, özellikle son bir yıldır, Türkiye'nin içişlerine müdahalede aşırı istekliliği sizin de dikkatinizi çekiyor mu?
Hayır, çekmiyor. Çünkü böyle bir durum yok. Türkiye, oradaki üç milyonluk Türk nüfusu nedeniyle, Almanya'yı zaten yakından ilgilendiren bir ülke. Ayrıca, AKP ve Erdoğan'ın gelişi, iktidarının ilk yılları, sırf Almanya'nın değil bütün dünyanın dikkatini fazlasıyla çektiği için, burada olup biteni herkes daha bir yakından izlemeye başlamıştı. İktidar eliti ve partinin nitelik değiştirmesi, giderek dozu artan otoriterleşme ve başbakanın herhangi bir diplomasi, siyasî nezaket şu bu tanımayan tavırları, Türkiye'yi basbayağı ilgi odağı haline getirdi. Mesele bu.

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Cehenneme yürüyüş

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, başlıbaşına bir politik tavır, bir zihniyet ve hattâ giderek bir haleti ruhiye "seti" olduğunu söyleyebileceğimiz üslûbu, siyaset alanının sınırlarını çok aşan sonuçlar yaratıyor. Bu öyle bir üslûp ki, içeriğini beraberinde taşıyor, onunla şekillenip onu şekillendiriyor. Yani bir üslûptan çok daha kapsamlı ve teşkilatlı. Yine de, ona meselâ zihniyet, görüş, teori şu bu yerine üslûp demeliyiz; çünkü o birşeyleri yapmanın etmenin, söylemenin biçimsel ve fizikî-teknik özelliklerine dair bir tanım. Buna karşılık, ancak belli içeriklerle birlikte varolabiliyor. Alıp götürüp başka içeriklerin üslûbu haline sokamıyorsunuz. Sırf biçimsel değil, çünkü meselâ bir içerik bu üslûpla ifade edildiğinde, sadece o içerik dile getirilmiş olmuyor; "söyleme" olmaktan çıkıp, "buyurma"ya veya "azarlama"ya dönüşebiliyor. Ve buyurma ya da azarlama yoluyla dile getirildiğinde, herhangi bir içerik, artık o içerik olmaktan çıkıyor, başka şeye dönüşüyor. Ya da soğuk bir veri, diyelim bir rakam, oran vesaire, başbakan tarafından ifade edildiğinde, basbayağı duygu yüklü bir mesaja dönüşebiliyor. Bir insanın ağzından çıkan basit bir gerçek, nasıl oluyor da milyonlarca insanın karşılıklı geçip birbirlerine kin bilemesine yolaçabiliyor? Üstelik, o laf herhangi bir açık kışkırtma içermese de. Görünüşte sakin bir tonda söylenmiş olsa da. O üslûp bir çeşit torna.

Esas zarar peşindekilere


Türkiye yeni sağının lideri, ilk bakışta insana mantıksız görünse de, esasında en büyük zararı, acımasız polis şiddetini reva gördüğü, her fırsatta hakaret ettiği muhaliflerine değil, kendi seçmenlerine veriyor. Onlara izanlarını, vicdanlarını iptal ettiriyor, onların insanlığını eksiltiyor. Bu süreçte komprime bir tavır önerisini her zaman muhakkak içeren şu üslûbun belirleyici rolü var. Üslûp, ifadeden önce gelen, tasarlama, bazen bulma, keşif veya icat etme, formüle etme aşamalarında da yol gösteriyor. Öyle bir mâmûl gerçeklikle çıkıyor ki insanların karşısına, hem herkes neye nasıl tavır takınacağını hem neden böyle yapacağını, yani kullanacağı argümanları şunları bunları hem de bunun altından kalkabilmek için ihtiyaç duyacağı şirretlik dozunu, nereden nasıl vuracağına dair yol yordamı öğrenebiliyor.

15 Mayıs 2014 Perşembe

Soma kazasında öğrenebildiklerimiz

Soma'da yüzlerce insanın ölümüne yolaçan Türk usûlü vahşi kapitalist katliamın üzerinden iki gün geçti. Kazanın sebebi, içerideki işçi sayısı, kaçak işçi olup olmadığı, şu anda içeri su basılırsa orada kalacak cenazelerin sayısı... konularında, yani böyle bir durumda bilgi almamız gereken hiçbir konuda yetkililerden alınmış, teyit edilmiş bilgiye sahip değiliz. Bize yalan söylendiğinden şüphelenmek için her türlü sebebimiz var. En güçlü sebep de, ilk andan itibaren yalan söylenmiş oluşu.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Madencilik diye bir şey...

İnsanları mecbur edersin, madene girer çalışırlar. Madende insanın güvenliğine öncelik verirsen, mazallah, ekonominin canı sıkılır. Grizu patlar, kömür tozu alev alır, yangın çıkar, su basar, toprak kayar, tavan göçer... madenciler ölürler. "Şehit oldular" dersin. Kaçının öldüğünü sabaha kadar gizlersin. Resmî haber ajansın, maden kazasının haberini, şirketin kazaya hemen müdahale ettiğine dair haber olarak verir; henüz kazayı duyurmamışken. Kazayı trafo patlamasından ötürü çıkan yangına bağlarsın, belediye başkanı çıkıp grizu der, oradan oraya savrulurken, nihayet, kömür yangını ve bunun ürettiği zehirli gaz meselesini zor bela öğreniriz. Burada kesmek istiyorum, zira kamuya açık yerde yayımlanamayacak bir yazı olmaya doğru gider bu. Fotoğraf 1980'lerin sonundan, Zonguldak'tan.


Madencileri eksene oturtarak ironik bir insanlık tarihi filmi yapmıştım: 16 Ton. Bu filmin özel sitesi de var. Blogumla aynı adı taşıyor, "blogspot"u yok, uzantısı farklı: riyatabirleri.net. Sitede, filmde yeralmayan pek çok ilave bilgi ve görsel malzeme de bulunuyor; tavsiye ederim. 16 Ton filminin "orijinal İngilizce" versiyonu da var. Hem Türkçe hem İngilizce versiyonları, tek seferde izlenebildiği gibi, dokuz ayrı bölüm halinde de izlenebiliyor. Her ikisi, Vimeo'da da var. Özel kanallarında. Türkçe kanalı: https://vimeo.com/channels/16ton; İngilizce kanalı: https://vimeo.com/channels/16tons.

9 Mayıs 2014 Cuma

İslâmcının sıçrattığı, dine leke sürmez mi?

Başlığı şöyle de atabilirdim: Bir avuç kendini bilmez koca bir camiayı... Bu şekilde başlayan cümleler, çağdaş Türk felsefesinin temel taşlarından birine işaret eder.

Toplum hayatımızın en önemli müesseselerinden biri, bu taşlarla inşa edilmiştir: "olay münferit" kurumundan bahsediyoruz. Uzun onyıllar boyunca işkence ve devletin açıkça "kabahat değildir" denemeyen bilumum başka herzeleriyle özdeşleşen "olay münferit" yaklaşımı, bazılarınca sanıldığı gibi, herhangi bir aksaklığı veya aksama rizikosunu o anlık geçiştirebilmek için başvurulan alelâde bir araç değildir. Bu, her alana, hattâ her bireye yayabileceğiniz, yayabildiğiniz anda da, yüzlerce kişiyi öldüren sel felaketini arabanın paçanıza su sıçratması seviyesine indirebilecek bir sihirli değnektir.

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Türk basını, hakikat, iktidar

Türkiye'de "basın özgürlüğü günü" diye bir şey yok, olmadı, yakın gelecekte de olmayacak. Çünkü Türkiye'de "basın" kavramı yalan yanlış bir gazetecilik idrakı üzerine kurulu. Çünkü Türkiye'de "hakikat" kavramı çok büyük çoğunluk için özel önem taşımıyor. Çünkü Türkiye'de yaşayan iki ayrı toplumun iki büyük inanışı da, gazetecilik mesleğinin asgarî önkoşulu ve zemini olan, hakikate karşı sorumluluk duygusunu insan zihninde yeşertmekten aciz; aksine, kendinden memnun olarak yaşamayı, hakikatin bir kısmına göz kapatmaya bağlıyorlar.

Türkiye'de, Aydınlanma ve akılcılık'ı yaldıza sarılmış pislik haline getiren Cumhuriyet ideolojisi, şüphesiz bu durumun ilk müsebbibi. Eğer Cumhuriyet'in gerçek, haber, gazetecilik, basın, akıl, fikir mevzularında yarattığı tahribat olmasaydı, bugün yönetmekten sadece tahakkümü anlayan bir iktidarın alelâde propaganda vasıtaları konumuna gelmiş insanlar ve yayın organları, gazeteci kimliği taşıdıklarını iddia etmeye cüret gösteremezlerdi.

2 Mayıs 2014 Cuma

Kötülük de kendini böyle gösteriyor işte

1 Mayıs, kapitalizmin ikinci sınıf hayata mahkum ettiği insanların bayramıdır. Evet, bayramdır. Bayağı bayram. Ezilenler, bu bayramda, biraraya gelip azıcık umut tazelerler. Türkiye'nin, AKP'nin yediği haltlar bahane edilerek matahmış gibi gösterilen geleneksel egemenleri, işçilere bu bayramı zehir etmek için onyıllarca ellerinden geleni yaptılar. Bırakmadılar ki, şu memleketin ezilenlerinin yüzü gülsün, bir günlüğüne olsun, kendi bayramlarını kutlasınlar. Sonunda işçiler bayramlarını söküp alıp kutlamaya başladığında da katliam düzenlediler, bayramı, meydanı, umutları kana buladılar.

1 Mayıs'a devlet ne zaman karışmadıysa 1 Mayıs bayram oldu. 1 Mayıs bayram oldukça devlet hırslandı, gözü döndü. Şimdi gördük ki, devletin dümenini kimin tuttuğu da fark etmiyor. Toplumsal kültüründe, bu kültürün en büyük belirleyicisi dinî kavrayışında, genel dünya görüşünde, zihniyetinde, ahlâkında, neredeyse eşitlik fikrinin ve duygusunun özüne yönelik güçlü bir alerji, hattâ tepki, hattâ düşmanlık besleyen "Türkiye", işçilerin, ezilenlerin, pek tabiî olarak onlarla yanyana duran solcuların, bayram kutlaması ihtimali karşısında dehşete düşüyor. Akılları başlarından gidiyor. İşçilerin işçi-emekçi kimliğiyle göğüslerini gere gere ortaya çıkması, hele birtakım haklar talep etmesi, mücadele etmesi, hele örgütlenmesi, Türkiye'de hâlâ asla bütün toplumca meşruiyeti tam anlamıyla teslim edilmemiş bir durumdur. Fakat, hak ve özellikle ücret mücadelesi, bir yere kadar, -gerektiğinde şiddetle bastırılabileceği de varsayılarak- normal değilse de kaçınılmaz görülürken, bayram, âdetâ dehşet yaratıyor. Çünkü bayram, işçinin herkes kadar toplumun temel, yerleşik, aslî unsuru olduğunun açık kanıtıdır. Halbuki bizim toplumumuz, sanayi proletaryasına bile mevsimlik işçi muamelesi yapmak istiyor: sendikasız, hakkı hukuku olmayan, şimdi var yarın yok olabilen, gerektiğinde uzaklaştırılabilen, birarada yaşanmayan... Ne yazık ki, toplumsal zihniyetimiz, bizzat işçilerin bir kısmını da bu haleti ruhiye yaşatmanın yolunu çoğu zaman bulabildi. DİSK, meselâ, bu döngüyü kırdığı için her zaman sadece devletin değil, burjuvazinin, muhafazakâr orta sınıfların da büyük tepkisini çekmiştir.

Birkaç konu, "Türkiye" denen siyasî-toplumsal yapının temeline ve taşıyıcı kolonlarına ışık tutar. İslâm'ın toplum hayatında bu kadar ağırlıklı oluşuna, şu anda dinî bağlılıkları kullanarak hüküm süren bir iktidara sahip olmamıza rağmen, "eşitlik" fikri ve bunun her türlü çağrışımı, necip milletimizin "G noktalarından" biridir. Özellikle "işçi" denen kategoriye karşı neredeyse doğal bir küçük-orta mülk sahibi sınıf tepeden bakışı ve bu uğursuz aynanın arka yüzünü oluşturan korku, pek yaygındır. Fakat bu korku içten içe hissedilen örtü altı bir korku değil, işçileri birarada, hele ellerinde bayraklarla, hele saflar halinde yürürken görür görmez kapılınan, sersemletici bir dehşettir. Oy aldığı kitlenin büyük bir kısmı emekçiyken, suratımıza "Ayaklar baş mı olacak!" diye haykıran başbakan, aykırı bir karakter değil, bünyemize son derece uygun bir canlıdır. Ve bu yüzden bu ülkede sıradan faşizm gayet sıradan, faşizmin kitle ruhu bu kadar sağlam, kendini pekâlâ demokrat sayan ortalama insanın kafa yapısı basbayağı faşizandır.


İşin bir de, genel izahatlara, geniş kategorilere gerek duyurmayan, pek basit ve aslî yanı var: Türkiye'de polis, düpedüz "düşmana karşı" eğitiliyor. "İç düşman", bu ülkenin güvenlik konseptinin en önemli kavramıdır; belki de omurgası veya temelidir, ne diyorlarsa artık. Astığı astık kestiği kestik generaller devletinin polisi şüphesiz "savaşmak" üzere yetiştiriliyordu ve karşısındaki gösterici, protestocu, her kimse, en hafifinden vatan haini, iç düşmandı polise göre.


Anlaşılıyor ki, Cemaat hegemonyası altında geçirilen yıllar, polisin bu seçkin özelliğine biraz daha derinlik kazandırmış. Zaten ortalama insanımızı seferber etmeyi hayli kolaylaştıran "Allahsızlar, dinsizler" motifleri, bu "iç düşman"ın daha da nefret edilesi tarifini renklendirmiş. Siyasî hasımlarından ve muhaliflerinden, kendisinden farklı, kendisine zararlı saydığı herkesten öldüresiye nefret eden bir liderin hükümeti, şu anda bu polisi yönetiyor. İnsan öldürdüğünde, göz çıkardığında ona sahip çıkıyor, "destan yazdınız" diyor. Polis, işlediği hiçbir suç cezalandırılmıyor. Polis yargılanacağında devlet, bütün gövdesiyle seferber oluyor, onu kolluyor, kurtarıyor. Pophpohlama, cezasızlıkla birleştiğinde polise muhteşem bir dokunulmazlık sağlıyor. Fakat soru şu tabiî ki: Dokunulmazlık olsa da, ille yerden yatan insanın etrafına toplaşıp onu tekmelemeye çalışan on-on beş polis görüntüsü meydana gelmeyebilir, nasıl geliyor? Polisi eğiten, onun kafa yapısını şekillendirenler kimlerdir ve bunu nasıl yapıyorlar? Ve bu Cumhuriyet'in ne kadar köklü bir kurumudur ki, başa kim geçerse geçsin zerrece değişmiyor.


Gelelim fotoğraflara. En üstte TOMA'nın "salyası". Kim çektiyse helâl olsun. Bir fotoğraf bu kadar çok şeyi bu kadar mı derinlikli anlatabilir? Otur, baka baka devlet hakkında kitap yaz! Sonra, DİSK Genel Başkanı, devletin işçilere reva gördüğü muamelenin simgesi halinde. Polis sapan kullanıyor. Doğrudan suç. Sorun olacak mı? Olmayacak. Devlet görevlilerine suç işlemek serbesttir. Gözaltına aldığı insanları dayaktan geçirmek gibi. Nişan alarak gaz fişeği ve plastik mermi atarak göz çıkarmak, beyin sarsmak, kemik kırmak gibi. Veya evlere gaz sıkmak gibi. Beşiktaş'ta bir sokağı öylesine gaza boğdular ki, evlerden çocuklar çıkarılıp başka yerlere kaçırıldı. Gaz fişeğiyle, plastik mermiyle vurulan çocuklar da oldu. Gazeteciler epey zayiat verdi. Kol-bilek kırıkları, kafa yarılmaları... 120 metreden atılması gereken gaz fişekleri, bizde beş-on metreden atılabiliyor. Son kullanma tarihi geçmiş gazlar kullanılabiliyor. Bütün bunların adı doğrudan vahşettir. Bunların cezasız kalması, hukukun yokluğu anlamına gelir; biz kanıksadık ama... CHP milletvekili Şafak Pavey'e reva görülen muameleye bakarsanız, aslında demokratik parlamenter rejimin varlığı bile tartışmalı. Son olarak, güvenlik kamerasını selfie çekmek üzere ödünç almış gençler. Bu da, "işte bunun için yenilmeyeceğiz"in fotoğrafı olsun.


Fotoğraflarla ilgili not: İnternetten seçtim, koydum buraya. Âdet böyle oldu, herkes her fotoğrafı her yerden alıp her yere koyuyor, kullanıyor. Şahsen, çekenleri, temin edenleri zikredip teşekkür etmek, en azından emeklerinin hakkını vermek isterdim. Ama bu şansım yok. "Fotoğrafımı izinsiz kullandın, kaldır" diyen olursa derhal bunun gereğini yaparım.