28 Şubat 2014 Cuma

"İkisi de yapmaz, doğruysa da inanmam"...

AKP millvetvekili Burhan Kuzu meğer geleceğimiz noktayı özetlemiş, anlamayıp adamla dalga geçtiler. Başbakan ile oğlunun ses kayıtları için, "Millet doğru olsa bile inanmıyor bunlara," demişti Kuzu. Star yazarı Fehmi Koru ("Hiç zorlamayın, i-nan-mam...", Star, 28 Şubat), o noktaya geldiğimizi bildirdi; üstelik, hakikatin bir değil iki yüzünü de inanç meselesi haline sokarak.

Şöyle yazdı Koru:
Tayyip Erdoğan gibi birinin, oğlunu ve kızını da işin içine karıştırarak, kişisel zenginleşmek için, hangi ad altında olursa olsun Beytülmâl’e el uzatacağına, hırsızlık malını evinde, başka yerlerde, içerideki veya dışarıdaki bankalarda istif edeceğine inanmıyorum. (...) Tayyip Erdoğan gibi birinin kendisine ait olmayan bir paraya tamah edeceğine asla inanmam. Diyelim, baskı altında tutulduğu, zorlandığı için veya herhangi bir başka sebeple böyle bir yola başvurması gerekse bile, kendi oğlu ile kızını yanlışlığına bulaştırmayacağını bilirim...
Bir insanın "kendine ait olmayan paraya tamah etmesi" için nasıl bir "baskı altında tutulmuş" olabileceğini şahsen hayal edemiyorum. Bunu Fehmi Koru'nun aydınlatması gerekiyor. "Tayyip Erdoğan gibi biri harama el uzatmaz; diyelim Şeytan’a uydu, onun gibi biri, günahına çoluğunu çocuğunu ortak etmez," cümlesindeki "diyelim Şeytan'a uydu"yu da açıklaması gerektiği gibi. Ancak anlaşılan kendisinin herhangi bir aydınlanma-aydınlatma ihtiyacı yok.

27 Şubat 2014 Perşembe

Kayıtların ABD macerası - Rezilliğin ileri aşaması

Mâlûm ses kayıtlarını inkâr için kalkışılan Amerika harekâtı, hüsran falan da değil, rezillikle sona eriyor. Bütün gece sabaha kadar uğraşıp takip ettiğim ve toparladığım gelişmeleri (evet, gelişmeler oldu!) de içeren, sözkonusu raporların geçersizliğini izah ettiğim yazıları ("Ses kayıtları "rapor"u - Bizi aptal yerine koymayın" ve "Amerikalı uzmanlar - maalesef fos...") kaldırmıyorum ki, hem işin teknik yönü konusunda içinde her şeye rağmen şüphe kalan varsa bakabilsin hem de daha o raporlara ilişkin haber yapılır yapılmaz ben dahil pek çok kişinin kuşkulandığı ne varsa doğru çıktığı görülsün.

Bizim saatle sabah 06.05 (New York-New Jersey için gece 23.05) itibarıyla ikinci raporun alındığı şirket, yani Kaleidoscope Sound da bir açıklama yaptı ve, "Kaydı inceleyen teknisyenimizin, bu görüşmenin kimler arasında yapıldığına ve malzemenin niteliğine dair herhangi bir bilgisi yoktu," dedi. (Onlar "da" açıklama yaptı, dedim, çünkü ilk firma daha önce davranmıştı. John Marshall Media kurucusunun daha ciddî yalanlaması için lütfen bir önceki yazıma bakın.)

[ EKLEME / 27.02.2014, 14:45 - John Marshall'ın açıklamasından sonra Haber7, A4 kağıdın üzerine iliştirdiği kartviziti kaldırıp, sadece ses mühendisi Robin Lai'nin kendi firması adına imzaladığı kağıdın resmini yayımlamaya başladı. Yani, "denedik, kandıramadık" demiş oldular. Bu arada, kartvizitin gölgesinden kalan ince bir yatay çizgi hâlâ görülebiliyor. Acele edin, onu da düzelteceklerdir muhtemelen. ]

"Amerikalı uzmanlar" - Maalesef fos...

Gecenin bir vakti, ses kayıtlarının kurgu olduğunu ispata çalışan hükümet cephesi, nihayet ABD'den iki firma adı açıklayarak, buralardan alınan raporlara göre kayıtların "montaj olduğunun kanıtlandığını" ileri sürdü. Öncü, sanırım yine Haber7. Bize bunu "ıslak imzalı" iki A4 kağıdın resmini yayımlayarak duyurdular. İlk yazı, üzerine ataşla John Marshall Media'nın sanırım genel kartviziti iliştirilmiş bir kağıda basılı. Ses mühendisi Robin Lai imzasını taşıyor, fakat başka bir firma adına (aşağıda açıklayacağım - zaten John Marshall Media ses analizi yaptığını yalanladı, "utanın" diye açıklama yaptı, onun açıklaması da gelecek). İkincisiyse KaleidoscopeSound antetli kağıt üzerinde, ses mühendisi Kyle Cassel'ın imzasını taşıyor - ki, Cassel şu anda bu firmanın çalışanları arasında gözükmüyor (bunu da açıklayacağım). Bu iki kişinin bize "rapor" diye sunulan birer paragraflık yazıları, başbakan ile oğlunun ses kayıtlarının sahteliğini hiçbir şekilde kanıtlamıyor, aksine, bu Amerika macerası, aksi yöndeki izlenimleri besliyor. Çünkü açıklanmaya muhtaç çok fazla ayrıntı var, saatler geçtikçe de bunlar artıyor (evet, bunu da açıklayacağım).

26 Şubat 2014 Çarşamba

Ses kayıtları "rapor"u - Bizi aptal yerine koymayın

Başbakan Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan arasındaki telefon görüşmelerine ait ses kaydının ABD'ye gönderilip incelettirildiği ve kaydın sahteliğinin anlaşıldığı, Haber7 sitesinin yayımladığı bir "rapor" aracılığıyla kanıtlanmaya çalışılıyor. Ancak hükümet yanlısı bütün medya ve grupların Haber7'den alarak yaydığı bu "rapor" haberi, savunduğu iddianın tam aksine inanmamıza yolaçacak ayrıntılarla dolu.

"ABD'deki dünyanın en gelişmiş stüdyolarından biri"ne dair haberin uyandırdığı şüpheler hakkında dün yazdım ("En gelişmiş stüdyo"… - Bu nasıl haber?"). Bugünse, Haber7, bu defa "New York'taki dünyaca ünlü kriminal laboratuarı"ndan gelen "ön rapor"u haberleştirdiğini iddia etti. "Ön rapor" adı altında sundukları şey, "nasılsa yuttururuz" diye gazladıkları teknik ayrıntılardan geçilmiyor. Bunları örnekleyip ele alacağım. Önce, tıpkı "en gelişmiş stüdyo" gibi, "dünyaca ünlü kriminal laboratuvarı"nın da adının verilmediğine dikkat çekeyim ve haber metninden başlayayım.

"Çürütecek ayrıntı", bizzat çürük

Bu kadar netameli işin döndüğü bir ortamda çıkıp hepimizi aydınlatması özlemle beklenen Şamil Tayyar nihayet 25 Şubat'ta gece saatlerinde sahne aldı. Başbakan ile oğlu arasındaki "sıfırlama" konulu kayıtların sahteliğini ispat seferberliği kapsamında. Star gazetesi, Tayyar'ın Ülke TV'deki güzide program "Sıradışı"nda gösterdiği performansı iddialı bir başlıkla sundu: "Montaj skandalını çürütecek ayrıntı".

Tayyar'ın ortaya boca ettiği ayrıntılar bol. Propaganda bülteni Star bunlardan hangisine "çürütecek ayrıntı" payesi verdi, anlaşılamadı. Bunlara tek tek bakıp, ciddiye alınmaya değer olanları var mı, ayırt etmeye çalışacağız.

25 Şubat 2014 Salı

"En gelişmiş stüdyo"... - Bu nasıl haber?

Başbakan ile oğlunun ses kaydını yalanlama harekâtı kapsamında Haber7.com, bir haber yayımladı: "ABD'den ses kaydı ile ilgili Ak Parti'ye jet rapor". Ve ses kaydının doğruluğuna dair izlenimimizi güçlendirdi. Tam bir kaş yapayım derken göz çıkarma hadisesi sanki.

Bu kısa haberin spotu şöyle: "Ak Parti, dün gece internet ortamında yayınlanan Başbakan Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan'a ait olduğu ifade edilen ses kaydını ABD'deki dünyanın en gelişmiş stüdyolarından birine analize gönderdi." Yani mesele daha spottan başlıyor.

Ses kaydının internette zuhur ettiği tam saati bilmiyorum. Ben saat 22.00'de haberdar oldum. O sırada ABD'nin doğu kıyısında, diyelim New York'ta öğleden sonra saat 15.00, batı kıyısında, diyelim California'da öğlen saat 12.00'ydi. Dolayısıyla, kayıt derhal ABD'ye gönderildiyse, herhangi bir stüdyonun, laboratuvarın bunun üzerinde çalışacak vakti var.

Ancak kaydın incelendiği yer acaba niye "ABD'deki, dünyanın en gelişmiş stüdyolarından biri" diye veriliyor da stüdyonun adı söylenmiyor? Ne demek "dünyanın en gelişmiş stüdyolarından biri"? Buna kim hükmetmiş? Bu kadar önemli bir kuruluşun adı yok mu? Pek tuhaf...

Sahici mi sahte mi? - Uzun bir gece...

Saat on civarıydı. Binlerce kişinin telefonlarının dinlenmesiyle ilgili haberlere göz atmıştım. Haberi verenlere bakılırsa, onca insanın özel hayatlarına tecavüz edilmesinden çok, bunu kimin yaptığı meseleydi. "Paralel yapı, paralel yapı!" haykırışları eşliğinde, bireyler olarak değersizliğimizi bir defa daha kavrıyorduk.

Şunları düşünüyordum o esnada: Bu "paralel" lafı şimdiye kadar bulunmuş en isabetli adlandırmalardan biri. Aralarındaki mesafe değişmeyen, birbirleriyle uyumlu, aynı doğrultuda ilerleyen iki çizgi, hükümet ile bugünkü can düşmanı Cemaat'in kısa süre öncesine kadarki konumlarını isabetle anlatan bir mizansen. Hükümet, kendi eliyle yer edinmiş bir "iç devlet"i kendisine karşı kurulmuş gibi gösteriyor. İnanmıyoruz.

Twitter
'da olağanüstü bir hareketlilik olduğunu haber alınca, bölgeye intikal ettim. Tantananın kaynağını öğrenip kaydı dinledim. Yerime çakılıp kaldım. Milletin Twitter ve Ekşi Sözlük'e yağdırdığı izlenim, görüş ve esprilerinin arasına daldım. Başka yerlerde de birşeyler arandım, ama CHP ile MHP yönetimlerinin olağanüstü toplantısı ve başbakanlıktan yapılan açıklama dışında tabiî ki, böyle bir bomba patlamamış gibi davranılıyordu.

AKP ve başbakan aleyhine tasavvur edilebilecek en büyük bombalardan biri ortaya savrulmuş olmasına rağmen, böyle bir olayın üzerine, ötesini berisini kurcalamadan ilk elde atlaması beklenecek insanların hatırı sayılır bölümü gayet temkinliydi. Karşılıklı çakallığa dayanan, bugünkü gibi bir mücadelede bizim gibi sıradan fanilerin türlü yollarla kafaya getirilebileceğini sanki çoğumuz anlamıştık.

Buna sevindim ama bir yandan da nutkum tutulmuştu. Birkaç arkadaşımla konuştuk, kendimizce, bunlar doğru mudur değil midir, akıl yürütmeye çalıştık. Sonra da, hayatta edindiğim bütün gazetecilik, belgeselcilik tecrübesini (paranoyaklık derecesinde, dallı budaklı şüphe, doğrulanabilir olgu arama vs.) kullanarak yargıya varmaya çalıştım.

23 Şubat 2014 Pazar

Vicdan nedir, izan nedir bilmez, böyle bir derdi yok

19 Aralık 2009 günü, Özürlüler Vakfı üyesi engelli vatandaşlar, engelli asansörünün bozuk olduğu Mecidiyeköy metrobüs durağına gelmiş, tekerlekli sandalyeleriyle eylem yapmışlardı. Amaçları, yaşama imkânlarının nasıl kısıtlandığını gösterebilmekti. Ancak vicdan engelli ahali, her ne halta yetişiyorlarsa gecikmelerine yolaçan merdiven başı izdihamından ötürü engellileri suçlamış, "Niye sokağa çıkıyorsunuz?" diye bağıranlar bile olmuştu. İzdihamdan ötürü ezilme tehlikesi yaşayan engelliler yardım isteyince oradaki polisler de, "Kendiniz eylem yaptınız, bize ne!" deyip sırtlarını dönmüşlerdi.

Bekar, çocuksuz bir insana, "Aile nedir, çoluk çocuk nedir bilmez, onun böyle bir derdi yok," demek, üstelik sonuna da "Çocuk nedir biz biliriz"i eklemek için nasıl bir insan olmak gerekir? Ya bunu diyenin, omuz silkmesinden göz kırpmasına her hareketini savunmak için çırpınmak?

21 Şubat 2014 Cuma

Böyle şeyler nasıl oluyor, samimi soruyorum

Biliyorsunuz, Uğur Işılak adlı şahıs, AKP'ye bir tek adam şarkısı yaptı. AKP'liler yeni tapınma kültlerine huşû içerisinde bir tuğla daha eklerken, müziğin ünlü Nogay müzisyen Arslanbek Sultanbekov'dan araklandığı iddiası ortaya atıldı. Uğur Işılak televizyonlara çıkıp, şüphe uyandıracak kadar vurgulu telaffuzlar ve hamasî tavırlarla, kendisinin şüphesiz en şahane namuslu insan olduğunu vs. ileri sürdü. Ancak devir artık böyle bir devir olduğundan, Sultanbekov'a da bağlanıldı. O da, "Müzik benim, çaldınız, siyasete alet ettiniz," mealinde konuştu.

Cemaat hakkında, 3,5 yıl önce

Sandıkları karıştırıp birşeyler buldum, bunları bugün tekrar okuyunca kendimi pek garip hissettim. Böyle durumlarda yazan insanın tek çaresi illeti okurlarına da bulaştırmaktır. Ama inanın amacım kişisel selamet ya da "ben demiştim"cilik yapmak değil. Bugünün riyakârlıklarının daha berrak gözükmesi için altlarına sözlerden mâmûl parlak bir madenî tepsi sürmek. Cemaat'le başlayacağım, AKP ve başbakanın hallerine geleceğim. Bunların tâ bilmemne zaman yazıldığını düşünmek size de tuhaf duygular yaşatacak, eminim. Önce 9 Ekim 2010 Cumartesi günü Taraf gazetesinde yayımlanan bir yazımın büyük bölümünü sunuyorum (sonundaki notu da, konuyla ilgisiz olmasına rağmen korudum, çünkü onun da yine bugünün başka bir -uğursuz- konusuyla doğrudan bağı var):

“Cemaat” örgüt müdür, değil midir, nedir?

Hanefi Avcı’nın kitabı yüzünden içeri atılışı, mâlûm “cemaat” sorununu yeniden önümüze koydu.

20 Şubat 2014 Perşembe

MİT hakkında - kesin bilgi!

Kendi denetimlerinde, denetlenemeyen bir MİT yaratıyorlar. Olmayan yüzlerinin yerine Kur'an sayfaları asan medya silahşörleri olacakların farkında bile değil. Frankenstein sendromu olacaktır. Herhangi bir tartışma gereksiz. MİT tartışmasına ille girecekseniz bilmeniz gereken tek şey var: Bu kurum, mahkemeye, "elimizde Hrant Dink cinayeti hakkında herhangi bir bilgi yoktur" yazısı göndermiş bir organizasyondur. Tercüme edeyim mi, kendiniz yapar mısınız?

19 Şubat 2014 Çarşamba

Bira mı daha büyük günah, yalan mı?

Kısa süren eğreti kibarlık döneminden sonra varılan nokta, "bunu nerenize koyacaksınız" üslûbu. Hükümet-AKP propaganda mekanizmasında seviye, akıl erdirilmesi ve inanılması zor bir süratle, beklenmedik yerlere düştü. Bütün bir memleket ve toplum için hem tehlikeli hem acı. Temel araçlar, çiğ demagoji ve şirretlikle birlikte, hayasızca yalan. Bende öfkeden çok üzüntü ve başkaları adına utanma duygusu yaratıyor. 17 Şubat günü YeniŞafak'ta Abdurrahim Boynukalın, "Birayla iftar açılan yeryüzü sofrası..." deyişiyle benim listemde bu haftalık bir numaraya yerleşti. Gezi isyanının en ilginç ve özgün buluşlarından olan, protestocular arasındaki Müslümanlarca örgütlenen, başka herkesin de destek için katıldığı "Yeryüzü İftarları"nı aşağılamak için böyle bir yalan söylüyor. Bunun nasıl bir hayasızlık türü olduğuyla uğraşmayacağım. Yalan konusunda kimi örnek aldıkları belli. Biz, AKP medyasındakileri hâlâ azıcık da olsa dindar ve ahlâklı sayarak yanlış yapıyoruz sanırım. Ya da belki problem birada. Lafıyla bile bir tuhaf oluyorlar. Başbakanın da bu içecekle özel bir alıp veremediği var, belli. Alın bir yudum da bir şey olmadığını görün, bitsin mesele. Merak etmeyin, günahlarınızda durumu değiştirecek bir artış olmaz, bunca yalanın hesabından sıra biraya gelmez herhalde.

Nasıl olur ki başka?

Herhalde pek çok insan zaman zaman, benim gibi, olmayacak şeyler düşünür. "Resim yapabilseydim şunu yapardım" diye bir tema, bir mizansen, bir ifade gelir meselâ aklınıza. Buradaki resimlere tıklayınca ulaşacağınız adreste Dan Witz'in elinden çıkma bu tarz portreler var. Klasik deyimle, hislerime tercüman olmuş kendisi - tam manasıyla ve eksiksiz. Günümüzde "portreler" diye bir seri yapacaksa insan, neyi resmeder ki başka? Dan Witz, yılların sokak sanatçısı (şaka maka 60'ına yaklaştı). İç mekân çalışmaları, resimleri de var, ama başta grafitinin öncüsü, aşırı gerçekçi üslûpta, bir yandan da zihninizi zora sokan eserlerin ustası olarak biliniyor. Chicagolu, ama New York'u mesken tutmuş. Resimlere tıklayın, Witz'in başka resimlerini de görmüş olursunuz görmediyseniz.

danwitz

18 Şubat 2014 Salı

Kabataş meselesi/4 - Hilal Kaplan herkesi suçluyor

Hilal Kaplan, YeniŞafak'ta 16 Şubat'ta yayımlanan yazısında ("Kabataş, taciz, insaf"), başörtüsü yüzünden karşılaştığı kaba davranışları, terbiyesizlikleri, saldırıları özetledi, 2011 Ağustos'unda, şort giydiği için otobüste saldırıya uğradığını iddia eden voleybolcu kız olayında koparılan gürültüyü, buna karşılık sonunda kızın haksızlığının anlaşıldığını hatırlattı, buna rağmen ilk anda kızdan yana çıkılması doğruydu, dedi, Kabataş hadisesinde çifte standartlı davranıldığını ileri sürdü. Sonra hedefi belirsiz sözlerle çamuru ortalığa atıp olabildiğince fazla kişiye bulaştırma hilesine başvurdu:
...Olayın medyaya yansıdığı ilk günden itibaren Z.D.'nin beyanını esas almak şöyle dursun, içlerinde kadın hakları savunucusu olduğunu iddia eden kişiler de dahil 'göster bakalım kamera kaydını' pornografik talimatını vermekten öte hiçbir şey yapmadı.
Bu düşük cümleden Kaplan'ın kimi suçladığını anlayamıyoruz. Zaten o da bunu amaçlıyor belli ki: YeniŞafak okuru, dindar olmayan hiç kimsenin ve özellikle "Gezi'cilerin" menfur bir saldırıya hiç tepki göstermediğini düşünsün.

17 Şubat 2014 Pazartesi

Kabataş meselesi/3 - Serbest uçuş halleri

Muhtemelen ve inşallah son olarak, Kabataş mevzuunda 16 Şubat akşamı itibarıyla ortaya dökülenleri toparlayacağım ve olgusal düzeyde önemli birşeyler ortaya çıkmazsa, bu sinir bozucu idraksizlik, vicdansızlık halleriyle uğraşmaya nokta koyacağım. (Sadece Hilal Kaplan'ın bir yazısını ayrıca konu edeceğim.) Samimiyetsizlikle uğraşmak hakikaten çok yıpratıcı.

Önce meseleyi "bir kadının 'saldırıya uğradım' demesine mi inanmıyorsunuz?" hilesinden kurtarıp, başından beri uğraştığım ilk ifade muammasına açıklama getirmeye çalışan Fehmi Koru ile başlamalıyım. Koru ("Çabalama Kaptan", Star), her şeyden önce bu noktanın aydınlatılması gereğine -tıpkı benim gibi- inanıyor olmalı ki, cesurca bir tez attı ortaya:
Gezi Parkı olayları sırasında tartışma gündemimize girmiş Kabataş’ta saldırıya uğrayan bebekli genç kadınla ilgili haber —nasıl olduysa ancak şimdi çıkan— görüntülerle doğrulanmadı. Aylar sonra ortaya çıkan kamera görüntülerinde genç kadın ve bebek arabası var, etrafında kalabalık da var, ama anlatıldığı türden bir ‘fiili saldırı’ emaresi görünmüyor...
Hepsi bu kadar mı görüntülerin; bilmiyoruz. Hemen bütün gazeteler, dün, ‘yalan’ sözcüklü manşetlerle çıktı. Anlatıma inanıp konuyu sütunlarında işlemiş yazarlar ve yorumcuların üzerine gidiliyor; "Aldanmışım" yollu özürler kabul edilmiyor... Özellikle yoğunlaştıkları birkaç ismin ‘daha ne yapabilirim’ çaresizliğinin keyfini çıkaran çıkarana...
Olayı işitmesine rağmen üzerinde kalem oynatmamış biri olarak duruma müdahale etmem gerekiyor.
Eğer Kabataş’ta yaşanmış yakışıksız bir ‘sözlü’ müdahaleyi toplumu meşgul edecek çapta bir saldırı biçimine sokma söz konusuysa gerçekten, bunun sebebini, anlatanın birkaç ay önce doğum yapmasıyla açıklamak mümkün... Psikolojide bunun bir adı da var; ‘post-partum depresyon’ deniyor... Bayağı yaygın örnekleri bulunan ve etkisi altına aldığı genç kadınlarda beklenmeyen ârazlara yol açan bir rahatsızlık bu. Bir tür travma.

16 Şubat 2014 Pazar

Kabataş meselesi/2 - Sis, pus, hamaset arasından...

Kabataş olayını araştırmayı sürdürüyorum. Ne yazık ki elimdeki araçlar sınırlı. İzlenimler oluşturabilir, belki bazı yargılara varabilirim. Esas olarak, alınan tavırlarla ve tavır alanların cibiliyetiyle ilgili değilim, olguların, hakikatin peşindeyim. Ve, neden bilmem, giderek, Zehra Develioğlu'nun ilk ifadesindeki "polis kokusu" burnuma daha keskin gelmeye başladı.

15 Şubat 2014 Cumartesi

Kabataş meselesi - Yangında ilk okunacak

"Kabataş'taki saldırı" hadisesine dair tavır belirleme zorunluluğundan kimse kendini muaf tutamaz; benden söylemesi. Görüntüler ortaya çıktığından beri, en ufak söz edene kulak kabartıyorum, tavırlara bakıyorum, hissetmeye-anlamaya çabalıyorum. Hem şimdilik kaydıyla varabildiğim sonuçları özetleyeceğim; belki birilerine yardımı dokunur; hem de belge olsun, kayda geçsin bâbından bir yazı koyuyorum buraya. Bu mevzuda laf edecekseniz lütfen okuyun, buradaki bilgilerden haberdar olun.

14 Şubat 2014 Cuma

Hayyt, Karaalioğlu geliyor, savulun!

17 Aralık sonrasının starları, televizyonda Abdülkadir Selvi, yazılı basında Mustafa Karaalioğlu. Gezi isyanı sırasındaki "Dinle Gezi Parkı" yazısıyla Karaalioğlu bir numaraya öyle bir yerleşmişti ki, uzun süre kimsenin onu oradan indiremeyeceği belliydi. Şimdi, "yüzde ellinin medyası olmasın mı?" çizgisindeki yazılarıyla puanları toplamaya devam ediyor. 14 Şubat günkü, "Gelelim, basın özgürlüğü meselesine" başlıklı yazısı da aynı mevzudaydı.

Karaalioğlu'nun propagandacılık faaliyetindeki dinamiklik ve enerji sahiden göz alıcı. Yalnız bazen beş vitesli bir "Altay'lardan gelen yiğit" moduna giriyor ve ardında bıraktıklarına bakmadan yalın kılıç ilerliyor. "Yüzde elli" dışında gördüğü herkesi aynı kefeye koyup hakaretler etmesi bile bir yerde anlaşılabilir, ama kolaylıkla, yani bir-iki saniyede aksi kanıtlanabilecek lafları bu kadar uluorta ardarda dizmesi hakikaten uzmanca inceleme ve belki profesyonel yardım gerektiriyor.

13 Şubat 2014 Perşembe

Müslümanlık dışında gerçeklik yokmuş

YeniŞafak yazarı Akif Emre, "...bu toprakların hamurunda, ...sosyolojik olarak ortak paydasında, Müslümanlık dışında 'gerçeklik' henüz yok," diyor ("Önce Müslümanca idrak", 13 Şubat). YeniŞafak internet sitesinde Emre'nin yazısının tam da burasına yandaki yazarlardan bakın hangisinin anonsu denk gelmiş. Belki de tesadüften ibaret değildir! Peygamberin atılacak tweet'ler konusunda talimatlar verdiği öne sürülebiliyor. Veya sadece resûlü de değil, bizzat Allah'ın "hükümete cephe almaya razı gelmeyeceği" ilân edilebiliyor (Hayrettin Karaman, "Dostluğun ve desteklemenin şartı", YeniŞafak, 13 Şubat). Dolayısıyla, Akif Emre'ye düştüğü isabetsizliği hatırlatmak için böyle bir denk getirme birtakım ilahî kuvvetlerce tertiplenmiş olabilir. Kendisine verilmek istenen mesajı ben özetleyeyim: cümlesindeki "henüz"ün yerine "artık" koyarak başlasın, mübarek bir şüphe yüreğine düşecek ve yolunun gerisini aydınlatacaktır.

Birkaç basit soru

12 Şubat itibarıyla, parlamenter demokrasi ve basın özgürlüğünün varolduğu iddia edilen bir ülkede, başbakan, TV kanalları ve gazeteleri arayarak kimi haberlere müdahale ettiğini bizzat kabul etti. "Evet, aradım, söyledim, gereğini yaptılar" dediği haberin bir muhalefet partisi liderinin sözlerine ilişkin oluşu, bu müdahaleyi rejim meselesi boyutlarına ulaştırıyor. Zira, eğer hükümet bir defa seçildikten sonra, siyasî rakiplerinin herkese açık medyada ne şekilde ve ne kadar yeralacağını belirleyebiliyorsa, bu rejime demokrasi denemeyeceği ortada. Rejimin çürümesi, başka bir çürümeyle elele gidiyor.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Başbakanın damadı yazar olmuş

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın damadı Berat Albayrak Sabah gazetesinde köşeyazarlığına başladı ("Yeni Türkiye, Yeni Ekonomi", 10 Şubat). E, bir yerden başlamak lâzım. Bu iş her dakika "Fatih"i arayıp fırçalamakla yürümüyor. Nitekim okurlardan biri, "atın şu Yaşar Nuri'yi!" muhabbetinin altına yazdığı yorumda, "Bu Fatih de yayınlıyor yayınlıyor, telefon geldi mi, özür dilerim, sizi üzdük, hep aynı numara" demiş. Allah muhafaza! Yani net'çe itibarıyla, işleri direkman akraba aracılığıyla yürütmek daha güvenli.

Hele insanın yazı yazmayı bilen akrabaları varsa tabiî daha güzel olur.

9 Şubat 2014 Pazar

"İnsanlığın son umudu" buysa, olmaz olsun

Eli kalem tutanı, ağzı laf yapanı bol iki İslâmcı hareketin karşı karşıya gelmesi, bilgimizin görgümüzün artması bakımından bayağı hayırlı oldu. Normal zamanda dışavurulmayacak düşünceler, duygular, niyetler ortaya dökülüyor, yeni şeyler öğreniyoruz. YeniŞafak yazarı Yusuf Kaplan, bize yeni şeyler öğretenlerden biri. Şimdi bir yazısını ("'İnsanlığın Son Umudu'nu Söndürmek", 9 Şubat) ele alacağım, sabır gösterip okursanız siz de yeni şeyler öğreneceksiniz. Meselâ şunu: Yeryüzünde din adına sadece İslâm kalmıştır, onun varlığı da Türkiye'deki AKP hükümetine bağlıdır. Herhangi bir beyne su kaynattırabilecek bu görüşü savunabilmek için Kaplan öylesine muazzam bir çaba harcıyor ki, kendisinin buna sahiden inandığını düşünebiliriz.

7 Şubat 2014 Cuma

Şu günah çıkarma işini halledin; gerekecek

Okur-yazar olmaksızın yazar-çizer olabilmiş güruha göre, "Dünya", "Batı", "Avrupa", "dış mihraklar", 'uluslararası odaklar", "yurtdışı" gibi kavramlar gayet somut, ne kastettikleri belirli, her şeyi açıklamaya elverişli araçlardır. Özellikle "Türkiye'ye karşı" komplolar, entrikalar, özne konumuna bu kavramlardan biri oturtuldu mu, derhal piyasaya sürülebilir hale gelir. Bunlar bazen "faiz lobisi" cinsinden çeşitlemelere tâbi tutulursa da, işin özü kabaca "dış güçler" gibi bir şeydir işte.

Son kapışmada bu sağlam müessesemiz bile hafifçe sarsıldı. Zira yüzlerce savcı ile binlerce polisin birtakım uluslararası mihrakların hizmetinde olduğu ciddi ciddi iddia edilirken, aynı zamanda, "dünya"nın, "dış basın"ın da "cemaatin gerçek yüzünü anladığı" yollu haberler üretildi. "Türkiye'ye karşı" komployu yapan "dış mihraklar" ile Cemaat'in "paralel yapı"lığını teşhis ve tesbit eden "dünya" kimlerdir, biz basit fanilerin anlaması elbette beklenemez.

5 Şubat 2014 Çarşamba

Ne güzel her gün yeni şeyler öğrenmek...

Artık herkes tamamen zıvanadan çıktı. 17 Aralık'tan bu yana hükümet ve Cemaat yanlısı gazeteleri, TV kanallarını izliyorum, her gün beş-on yazarın yazdıklarını okuyorum. (Hayır, bunun için kimse bana tazminat ödemeyecek; sadece, çektiğim bunca çilenin karşılığında günahlarımın hatırı sayılır bölümünün affedileceğini umuyorum.) Şu an itibarıyla vardığım ilk sonuç bu, evet: herkes zıvanadan çıktı.

2 Şubat 2014 Pazar

Karagöz'den Pinokyo'ya TV tartışmaları

TV programlarının tecrübeli tartışmacıları, eskiden birbirlerinin üzerine kızgın yağ dökerlerdi. "Yeni Türkiye"nin propagandacıları yine yağ işinde; ama birbirlerine zarar vermek ne kelime, karşılıklı baş sallamaktan yorgun düşüyorlar.


Ana akım medyanın en pespaye yanlarından biri, "tartışma" denen şeyi düşürdüğü durumdu. Görüş-tutum itibarıyla kapışacakları belli birtakım insanları biraraya getirip, bağırış çağırış birbirlerine girmeleri sağlanıyor, bundan rating temin ediliyordu. Zamanla, kapışma işinin profesyonelleri bile oluşmuştu; masada o varsa programın kıran kırana geçeceği, ertesi günkü haber bültenlerine de malzeme çıkaracak cinsten heyecanlar yaşanacağı bilinir olmuştu.

Bu, şüphesiz, bir dolu gürültü kirliliği yaratan ve şirretliğin, kabalığın, tahammülsüzlüğün yaygınlaşmasına hizmet eden, zararlı bir faaliyetti. İnsanları asgarî bir tartışma âdâbından, gündelik düzeyde medenîyet icabı sayabileceğimiz davranışlardan uzaklaştırması, ilave zarardı.