29 Kasım 2014 Cumartesi

Esnafı milis yapmaya daha önce de kalkmıştı

Size 5 Kasım 2008'de Taraf'ta çıkan yazımı aktarmayı uygun buldum. Dönemin başbakanının "esnaf"a misilleme ve başkalarına şiddet uygulama hakkını ilk defa alenen tanıdığı olaydan sonra yazmışım bunu. Başlığı: "Başbakana özel ders teklif ediyorum". İçinde döneme ait bir-iki ayrıntı daha var, onları da atmadım; hatırlama iyidir.

Erdoğan hepimize yol gösterdi. Hukuk zaten eğreti duruyordu, yerine “vatandaşın sabrı” kavramı geçti.

DTP’liler yasadışı gösteri ve taşkınlık yaptılar, normalde maç sonrası balkondan masum insan indiren vatandaş da pompalı tüfekle onlara ateş etti. Ama malına zarar verdiler diye ama aşırıya kaçmış vatanseverlikten; orasını bilemiyoruz.

Gazeteciler başbakana sordu, haliyle; ne diyorsunuz bu tepkiye, dediler. Bizde bile bazen gazeteciler normal gazetecilik yapar.

Başbakan dedi ki: “Vatandaşlarıma özellikle sabır tavsiye ediyorum. Fakat tabiî bu sabır nereye kadar olacak? Bunun da endişesi içerisindeyim. Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, vatandaşın hayatına kast ederseniz hayatına kast ettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri, böyle bir imkânı varsa, o da kendini savunma yoluna gidecektir.”

27 Kasım 2014 Perşembe

Onları niye savunamayız?

AKP propaganda mekanizmasında yaşanan sarsıntı, basit bir “neler oluyor?” tartışmasından fazla gürültü koparttı. daha fazlasını da kopartmalı. Çünkü Star grubu “medya grup başkanı” ile, Star ve Akşam gazeteleri genel yayın yönetmenlerinin beklenmedik bir operasyonla aynı anda görevden alınması, bir değil birçok bakımdan anlamı olabilecek bir gelişme. İktidarın propaganda mekanizmasının gelecekteki şekillenmesine dair sunabileceği verilerin yanısıra yaratabileceği sonuçlar olabilir. Siyasî boyutu olabilir, iktidar çevresinde, hattâ “mutfağı”nda işlerin nasıl yürütüldüğüne dair önemli işaretler içeriyor olabilir, yakın geleceğe dair fikir veriyor olabilir.

Bir tek şey olamaz: Bu konunun gazetecilikle, basınla, hele basın özgürlüğüyle uzaktan yakından ilgisi olamaz. Bir vakitler gazeteci sayabileceğimiz bu insanların son birkaç yıllık angajmanları, pratikleri, neyi niye ve nasıl yaptıkları ortada. Tarafsız bir göz, Mustafa Karaalioğlu, Yusuf Ziya Cömert ve Mehmet Ocaktan’ın gazeteci sıfat ve kimliklerini kaybetmiş olduklarını teslim edecektir.

Bu konuda sayısız kanıt sunulabilir (üşenmem, biliyorsunuz, lâkin o cenahtan kulak veren olmayacağından böyle bir işe kalkışmayacağım). Sadece Karaalioğlu’nun bir ara her vesileyle tekrarladığı, “Yüzde ellinin medyası olmasın mı?” haykırışını hatırlatacağım. Bunu hangi bağlamlarda nasıl bir içerikle gündeme getirdiğine bakılması (ve %50 = parti = lider denkleminin akılda tutulması) çok aydınlatıcı olacaktır. Bu soru işin özünü içeriyordu.

24 Kasım 2014 Pazartesi

Tekrar saldırınca dayanamadı...

Altınordu devletiyle ilgili bilgi arıyordum. Gözüme şu ilişti:
Bulgarların yerlerine kurulan Altınordu (Altın Orda, yani Altın Devleti) Moğol Hanların hırslı insanlar olmalarından dolayı savaşçı bir yapıya büründü.
İlkokulu, ortaokulu bitireli çok uzun zaman geçmişti. Bana haz verecek canlı hatıralar geride kalmıştı. Onyıllardır hep başka türlü kitaplar okumuştum. Hemen ayrılamazdım.
Toktamış bu başarılarla yetinmedi. Daha önce Altınordu’nun hiçbir zaman egemen olmadığı toprakları almak için etrafa saldırmaya başladı. Aslında hemen her şeyini Timur’a borçluydu. Ancak Toktamış, başarılarının sadece kendi üstün yeteneklerinin sonucu olduğuna inanıyordu. Timur’un egemenlik alanına da saldırılarını sürdürdü. Timur ise, kendisi gibi sert bir kimseden beklenilmeyecek bir sevecenlikle, onu “oğlu saymayı” sürdürdü.
Bünye, eksikliğini çektiği maddeyle temas ettiğinde sarsılır. Sarsılmıştım. Sahalarımda görmek istediğim hareketler bunlardı.
Ama Toktamış, Timur’un evi olan Maveraünnehir’e tekrar saldırınca dayanamadı. Çünkü bu saldırı neredeyse Timur’un sonu olmak üzereydi. Timur, savaş hilesi olarak yaptığı blöfün tutması sonucunda kendini şans eseri kurtarabildi ve Toktamış’ı püskürttü. Artık, ona haddini  bildirmek gerektiğine inandı.
Birisinin de bana haddimi bildirmesi gerekiyordu. Bir girdaba kapılmıştım.
Dıştan sert tavırlı, ama içten yufka yürekli Timur, belki de Anadolu’ya hiç gelmek istemedi. Fakat Osmanlı’da, Yavuz Sultan Selim gibi annesi Türk olan ender padişahlardan Yıldırım Bayezid iktidardaydı. Bayezid heyecanlı davranarak kendisinden yaşça ve toprakça çok büyük olan Timur’a sert çıktı. Ayrıca ... Sırp prensi Olivera ile içkiye, zevk ve sefaya dalmaya başladı. Bu duruma Emir Sultan ile Ahilik teşkilatı bile karşı çıktı. Halbuki Timur’un ünvanı “din yayıcı” idi.
Tarihle ilişkim bu olsun, tarihime böyle yakın olayım istiyorum. Sırp prensleriyle içkiye dalıp zevk ve sefa âlemlerinde benliğimi kaybetmek istemiyorum. Belki de istemem Anadolu'ya gitmeyi. Tarih gelsin yanıma otursun. Bazen ağabey, bazen kardeş, bazen komşu gibi olsun. Kâh sevsin ülkeyi oğlu gibi. Sert davransın bazen dıştan.
Sebepler ne olursa olsun, kader iki yiğit insanı muhtemelen istemeden karşı karşıya getirdi.
Kaderin daha başka neler yaptığına girmek istemiyorum. İçten yufka yürekliyim ben!
_______
KAYNAK: İsmail Hakkı Küpçü, "Altınordu Devleti'nin Zayıflaması ve Rus Birliği"

22 Kasım 2014 Cumartesi

Uzmanından son 20 yılın dış politika dersleri

Harvard Üniversitesi uluslararası ilişkiler profesörü Stephen M. Walt'un Foreign Policy'de ilginç bir yazısı yayımlandı: "Son 20 Yılın İlk Beş Dış Politika Dersi".

Walt, bu dersleri şöyle sıralıyor:

1. Büyük güç politikası hâlâ geçerli.
Yani: Soğuk Savaş bitti, artık belli noktalarda yoğunlaşmış güçler yok, her şeyi belirleyen güç odakları yok, icabında gücünü ortaya koyup sonuç almak yok, sanmayın.

2. Global politikanın epeyce bir kısmı hâlâ yerel.
Yani: Artık globalleştik, ıncık cıncık bölgesel meselelerle uğraşılmayacak, bütün insanlık, tek bir ülkede yaşıyormuş gibi, herkesi ilgilendiren genel sorunları çözmeye uğraşacak, sanmayın.

3. Kötü devletten daha kötü tek şey devletsizlik.
Diktatörleri, her tarafa istikrarsızlık saçan yönetimleri değiştirmeye kalkabilirsiniz, ama sonra ne olacağını öngörememişseniz, Libya gibi, Irak gibi korkunç vaziyetler yaratırsınız. Kanla devrilen, uzun sürmüş diktatörlük yönetimlerinden sonra hoşgörülü, demokratik bir toplum hayatı kurmak çok zormuş meğer.

4. "Ya sev ya terk et", kötü diplomasidir.
Rakibini, hasmını, bütün istediklerinden yoksun bırakmayı amaçlayan katı politikalar kalıcı sonuç getirmez. Varmayı umduğun yer her neresiyse, orada hasmını da memnun edecek birşeyler olmalı. Yoksa çözdüm sandığın mesele, hasmının bulacağı ilk fırsatta yeniden karşına dikilir.

5. Kibirden uzak dur!
Mitolojide özgüven patlaması yaşayan fânîlerin tanrılara kafa tutmasına yolaçan kibir duygusu, ego şişmesi, politikada insanı kesinlikle yanlışlara sürükler, tökezletir.

Prof. Walt, beşinci madde altına sıraladığı örneklere TC Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı da dahil etmiş. En azından, herhangi bir dış politika ilkesine dünyadan örnek aranırken TC cumhurbaşkanı akla getirildiği için, Türkiye'nin "bi noktaya" geldiğini düşünebiliriz. Örnek, hem komşularla sıfır sorun yaşayıp hem Ortadoğu düzeninin kilit ülkesi olmaya dair muazzam iddialar besleme nedeniyle seçilmiş. George W. Bush'un Irak politikasında da kibir vardı, diyor Walt, Obama'nın karmaşık bir sorunu çok iyi hazırlanmış bir konuşmayla halledebileceğini sanmasında da vardı.

Walt'un yazısının en hoş yanı, sonunu şöyle bitirmesi: "Benim ilk beş ders listem böyle. Sizinki nasıl?"

21 Kasım 2014 Cuma

Çevirmenler, kapatın gidin!

Şu aşağıdakiler, çok büyük bir bilgisayar ve donanım satıcısı firmanın sitesinden. Harici DVD yazıcı bakarken karşıma çıktılar. Dönüp dönüp yeniden okuyorum ve neredeyse kendimden geçiyorum. Paylaşayım istedim.
USB halindeyken yeteneği üzerinde güçlü için güçlendirilmiştir

Eğer bir uçak ya da bir parkta bankta oturan üzerine, bir kafede olun, uyumlu bir Samsung Notebook bağlayarak Samsung Slim Harici DVD Yazıcı kadar güç olabilir. Güç kabloları ve AC adaptörleri sizi özgür için tasarlanan, DVD'ler yazmak için ofisinizde olması gerekmez. Eğer görünürde hiçbir çıkış ile hızlı bir hızda yazabilir, USB BUS güç kaynağı sayesinde. Yani, yoğun program Bizim İnce Harici DVD Writer tutmak yardımcı olmak için inşa edilmiştir, aşağı yavaş izin vermeyin.

Gezi Yazarı İle Aydınlık Seyahat

Biz bugünün telaşlı mobil yaşam talep taşınabilirlik biliyorum çünkü biz sadece beklentilerini aşmak için Samsung Slim Harici DVD Yazıcı mühendisi yoktu, biz bu kompakt ve hafif yaptı. Seyahat ederken yanınızda taşıyabileceğiniz bir esinti, bu şık, sofistike DVD yazıcı on-the-go atamaları için her zaman hazırdır.

19 Kasım 2014 Çarşamba

Amerika'ya damga vuran Müslümanlar meselesi

Müslümanların Amerika'yı keşfi ve Küba'da cami meselelerine takılmaması imkânsız olan arkadaşım gece vakti kışkırtmaya koyuldu ve kısa süre içerisinde kendimi Gülistan dergisinin sitesinde buldum. Karşıma çıkan yazının başlığı, "ABD tarihine damgasını vuran Müslümanlar"dı.

Yazının altındaki imza, İsmail Çolak, bir sürü kitap (Kıtalara Sığmayan Osmanlı, Destanlaşan Zaferler, Ölümsüz Şehit Mektupları, Mahşerin İrfan Ordusu...) yazmış bulunan, pek çok mevzunun (Osmanlı, Lale Devri, Abdülhamid, Millî Mücadele, Modern Zamanlar, Haçlı Zihniyeti...) uzmanı bir şahsa ait. Erdoğan'ın yarattığı tartışma üzerine kendisinin attığı tweet'i izleyerek ulaştığım Somuncubaba İlim Kültür ve Edebiyat Dergisi sitesinde de aynı yazıya rastlayınca, bunu en az cumhurbaşkanınınki kadar güvenilir kaynak saymam gerektiğine derhal ikna oldum.

Bu yazıda, Barry Fell adlı bir "ABD Bilim ve Sanat Akademisi üyesi"ne dayanılarak, Müslümanların daha Hz. Osman ve Hz. Ali devirlerinde Amerika'ya ulaştıkları ileri sürülüyor. Fell'in eserinin adı "Saga Amerika (Efsane Amerika)" olmasa, kendi de konu olduğu "bu sahiden bilim insanı mı uyduruyor mu?" tartışmalarıyla tanınmasa şüphesiz daha iyi olacakmış. (Fell'in tartışmalı kimliği ve aslen deniz biyologu olan bu kimsenin arkeolojide uzman sayılamayacağına dair kısaca bilgi veren bir yazı için: "Pre-Columbian Old World inscriptions in the Americas?" Yazının yeraldığı sitenin adı: "Kötü Arkeoloji"!)

18 Kasım 2014 Salı

Al o "keşfi", turşusunu kur

Pınar (Öğünç) lafı ağzımdan aldı: "Sömürgeciye direnene değil, sömürgeciye talip".

Mevzu, "Amerika'yı biz daha önce keşfettik" iddiası. Tarihin gördüğü en büyük zulme sahne veya yatak olmuş bir süreç, "Amerika'nın keşfi". Daha doğrusu "fethi". Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı herhalde keşfe fetih de denebilmesi heveslendirmiştir.

Bu tartışmaya girmek gereksiz. Bir yere daha önce gitmek, orayı "keşfetmek" anlamına gelmez, bu bir. Amerika kıtasının neresine kimin kimden daha önce gittiği henüz herkes ve her durum için kesin söylenemez, bu iki. Küba'da tepede cami falan yok, üç.

Pınar "Amerika'yı önce keşfettik" iddiasının gerisinde yatan psikolojiyi ve "Küba'ya cami yakışır" densizliğinin boyutlarını güzelce anlatıyor; lütfen okuyun. Ancak, "Amerika'nın keşfi/fethi" denen hadiseye sahip çıkmanın boyutları ve manası iyice kavransın istediğimden birkaç şey ekleyeceğim. Hazır elimin altında varken (bu bilgileri 16 Ton filmi için derlemiştim).


"Kaşif"lerin, keşfettikleri topraklarda yaşayan insanların ne kadarını yok ettiği, ne kadarının -beraberlerinde getirdikleri mikroplar yüzünden- ölümüne yolaçtığı üzerinde bilim insanları kesin anlaşmaya varamıyor. 1500'lerin başında Meksika nüfusu 25 milyondu. 100 yıl sonra 1 (bir!) milyona inmişti, diyenler var. En temkinli tahminlere göre bile yok edilen/olan nüfusun oranı dörtte birden az değil.) Dünya nüfusu 400 milyon kadarken, "Keşifler Çağı"nda Avrupalıların Güney Amerika'da yolaçtığı telefata dair yapılan tahmin, 70 milyon insan!

12 Kasım 2014 Çarşamba

Biz de hiç unutmuyoruz, Ekrem Bey

Terbiyesizlik Türkiye'de her gün yeniden tarif edilir. Bu defa tarifi Zaman'ın Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı yapmış.

Dumanlı, Ahmet Hakan Coşkun'un sorularını cevaplamış. Bir aşamada söz, haliyle, Ahmet Şık ve Nedim Şener'in alavera dalavera Ergenekoncu yapılmaya kalkışılmasına geliyor. Dumanlı şöyle diyor:
"O konuda Ahmet Şık’ın bizi tahrik eden bir sözü oldu. Dedi ki, 'Dokunan yanıyor'. Onun yaptığı da yanlıştı."
Ekrem Bey, Ahmet Şık'ın bu "yanlış"ını "unutmadıklarını" da belirtmiş.

Adamın ömründen bir yıl çaldınız! Hâlâ "O yanlışını da unutmadık!" diye ahkâm kesmek için insanın bünyesinde gerçekten vahim eksikler bulunması gerekir.

Gözümüzün içine baka baka, Ali Fuat Yılmazer'le, Zekeriya Öz'le hiçbir ilişkimiz yok, diyebilmeyi de sanırım aynı yoksunluk sağlıyor.

Çocuk değiliz ve böyle kandırılamıyoruz. Aksine, çok fena sinirleniyoruz. Anlamıyorlar mı, umurlarında mı değil?

Katar'la Türkiye pek uygun bir çift

Uluslararası Af Örgütü'nün göçmen ve mülteci haklarına bakan bölümünün şefi Şerif Elsayed-Ali, "Eğer acilen harekete geçilmezse," diyor, "angarya ve sömürü üstüne bina edilmiş bir Dünya Kupası izleyeceğiz." Mesele, Katar'ın, ülkesindeki binlerce göçmen işçiye ettiği eziyet.

Katar hükümeti, işçileri ezerek, öldürerek, stadları ve dünyanın gözünü boyayacak başka tesisleri güzel güzel inşa ediyordu ki, birileri durumu fark etti, yaygara çıkardı ve dünyanın en aşağılık çete örgütlenmelerinden biri olan FIFA dahi, zengin Körfez ülkesinin şımarık yöneticilerini tehdit etmek zorunda kaldı. Onca işe kalkışmışken Dünya Kupası'nı elinden kaçırma tehlikesiyle yüzyüze kalan Katar yönetimi, işçilerin durumunu düzeltecek acil tedbirler alacağına söz verdi, uluslararası hukuk firması DLA Piper'la anlaşıp rapor ve öneriler istedi. The Guardian'da Owen Gibson'un yazdığına göre, firma, altmış ayrı öneri getirdi. Ancak hâlâ ortada kayda değer bir gelişme yok. (Okuduğunuz yazıdaki veriler Guardian'daki haberden aktarılma.)

Fecaati kısa yoldan anlatmak gerekirse: 2012-2013'te Katar'da Dünya Kupası tesislerinin inşaatında çalışan Nepal, Hindistan ve Bangladeşli işçilerden 964'ü can verdi! Başlıca iki ölüm sebebi var. Birine çok şaşıracaksınız herhalde: iş kazaları = iş cinayetleri. Ötekiyse, anî kalp durması! Uluslararası Sendikalar Birliği, şu ana kadarki gidişat sürerse, 2022 Dünya Kupası'nın ilk başlama vuruşuna kadar dört bin kadar işçinin ölmesinin beklendiğini ileri sürüyor. Dünya Kupası maçlarının, sıcaklığın 50 dereceyi bulduğu yaz aylarında oynanmasını göze alarak turnuvayı Katar'a veren FIFA yöneticileri buna karşılık neler elde etti, bilinmiyor, ama Katar'ın sıcağı futbolculardan önce işçileri vuruyor, görüldüğü üzre.

Katar'da çalışan yabancı işçilerle bizim maden ve inşaat işçilerinin durumundaki tek benzerlik, her an iş cinayetleriyle karşı karşıya kalmaları değil. Bizim madenlerdeki dayıbaşı sistemine benzer bir el kol bağlama mekanizması orada da işliyor. İşçilere "iş bulan" dayıbaşları, onları Katar'a getiriyor, ücretlerinin önemli bölümünü cebe indiriyor, bazen hiç ödemiyor, işçileri bir şekilde borçlu duruma düşürüyor veya alacaklarını isterlerse pasaportlarına elkoyup ülkelerine dönmelerini imkânsızlaştırıyor... Katarlı yöneticiler, işi sağlama almak için bir de "çıkış vizesi" sistemi koymuşlar ki, canından bezen işçi en kötü ihtimalle alacağını malacağını bırakıp ülkesine kaçamasın.

5 Kasım 2014 Çarşamba

Michaela F., orta sınıfın huzurunu bozdu

Michaela F.'nin ev arkadaşı, kapının vurulduğundan emin olamadı. Facebook duvarını azıcık kaydırdı, tıkırtıyı yeniden duydu. Telefonunu bırakıp kalktı, daire kapısına usulca yaklaştı. Kulak kabarttı. Evet, kapının dışında biri vardı ve... işte, kapıya yeniden tık tık vurdu. Mecalsiz bir vuruştu bu. Michaela F.'nin ev arkadaşı telefonuna gelen mesajın sesini duydu. Mesaj bekliyordu. Gidip bakmak istedi. Gidemedi. Bu defa kapının dışından gelen ses daha büyük, daha sürekliydi. Bir gövde kapıya yaslanmıştı. Hışırtılar. Hışırtıların arasında belli belirsiz, adını mırıldanıyordu birisi. Michaela F.'nin ev arkadaşı ürktü. Kapıya iyice yaklaştı, kulağını dayadı. Adını tekrar mırıldandı... kapının dışındaki gövde... ya da ses... ikisi, kapının dışındaki tekinsiz evrende biraraya gelmemişti henüz. Ses... Michaela'ydı bu! Ev arkadaşı kapıyı açtı.

Kapıya yaslanmış Michaela F. az kaldı düşüyordu. Ev arkadaşı tuttu onu. Michaela F. döndü. Ev arkadaşı onun yüzünü gördü. Bakışlarını gördü. Michaela F. bir yere, belirli bir şeye bakıyordu ama neye? Ev arkadaşına bakmıyordu. Baktı. Ev arkadaşı bu bakışa bir an dayanabildi, “Ne oldu?” dedi, Michaela F.'yi içeri çekip kapıyı kapatırken. “Bana tecavüz etti,” dedi Michaela F.

3 Kasım 2014 Pazartesi

İsyanın saflığı temizliği

Burkina Faso'da halkın 27 yıllık diktatör Blaise Compaore'yi kovduğu isyana ait, hepimizin gördüğü belli başlı fotoğrafları çeken Joe Penney (Reuters), 30 Ekim gününü anlattı. Bütün günü isyancı kitlenin ön saflarındakilerle birlikte geçiren Penney, "Orada bulunmamdan ötürü olağanüstü memnunlardı ve gazetecilerin müthiş serbest çalışmasına izin verdiler," diyor.

Bir kitlesel hareketin haklılığını, meşruluğunu gösteren daha güçlü bir kanıt olamaz. (Polis-asker, objektifleri kapatmaya, kameraları kırmaya çalışır, çünkü herkesin görmemesi gereken işler yapacaktır.)

"Mesajlarının, görüntülerinin buradan bütün dünyaya yayılmasını istiyorlardı," diye anlatıyor Penney. Çünkü yanlış bir şey yapmıyorlardı, yapmayacaklardı; gizlenmesi gereken kirli işler çevirmeyeceklerdi.

Ermenek katliamının kısa hikâyesi

Ermenek Cumhuriyet Başsavcılığı'nın açıklaması, madende işçilerin alenen öldürüldüğünü ortaya koyuyor. Resmî ifadeler çoğu defa gerçeğin çıplaklığını örtmeye yaradığından, ufak bir tercüme işlemi gerekiyor.

Üç kişilik bilirkişi heyeti, kazanın meydana geldiği yere yaklaşabildiğince yaklaşmış ve şüpheye yer götürmez şekilde tesbit etmiş ki, kazaya yolaçan, eski imalat bölgesinde birikmiş sudur. (İşin uzmanları başından beri zaten, en güçlü ihtimaldir, diye bunu söylüyorlar.)

Açalım: Bir yerde maden çıkarılmış, bitmiş, orası terk edilmiş. Öbür tarafa dönülmüş, çalışmaya devam ediliyor. Bulunulan bölgede, yeraltı sularının maden işlerinde sorun çıkarabileceği biliniyor; bu yönde raporlar hazırlanmış. Bu bir. İki de şu: Terk edilen madende suların birikeceği de biliniyor. Nitekim birikiyor. Öbür tarafta maden çıkarılıyor. Çalışılıyor. İşçiler orada yaşıyor, çalışıyor, giriyor çıkıyor. İşçiler yemek yiyor, soluk alıyor, çalışıyor, öbür tarafta sular birikiyor...

2 Kasım 2014 Pazar

Ürünün neyse sen de osun

Önce Peşmergelerin yemek yedikleri yol kenarı tesisinde hesabı ödemeden gittiklerini yazdılar. Bunu Hürriyet başlattı. Hepsi üstüne atladılar. Sanki Peşmergeler geçtikleri yerlerde birilerini öldürmüş, evleri soymuş falan gibi oldu.

Ardından "dokuz Peşmerge kaçtı" yalanı geldi. Güya Kobani'ye geçmek için Suruç'ta beklerken bazı Peşmergeler korkup "hastayız" ayaklarına yatmışlar, dokuzu da kaçmıştı. Bunu haber diye yayan Yeni Şafak, yalan saklanamaz olunca, "detayları Yeni Şafak ortaya çıkardı" gibi akıl almaz bir riyakârlıkla pislettiklerini temizlemeye kalktı.

Türk basını iliklerine işlemiş ırkçılığını ve cibiliyetsizliğini bu şekilde ortaya dökerken, meğer iktidar partisinin ırkçıları çenelerini zor tutuyorlarmış. AKP İstanbul milletvekili Gülseren Topuz 1 Kasım günü akşamüstü beş buçukta şöyle bir tweet attı: "Zamanlama manidar! 9 Peşmerge Kobani yolunda firara kalkıştı! Fistanlı mı, Fistansız mı?!" (yazımı düzelttim).