23 Eylül 2016 Cuma

Nihat Tuna

Nihat'ı kaybettik. Aramıza dönecek sandık, birden gitti. Halbuki elinden geleni yapmıştı. Sırf kendini yaşatmak için değil. Elinden geleni yapmıştı işte. Ketumdu, derdini etrafa çaktırmazdı. Bu yüzden bu kadar söyleyebilirim. İletişim Yayınları onsuz eskisi gibi olmayacak. Hayat da öyle olmayacak. Kelimeden harf düştü işte, eskisi gibi okunmayacak.

Nihat Tuna.
Yoldaşımız, arkadaşımızdı. İletişim'in müdürü, kahyası, gürültüsü, neşesiydi.

21 Eylül 2016 Çarşamba

Cihatçıların meselesi: Türkiye
ile birlikte savaşmak caiz mi?

Suriyeli cihatçıların bugünlerdeki en önemli tartışma konularından biri şu: Türkiye desteğiyle DAİŞ'e ("İslâm Devleti" örgütü) karşı savaşmak caiz midir?

Ankara'nın Suriye içsavaşının başından beri işbirliği yaptığı, hattâ belki şöyle demek gerekir: içsavaşın körüklenmesi için desteğini esirgemediği, güçlü cihatçı örgütlerden Ahrar el-Şam, bu mevzuda bir fetva yayımladı. Fetvada, İslâmcı grupların önceliğinin, Suriye topraklarını DAİŞ egemenliğinden ve PKK gibi grupların hegemonyasından kurtarmak olduğu, bu amaçla Türkiye ile işbirliği yapılarak bunlara karşı savaşılabileceği belirtiliyor. Fetvanın yayımlanmasının sebebi, Ahrar'ın ilk defa "resmen" Fırat Kalkanı harekâtına katıldığını açıklaması.


20 Eylül 2016 Salı

Kâbe imamı cihatçılar için dua etti

“Kâbe imamı ağlıyor, Fatiha okurken ağlıyor”, “Kâbe imamı es-Südeys Filistin duası”, “Kâbe imamı Sudeys, Adiyet Suresi’ni okurken ağlıyor”, “Abdurrahman es-Sudeys’in ağlayarak tamamladığı konut duası”. Bunlar, Mescid-ül Haram imamı Abdurrahman ibn Abdülaziz es-Sudeys'in Dailymotion'da yeralan videolarından bazılarının başlıkları. Oraya "ramazanrehberi" adlı kullanıcı tarafından yüklenmişler. Yani bu seçkin din adamının hizmetlerinden ümmetin internet bağlantısına sahip kısmı her an yararlanabiliyor. Türkiye'nin geri kalması düşünülemezdi.

Lâkin ümmetin hangi kısmının ne tür din adamlarından ne tür akıllar fikirler alacağı konusu giderek ümmet için varoluş sorunu haline geliyor. Şu anda, özellikle Türkiye'de, çoğunluk ve iktidar olmanın -asla gönüle yansıyamayan- rahatlığıyla İslâmcı-Müslüman önderler ve ahali vahametin farkında değil. Azıcık sükûnetle az öteden izlendiğindeyse manzara pek açık gözüküyor.


19 Eylül 2016 Pazartesi

Kayıplar... Korkunç ayıplar...

Cumartesi Anneleri 24 Eylül'de, 12:00'de, her zamanki gibi Galatasaray'da buluşacaklar. Bugüne kadar beş yüz doksan dokuz defa yaptıkları gibi. İnsanlar evlatlarını, eşlerini arıyor. Cevap arıyor. Zalimin anlayamayacağı bir huzuru arıyor. Hiç değilse onu arıyor.



11 Eylül 2016 Pazar

SDG'nin Türkmen komutanı nasıl öldü?

Suriye Demokratik Güçleri (SDG) bünyesindeki Türkmen örgütü Hammam el-Türkmen'in (Türkmen Selçuklu Tugayı) başkomutanı Heni el-Melle, 10 Eylül akşamı Kobanê yakınlarında şaibeli bir şekilde vurularak öldü. İlk haberler, el-Melle'nin suikasta kurban gittiği yolundaydı. Tıpkı Cerablus Askerî Konseyi Başkanı Abdülsettar el-Cedir'in öldürülüşünde olduğu gibi, "Türk ajanları öldürdü" iddiaları ortaya atıldı. Nitekim SDG Sözcüsü Telal Selo, Türkmen komutanın "şüpheli bir şekilde" öldürüldüğünü söyledi. El-Melle'nin aynı zamanda El-Bab için kurulan Askerî Konsey'in önemli bir şahsiyeti oluşu, SDG'yi muhtemel el-Bab harekâtından caydırmaya yönelik bir siyasî cinayetle karşı karşıya olunduğu ihtimalini güçlendiriyor. Cihatçı hesapların el-Melle'yi "hain"likle suçlayıp, "kimliği belirsiz kişilerce infaz edildiğini" ileri sürmeleri de bu yönde bir işaret sayılabilir. Arkasında Ankara'nın bulunduğu suikast iddiası, kanıtla desteklenemedi.

Ve suikast iddiasından kısa süre sonra, el-Melle'nin "kazaya kurban gittiği" haberi ortaya atıldı. Silah yanlışlıkla ateş almış ya da kargaşa içerisinde buna benzer bir şey olmuştu. Bu da havada kaldı. Tıpkı bir ara bir şekilde ortaya sürülen ama desteklenmeyen "intihar etti" haberi gibi.

Türkiye-Suriye sınırından yirmi-otuz kilometre ötedeki bir olaya dair güvenilir bilgi alamıyoruz. Türkiye'de gazeteciliğin ölümü sadece para-pul dışında derdi olmayan medya patronlarıyla veya siyasî baskıyla ilgili bir facia değil.

10 Eylül 2016 Cumartesi

ABD ile Türkiye'nin müttefiki,
El-Kaide'ye başsağlığı diledi

Bir insansız hava aracı, 8 Eylül gecesi Halep'in batısında, silahlı grupların elindeki bölgede, Kefer Naha köyünde çok kritik bir hedefi vurdu. Vurulan binada, eski El-Nusra, şimdinin Şam'ın Fethi Cephesi'nin (ŞFC) üst düzey komutanları toplantı halindeydi. El-Kaide'nin Suriye kolu El-Nusra'nın kurucularından olan, ŞFC'nin "Askerî Emir"i, Fetih Ordusu koalisyonunun genel komutanı ağır top Ebu Hacer el-Humsi veya cihatçı âleminde meşhur olduğu adıyla Ebu Ömer Serakip, burada can verenler arasındaydı. (Arapça kelimelerin Türkçe yazılışında yanlışlar olabilir.)

Önce saldırıyı bir Amerikan İHA'sının yaptığı söylendi. Ancak ABD, operasyonu üstlenmedi. Pentagon Sözcüsü Yüzbaşı Jeff Davis, "Orada her ne olduysa, bu ABD ordusunun yaptığı bir şey değildi," dedi. Davis, "Halep IŞİD'in bulunduğu bir yer değil, orada olmamız için sebep yok," diye de altını çizdi sözünün. Bir başka Amerikalı savunma yetkilisi, AFP'ye, Halep saldırısında "önde gelen şüpheli"nin Rusya olduğunu söyledi.

8 Eylül 2016 Perşembe

Devletin normali: Katille sarmaş dolaş

Ogün Samast'ın Samsun'da devlet tarafından ağırlanışı ve onurlandırılışının yeni görüntüleri ortaya çıktı. Hiç şaşırmadım. Hayreti çoktan yitirdik, küfrüm bile kurudu gitti dokuz buçuk senede. Bildiğimiz kadarından, gerideki çirkefi tahmin etmek zor değildi. İfadelere, hallere tavırlara bakın, o gün Ogün'e sofra kurulmadığına, hattâ başka ihtiyaçlarının karşılanmadığına şükredin. Aslında bilmiyoruz, belki de yapılmıştır çeşitli ikramlar. Çünkü görüntülerde kendini açığa vuran devlete uygundur.

Burada soğukkanlılıkla dikkat çekilmesinde, kimbilir, belki fayda umulabilecek tek şey var. Devlet görevlilerinin Ermeni gazetecinin öldürülmesinden ötürü duydukları samimi sevinci, katille duygudaşlıklarını filan bir anlık kenara itmeyi kabul edelim. Görüntülere silme iyi niyetle bakalım: Polisler, jandarmalar, artık kim kimse, önemi de yok zaten, katili rahatlatmaya çalışıyorlar, belli. Bunun için, Ermeni'yi vurmuş oluşundan ötürü sırtının sıvazlandığı, övüldüğü, sevildiği bir ortam yaratıyorlar.

Nasıl? Kulağa çok dehşetli gelmedi mi? Katili, diyorum, rahatlatmak, "her şey normal" duygusu yaratmak için, "Aslan Ogün, helal olsun" deyip sırtını patpatlıyorlar ki, ferahlasın, gerginlik duymasın, dost ortamda olduğunu varsaysın.

Devlet katile diyor ki: Normalim budur.

Burada kesiyorum.

Mesele yelpazeydi çünkü!

Devletin hatırı sayılır kısmını ele geçirdiği söylenen "Fethullahçı Terör Örgütü - FETÖ" hakkındaki soruşturmalar, önemli bölümü hak çiğneyici, sinir bozucu, akla hayale gelmedik saçmalıklarla sürüyor. Koca ülke iki gün Gülen'in yelpazecisiyle meşgûl edildi.

Önümüze sürülen habere göre, Fethullah Gülen 1990'larda bir vakit İzmir'de, Hisar Camisi'nde vaaz verirken fenalaşmış, camidekilerden bir kimse de elindeki gazeteyle yelpazeleyerek onun kendine gelmesine yardım etmişti. Haberlerde vaziyet anlatılırken Gülen'in "sözde fenalaştığı"nı belirtmeye özenler gösterildi. Başına "terör örgütü elebaşısı" gibi sıfatlar getirmeden sözü edilemeyen Fethullah'ı Fetullah yazmaya gösterildiği gibi. Bunları yapanlar, bu örgüte pek kızmış ve ona asla bulaşmamış görünüyor ya...

Yelpaze operasyonu süratle ilerletildi. Yelpazeci olduğu şüphesiyle diş teknisyeni İ.S. gözaltına alındı. Gel gör ki, yelpazecinin İ.S. değil A.Z. olduğuna hükmedildi. Üstelik bu Samsunlu adam uzun zamandır Kazakistan'daydı, bilahare Afrika'ya "tayin edilmiş"ti. İ.S. serbest bırakıldı, yelpazeci yakalanamamış oldu. Yelpazecisi yakalanamayan bir örgüt lideri her şeyi yapabilecek kapasiteyi koruyor demektir. Neye yaradı on binlerce insanı memuriyetten atmak, hapse tıkmak!

Bu fasıllar ilgi çekmiyor. Bilvesile Gülen cemaatiyle alâkası olmayan veya Gülen sempatizanı olup da Cemaat bünyesinde yürütülmüş gizli kapaklı örgütlenme işleri veya eylemlerle alâkası olmayan insanların işlerinden, maaşlarından, yaşantılarından yoksun bırakılması, kimilerinin mesnetsiz şekilde gözaltına alınması, tutuklanması iktidar destekçisi cephe ve geniş ana akım kamuoyunda konu edilmiyor. (Evet, ana akım kamuoyu diye bir şey var.)


Zaten benim de esas ilgimi çeken, şu fotoğraflar oldu. Muhtemelen bir videodan alınmış kareler bunlar. Üçünde de iki insan yüzü var. Biri h'li de h'siz de yazsanız kendisine yarı-kutsal birşeyler atfedildiği belli "hocaefendi", öbürü yelpazeci. "Hocaefendi"nin ifadesine bakılırsa, kendisine yarı-kutsal birşeyler atfedenler arasında başı kendi çekiyor. Ya öbür adam niye böyle perişandır?

Bu yüzlere uzun uzun bakarak kendi hikâyenizi oluşturabileceğinizi sanıyorum. Benim kafamdan geçenler hakkında ufak tefek birşeyler çıtlatayım: Burada, olmaması gereken, müthiş sağlıksız birşeyler dönmektedir. Bir tür ürperti, bakınca hissettiğim. Bu üç fotoğrafın hikâyesini yazacak olsam, tasvir etmek gerekecek insanî sorun Gülencilerle falan sınırlı kalmaz. Bu yüzden iktidardaki Türk İslâmcısı bu işten bu kadar dehşete kapıldı. Bir başka âlemle ilişki müsameresi, belki de işin en berbat yanı değil. Niye ağlıyor o yelpazeci? Az önce ne olmuş da ağlıyor? "Hocaefendi"ye bir şey olacak diye mi ağlıyor yoksa başka bir korku hali mi sözkonusu? Neyse, gerisine siz bakın artık.

5 Eylül 2016 Pazartesi

"Rusya'yla ortak, Halep işine girdik!"

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Çin'deki G20 Zirvesi'nin ardından konuştu ve şöyle dedi: "600 bin insanın öldürüldüğü bir yerde hâlâ katil Esed'in görevinde kalmasını, durmasını savunmak bana öyle geliyor ki insanlık adına bizler için utanç vericidir."

Bu sözün herhangi bir diplomatik sonucu olmayacaktır muhtemelen. (Bu sözün sigortası olarak, Suriye'nin "toprak bütünlüğü"ne saygı mütemadiyen vurgulanıyor.) Niye söylendiğini bilen Rus yetkililer bıyık altından güleceklerdir. Zira yalnız tribüne söylendiği belli. Alelacele kaleme alınıp sahneye konmuş bir müsamere izliyoruz.

Aynı konuşmada Erdoğan gerçeklerden de sözetti: "Rusya ile özellikle Halep bölgesinde bir işbirliğini gerçekleştiriyoruz."

Bakın bugün "Halep bölgesinde" neler oldu: Suriye ordusu ve birlikte hareket ettiği Hizbullah ve milis güçleri, cihatçı örgütlerin savunduğu mahalle ve binalardan bazılarını ele geçirdi, silahlı grupları püskürttü ve şehrin rejim karşıtı güçlerin elindeki kısmı etrafındaki kuşatmayı yeniden kurdu.

Silahlı muhalifler arasında, İdlip'ten silahlı güçlerin alınıp Cerablus Harekâtı için kuzeye taşınması, Halep "cephesini" takviye etmek yerine güçlerin başka bölgede Türk ordusunun operasyonu için seferber edilmesi tepki yarattı. (Hattâ doğrudan Halep cephesinden kuzeye savaşçı aktarıldığı ileri sürülüyor.)

Şehrin muhalifler elindeki doğusunun Suriye ordusu tarafından yeniden kuşatılması, "Halep Savaşı" için hayatî önemde. İlk defa Temmuz'un ilk haftasında kurulan kuşatma, cihatçı silahlı örgütlerin birlikte giriştiği karşı harekâtla kırılmıştı. Bunun bir defa daha gerçekleşebilmesi ihtimali artık yok gibi. Neden?

Cevabını, işte, Cumhurbaşkanı Erdoğan verdi: "Rusya ile özellikle Halep bölgesinde bir işbirliğini gerçekleştiriyoruz."

Oysa sadece kuşatmanın kırılmasının değil, ikmal yolunun açık tutulmasının da Türkiye'nin desteğiyle mümkün olduğu yaygın bir kanıydı!

Reisçi Türk İslâmcısının -her şeyden önce kendine- izah etmesi gereken o kadar çok şey birikti ki, bunun belki esamisi bile okunmayabilir. "Kürtlere saldırıyoruz, aman ne müthiş!" havası içinde, Halep çevresindeki cihatçı müttefikleri "satmanın" sözü bile edilmeyebilir. En azından neyin ne olduğu bilinse bari.

Bu arada, iktidar propaganda aygıtının bu satış işleminden nasıl bir İslâmî erdem menkıbesi çıkaracağını merak etmiyor değilim. "Katil Esed" yemi bu tornistan menkıbesinde kullanılmak üzere ortaya atılmış olsa gerek.

2 Eylül 2016 Cuma

F klavye, Türkiye'de yapılmış tek düzgün iştir

Anadili Türkçe olanların düşünce akışına, reflekslerine uygun, akıcı bir şekilde, önce daktilo şimdi klavye kullanmasını sağlayan İhsan Sıtkı Yener 91 yaşında hayata gözlerini yumdu. T24 sitesi, F klavyeyi bize armağan eden Yener'in biyografisini, çalışmalarını, önemini içeren uzun bir haber yaptı, lütfen hiç değilse göz atın.


Yıllardır F klavye konusunda yazmak isterim. Aslında her gün yazmak isterim. Bilgisayarlı âlemle birlikte, herkesin elinden Q klavyeleri alıp yere çarpmak ve herkese birer F klavye hediye etmek isterim. Ve tabiî bunları yapamam. Çünkü gücüm yetse bile mânâsı olmayacaktır. Çünkü aslında kimsenin Türkçe'yi doğru dürüst yazabilmek diye bir derdi yoktur. Çünkü aslında anadili Türkçe olanların kendilerini Türkçe ifade edebilmelerindeki başarı oranı, benim muhtemel sırıkla atlama derecemle falan kıyaslanabilir. Söylemek becerilemezken yazmak da neyin nesi? (Necmiye Alpay'ı kolayca hapse tıkıveren bir ülke burası sonuçta.)

Milliyetçiliği, vatanseverliği hiçbir olumlu sağlam zemine dayanmayan, tepkiden, hamaset ve şirretlikten ibaret bir negatif cehalet kültüründen meydana gelen cemiyetimiz, herhangi bir alanda göstermediği özeni gösterecek, emeği harcayacak da, Q klavye akınına mâkûl bir revizyon-dönüştürme uygulaması ve politikasıyla karşı duracak, çocuklarının ve gençlerinin kendi dillerini yazarken hiç değilse fuzulî bir maddî engelle karşılaşmasına meydan vermeyecekti öyle mi? Elbette olacak iş değildi.

Babam gazeteci olduğu, arada bir daktilosunu yenilemesi gerektiği için, sekiz yaşımda bir daktilo sahibi olmuştum. Eskisini bana vermişti. Bunun hayatımı doğrudan etkileyen birkaç sonucu oldu. İlki, aslında yazacak şeyim olmamasına rağmen daktiloyla oynaya oynaya hem bu alete hem yazma denen işleme yakınlık hissetmem. İkincisi, sonradan on parmak yazmayı öğrenmemi neredeyse imkânsızlaştıracak şekilde, kendime özgü bir yazma tekniği geliştirmem. Buna teknik demem sadece espri tabiî. Esas olarak altı-sekiz parmağı kullanmaya dayanan, zaman zaman küçük parmakların da devreye girmesiyle "alet çantası" on parmağa çıkan, her parmağın ne yapacağını bir şekilde bildiği, ama benim bunları bilinçli bir şekilde yönetmediğim, tuhaf bir... -başka kelime bulamıyorum, yine teknik diyeceğim- tekniğim oluştu. Üçüncü sonuçsa, on beş-on altı yaşıma geldiğimde artık on parmakçılarla kıyaslanabilir hızda kullanabildiğim bu tekniğin, o zaman "A klavye" veya "Alman klavye" denen bir klavye düzenine dayanmasıydı.

Adnani'nin ölümü üzerine eski Nusra: "oh olsun"

Şam'ın Fethi Cephesi, eski adıyla El-Nusra Cephesi, yani danışıklı dövüşlü "bağımsızlık ilanı"ndan önce El-Kaide'nin Suriye kolu olan örgüt, "İslâm Devleti" örgütünün iki numarası Ebu Muhammed el-Adnani'nin (Taha Suphi Falaha) ölümü üzerine bir "oh olsun" açıklaması yaptı.

ŞFC'nin "dış medya ilişkileri direktörü", Mısır doğumlu Avusturalya vatandaşı Mustafa Muhammed, el-Adnani'nin öldürülmesi üzerine attığı ilk tweet'te şöyle dedi: "Adnani sadece uğursuz bir haydutlar grubunun sözcüsü değil, Cihat adına Müslümanların kökünü kazımanın da tutkulu bir savunucusuydu." (Burada İD'in istisna tanımaz tekfirciliğine açık eleştiri var. Yerlileşme, ittifaklar kurma, cihat için cepheyi genişletme derken, El-Kaide her fırsatta tekfirciliği eleştirmeye başladı.)

Belli ki şahane İngilizce'si ve sakin tavrı -daha önceki bir röportajdan biliyoruz- nedeniyle ŞFC önderliğince vitrine çıkarılmak üzere seçilen Mustafa Muhammed'in ikinci tweet'i de şöyle: "DAİŞ'in bir tiran kaybetmesi Müslümanlar için ancak iyi bir şey olabilir. Evet, Adnani'nin ölümünden memnuniyet duyan milyonlarca Müslüman'la beraberim."