31 Ekim 2014 Cuma

Sabahın ilk saatleri...

Âdet haline getirmemeye kararlıyım, arada sırada bir "günlük" uygulaması yapacağım. Bugün günlerden 31 Ekim Cuma; Riya Tabirleri hayırlı işler diler.

• Mevsimlik işçileri taşıyan midibüs şarampole yuvarlandı, 15 kadın işçi can verdi. Galiba tıka basa doldurmuşlar garibanları o araca. Ağır yaralılar da var, kurban sayısı artabilir. İş cinayetleri konusunda önleyici tedbir herhalde: işe gitmeden öldürmek.

• Antalya'da bir kısım veli, çocuklarının engelli bir arkadaşlarıyla birlikte okumasını istemedikleri için minikleri okula yollamayarak boykot yapıyor. Okul yöneticileri sahip çıkmış ama faydasız. Engelli çocukcağızın sınıfta tek başına fotoğrafı var. Bu yüksek ahlâk-vicdan sahibi veliler engelli çocuğu sınıftan attırmaya çalışıyor. İçimden ettiğim bedduaları buraya yazmıyorum; siz de içinizden geçenlerle eşlik ediverin. Çocuğum olsaydı, bu anababaların çocuklarıyla aynı mekânda bulunmasını istemezdim, öyle diyeyim.

30 Ekim 2014 Perşembe

İtibar mitibar problemleri

Bilmiyordum, üstünden zaman geçtikten sonra öğrendim. Türkiye'nin kaybettiği Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyelik seçiminden önceki akşam, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, bütün ülkelerin BM büyükelçilerine bir parti vermiş. Bu gösterişli parti, New York'un dünyaca meşhur Waldorf Astoria Oteli'nde düzenlenmiş. Çavuşoğlu burada davetlilerine, "Allah'ın izniyle, çabalarımızın sonucunu alacağız," demiş. Bu parti herhalde "son gece yedirip içirelim de bize oy versinler" düşüncesiyle değil, bir tür erken kutlama, kazanacağına dair kendinden emin olmanın göstergesi filan olsun diye tasarlanmıştır. Kazanmaktan bu kadar uzak olunduğunu bilmeme anlamına gelir. Burnu büyüklükten mi? Kimbilir...

28 Ekim 2014 Salı

Belki de sahiden kader bağları..?

29 Ekim herhalde bundan böyle Kürtler için de çok önemli bir tarih olacak.

Gerçi Kobani'deki direniş kuvvetlerinin komutanı Meysa Abdo'nun (savaşçı adıyla Narin Afrin) New York Times'taki "dünyaya çağrı" yazısı ayın 28'inde (bugün) yayımlandı. Ama üstünden azıcık zaman geçtikten sonra dönüp bakacak olanlar, bu yazıyla Kürdistan Bölgesel Yönetimi Peşmergelerinin Kobani savaşında boy gösterecekleri ilk dakikaları -muhtemelen yarın, 29 Ekim'de- mutlaka birarada düşüneceklerdir.

Abdo'nun yazısı, "Bir şehir İslâm Devleti'ne karşı tek başına savaşmamalı" başlığını taşıyor. (Yazının Türkçesi de burada.)

Kadın komutanın, İD'e karşı ABD önderliğinde kurulan koalisyon başta olmak üzere "dünyaya" seslendiği -ve New York Times'ın bu seslenişe aracılık ettiği- bir yazı için çok uygun başlık. Yalnız altında bir altbaşlık var: "Kobani'nin IŞİD'e karşı savaşına Türkiye'nin koyduğu engel"! İşte bu, NYT aracılığıyla dünyaya seslenebilen Kürt gerillaları görüntüsünü hayli ilginç bir dekor önüne yerleştiriyor.


Ermenek kazası - Bilebildiklerimiz

Katliam sektörü yeni kurban peşinde. Karaman/Ermenek'te madeni bu defa su bastı, ben bunları yazarken 18 işçi içeride kalmıştı, akıbetleri bilinmiyordu.

Maden firmasının işçilerini pek seven, pek hassas patron ve yöneticileri olduğu anlaşılıyor. 301 kurbanlı Soma kazasından sonra yapılan yasal değişiklikleri bir şekilde bahane edip, işçilerin yemeğini ve servislerini kesmişler. Maden, zaten, bir ara denetlenmiş, kapatılmış, ceza kesilmiş, yeniden açılmış; Türk-işi bir durum var yani.

Bu yüzden içeride yemek yiyen işçilerin su baskınına yakalandığı söyleniyor. Öyle ama "işçiler bu yüzden öldü" diye teoriler kurmak saçma. Su baskınının ille yemek saatinde olması gerekmiyordu haliyle.

Ama oldu. Daha önce de olmuş. İşçiler, bunun üçüncü su baskını olduğunu söylüyorlar. TEMA Vakfı'nın, bu yöredeki maden işleri hakkında daha önce hazırladığı bir rapor, nitekim, yeraltı sularının sorun olacağı öngörüsünü içeriyor. Yani bölgede yapılacak madencilik için, yeraltı suları diye bir mesele var; öncelikle gözetilmesi gereken. (Raporun PDF'si burada.)

[ EK - "Kaza geliyorum demiş" klasiğine yeni besin kaynakları. Çağdaş Ses'ten Ece Sevim Öztürk'ün haberine göre, kazanın meydana geldiği maden ocağında "su sızması" olduğu için, firma sahibi Saffet Uyar, Soma'da aynı işi yapan, Uyar Madencilik'in sahibi Azmi Uyar'dan yardım istemiş! İki yıl önce, 2012'de. ]

[ EK - Bölgedeki yeraltı sularının muhtemel bir kazayı hazırladığına dair bir başka görüşe göre, madenin beş kilometre ötesine yapılan Ermenek Barajı ve HES'in felakete özel katkısı var: "Ermenek HES'i Madenlerdeki Su Riskini İki Katına Çıkardı". ]

Buna karşılık, beyaz gömlekli Enerji Bakanı Taner Yıldız, Ermenek kazasından sonra mâlûm resmî açıklamalarından birini yaparken, "Sıradışı bir hadise olduğu için normal işletme gücünün üzerinde bir güç lazım," dedi. Bunun sıradan insan diline tercümesi şudur: Bu işletmede böyle bir kazaya karşı gereken tedbir, donanım vs. yoktu.

27 Ekim 2014 Pazartesi

Bu Almanya bitmiş - öğrenciler bencil olmuş!..

Şimdiye kadar ağırlıkla, yabancılara ve farklılıklara karşı hoşgörülü, sola yatkın bir toplumsal grup oluşturduğu varsayılan Alman üniversite öğrencileri kitlesi bu karakterini kaybediyor, söylendiğine göre. Öğrencilerin en çok önem verdiği alanlar, kariyer ve para pul işleriymiş. Siyasî katılımdansa parasal güvenceyi tercih ettikleri için genel olarak "tutucu" diye nitelenebilecek bir kitle oluşturdukları sonucuna varılıyor.

Bu sonucu ortaya çıkaran, Almanların Basın-Yayın Genel Müdürlüğü diyebileceğimiz fedeal kurumun yaptırdığı bir araştırma. Buna göre, Alman öğrencilerin yüzde 73'ü, hayatta en çok önem verdikleri şeyi "güzel şeylere sahip olabilme" olarak tanımlamış. Yaklaşık yirmi yıl önce bunu önem listesinin başına koyanların oranı aşağı yukarı bunun yarısı kadarmış: yüzde 35.

Şu anda siyasetle "epeyce" veya "çok" ilgilenenlerin oranı yüzde 45'e gerilemiş. Bununla paralel şekilde, parti olarak Yeşiller'i tercih edenlerin oranı da azalmış, Sosyal Demokratları, Hıristiyan Demokratları destekleyenlerinkilerle neredeyse aynı düzeye inmiş. Sebep, Yeşiller'in radikalliği törpülendiği için gençlerin bu partiyi beğenmemesi değil, tam tersi; politikaya ilgi kaybı. Araştırmacılar bu yüzden, öğrencilerin artık "genel olarak solda" sayılamayacağını söylüyorlar.

Esas fenası, gençlerin Avrupa'ya gelen/gelecek göçmenler sorununa yaklaşımları da anababalarınınkine yaklaşmış. Öğrencilerin yarıya yakını, gelen göçmen sayısını aşırı yüksek buluyor, toplumun bu kadarını entegre edemeyeceğini ileri sürüyorlar. Almanya'nın gelecekte yurtdışından getirilecek uzmanlara ihtiyaç duymayacağını söylemeleri de muhtemelen göçmenler konusundaki olumsuz duygularıyla ilişkili.

Der Spiegel'in görüştüğü bir profesör, bencil ve apolitik gençler yetiştirilmesinden yöneticileri sorumlu tutuyor. "Gayri siyasî, anti-entelektüel bir kuşak yetiştiriyoruz," diyor. Dergi, öğrencilere ilişkin araştırmayı aktardığı yazısına, "Yeni öğrenci kuşağı: Temel ders bencillik" başlığını atmış.

Bitmiş kardeşim bu Almanya!..

24 Ekim 2014 Cuma

Kobanê'ye ilişkin yeni kirli planlar


[ İZAHAT - Bu yazıyı 24 Ekim gecesi saat 03:00 civarında yayımladım, akşamüstü geçici olarak kaldırdım. Şimdi gerekli notlar ve düzeltmelerle tekrar koyuyorum. Bu operasyona sebep, Twitter'da gazeteci Fehim Taştekin'in mesajlarını görmem oldu. Bölgede olup biteni iyi bilen ve izleyen Taştekin'in verdiği kısacık bilgiler ve gün içerisinde duyduğumuz çeşitli açıklamalar ışığında yaptığım değişiklik ve düzeltmeleri metnin arasına yerleştirdim. Bu değişiklikleri iyi ki yapmışım, çünkü birbiri ardına eklenen haber ve ayrıntılar olayı pek bir acayipleştirdi. ]

23 Ekim Perşembe günü, Özgür Suriye Ordusu'nun Kobanê'ye 1300 kişilik bir kuvvet göndereceği haberleri duyuldu. Bir süre, YPG veya PYD'nin bu konuda tavır belirtip belirtmeyeceği beklendi. Resmî açıklama yapılmadı. Gün içinde, Kobanê'deki YPG komutanlarından Meryem Kobanê ile Meysa Ebdo'nun gayriresmî beyanlarını öğrendik.

ANF muhabiri Sedat Sur'un (Twitter FF> @SedatSur3) aktardığına göre, Meryem Kobanê, "ÖSO bize yardım edecekse Til Ebyad'da İD ile savaşsın," demişti. Ebdo da, ÖSO'nun kuvvet gönderme kararını "kendilerine danışmadan" aldığına dikkat çekmiş, ÖSO'nun "Kobanê dışındaki İD mevzilerini vurmasını" önermişti. Ebdo, ÖSO ile ancak Kobanê için kurulmuş bulunan Burkan El Fırat ittifakına katılırlarsa işbirliği yapacaklarını söylemiş, "Ama aksi olmaz," demişti.

[ EK - ÖSO konusunda hepimizin kafası karışık. Bu karışıklığa yolaçan, "Özgür Suriye Ordusu"nun, ordu kavramının çağrıştırdığı merkezî yapı ve komutadan yoksun, bileşimi sürekli değişen, kesin tanımlanamayan bir yapı oluşu. ÖSO bünyesindeki birçok grup şu anda İD'e katılmış durumda. Başka bazı gruplar, Fırat Volkanı grubu bünyesinde YPG ile birlikte İD'e karşı savaşıyor. ÖSO'nun bazı unsurlarının İD veya El Nusra Cephesi'nden ne farkı var, anlamak kolay değil. ]

22 Ekim 2014 Çarşamba

Roman Kahramanları'na teşekkürler

Roman Kahramanları dergisi, Ekim-Aralık 2014 sayısında, yazar olduğumu en başta bana hatırlatmak için sanırım, kitaplarımla ilgili bir dosya yaptı. Olga Robenson'un Erkek Hikâyeleri, Nazê Nejla Yerlikaya'nın Aşkım Bana Resimaltı, Şehmus Ay'ın Siyah Makamı, Behçet Çelik'in Yalnız Olmuyor üzerine yazıları ve Uygur Orhan'ın Gaib Romans'tan hareketle oluşturduğu "destan"ın yeraldığı dosyanın editörü Ömer Asan. Hepsine çok teşekkür ederim. Kitaplarıma vakitlerini ayırmış, okuyup düşünmüş yazmışlar, dergi de benim hikâyelerim, romanlarım üstüne yazılanlara sayfalarını ayırmış.

Gaib Romans'ın eğlenceli ve ironik bir başka ürüne kaynaklık etmiş olmasından ötürü çok memnun oldum. Bu kitap benim gözümde, hayatta yaptığım en mühim işlerden biridir. Uygur Orhan, "Bu nasıl bir romandır?"ı pek güzel tarif etmiş doğrusu: "Bitmedi bununla acayiplik... Bitmedi!"

Yalnız Olmuyor üzerine Behçet Çelik'in yazdıklarını azıcık ayrı tutarsam, umarım öteki yazarlar bana gücenmez. Çelik'in, her şeyden önce, müstakbel okurun merakını öldürmeden, bir övme-kötüleme tahtırevallisinin yakınına bile yaklaşmadan bir romanın nasıl kurcalanabileceğini çok güzel örneklediğini düşünüyorum. Esas olarak, bu kitaptan bahsedecek herkesin kaçınılmaz olarak soracağı -benim bu romanımın kahramanlarınınsa içine düşüp debelendiği- soruyu ve cevabını "yirmi yıl sonra" gündeme getirdiği için, Çelik'in yazısının, kitabımdan bağımsız olarak da önem taşıdığını düşünüyorum.

O soru ne midir? Şu: "Mesele yalnız edebiyat değil, sen anlamadın mı?"

20 Ekim 2014 Pazartesi

Günlük durum tesbiti - 20 Ekim 2014

Ad koymayalım, yargıya varmayalım, hele hele "bak nasıl rezil oluyorlar!" yapmayalım, olan biteni sıralayalım; belki sonunda, "bu muydu yapabileceğiniz?" diye sorarız yalnız:

• Ülkenin en büyük azınlığının yanıbaşındaki akrabaları katledilirken seyirci kalan bir devlet (+toplum) olarak görül.
• "Birşeyler yap!" diye sokaklara dökülenlere karşı linççi kalabalıklar örgütleyip sokağa dök, bin türlü provokasyon yap, 40 küsur insan ölsün.
• Demokrasinin aslî ölçütlerinden birini, gösteri hakkını bütünüyle ortadan kaldıracak yasal düzenlemeye giriş; polisin öldürme yetkisini genişlet.
• Henüz yedi-sekiz yıl önce dünyadaki prestiji epeyce artmış bir devletken, şimdi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi oylamasında tokat ye.
• "İslâm Devleti" katillerini destekleyen devlet olarak damgalan. İD'e verilen desteklerden ötürü uluslararası düzeyde yargılanacak konuma sürüklen.
• "Yapmayız, etmeyiz, olmaz!" babalanmalarından sonra ABD'nin Kobanê'ye C130'larla (koskocaman askerî nakliye uçaklarıyla) silah-mühimmat-tıbbî malzeme indirmesini seyret.
• "Olmaz, etmez, geçirmeyiz!"lerden sonra, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne Kobanê'ye Peşmergeleri geçirmesi için izin ver.

---   EK / 16:05   ---

• Ve en komik "kuyruğu dik tutma" gayreti: Dışişleri'nden birileri Hürriyet'e Kobanê'ye silah ve yardım malzemesi atan Amerikan uçaklarının "Türk hava sahasını kullanmadığını" söylesin!

---   EK / 21 EKİM / 02:05   ---

• ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Marie Harf, iskambil kağıdından inşa ettiğin binaları tek üfleyişte yıksın: Amerikan yasalarına göre PKK ile PYD "ayrı örgütler"!
• Dünya, Kobanê'ye havadan yardım konusunda Türkiye'nin onayının alınmadığını, Ankara'ya sadece "haber verildiğini" resmî sözcüler ve bizzat Dışişleri Bakın John Kerry'nin ağzından öğrensin.

Şüpheli kaza, kaçırma girişimi, suikast

19 Ekim Pazar günü, akıllar yine Kobanê'deyken, Urfa ve Suruç'tan karanlık birtakım haberler geldi: Bir yabancı muhabirin ölümüne yolaçan şüpheli bir trafik kazası, Suriyeli muhalif örgütlerden birinin Urfa'daki komutanının kaçırılmaya kalkışılması ve Suruç'un eski belediye başkanının oğluyla birlikte suikaste kurban gitmesi. Geceyarısına kadar, bu olaylarla ilgili olarak, burada size aktaracaklarım dışında kayda değer bir aydınlatıcı bilgi alınamadı. Birarada kayda geçsinler diye bildiklerimizi aktarıyorum.

Muhabirin şüpheli ölümü

Press TV muhabiri Serena Shim, MİT tarafından casuslukla suçlandığını söyledikten bir gün sonra Suruç'ta trafik kazası geçirdi, öldü. Shim, Lübnanlı bir ABD vatandaşı. Uluslararası yayın yapan İran televizyonu Press TV için Lübnan, Irak ve Ukrayna'da çalışmıştı.

Serena Shim dışarıda çalışmış, oteline dönüyordu ki, bir beton mikseri arabasına çarptı. Beton mikserinin şöförünün gözaltına olduğu söyleniyor. Press TV, haberi "şüpheli kaza" diye verdi.

19 Ekim 2014 Pazar

Suriye Kürtleri, ABD, Türkiye - yeni aşama

Suriye'ye ilişkin ABD politikasında birşeylerin değişmekte olduğu anlaşılıyor. Huffington Post'taki bir haberde, eski dışişleri bakanlığı mensubu, Türkiye ve Ortadoğu uzmanı bir öğretim üyesinin (Henry J. Barkey) şu sözleri yeralıyordu: "PKK konusunda kraldan fazla kralcıyız; çünkü Türkiye bizzat PKK ile görüşürken biz görüşmüyoruz."

Gelişmeler ve dile getirenin kimliği, bunu tek bir kişinin görüşü sayıp kenara itemeyeceğimizi gösteriyor. (Barkey'nin The American Interest'te yayımlanan bir yazısı, tam da Kobanê direnişinin ABD politikasında yarattığı değişimi konu ediniyor.) Yani kısa süre sonra ABD, "bölgedeki NATO üyesi tek müttefiki" Türkiye'yle açıkça papaz olmamanın yolunu bulup PKK ile temas kurarsa bu sürpriz olmayacak. Hattâ bu temas şu anda varsa da sürpriz sayılmaz.

Nitekim ABD, -Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın dün ve bugün iki defa yinelediği üzre, Ankara'nın "PKK'den farksız" gördüğü- PYD ile doğrudan temas kurmuş bulunuyor. Dışişleri Sözcüsü Jen Psaki, PYD ile kurdukları temasın sistemli olmadığını ama süreceğini açıkladı. Burada can alıcı olan, bu temas önceden de dolaylı olarak kuruluyor, Ankara bu konuda bilgilendiriliyorken, Washington'un ilişkiyi doğrudan temasa yükseltmesi; buna gerek görmesi. Herhalde en önemli sebep, Türkiye'nin bu konuda tavrını asla yumuşatmayışı, PYD'nin muhatap alınmasını kabul etmeyişidir. Türkiye Kürtlere düşmanlığı âdetâ varlık sebebi gibi görüyor olmasa, bu ilişkiler elbette Ankara üzerinden kurulacaktı.

Savaş izlemek - Kaş yapayım derken göz çıkarmak

Kobanê kuşatmasının başlangıcından bu yana, hem orada olan biteni doğru anlamak, doğru anlatmak hem de direnişe destek olmak isteyen gazeteci-blogçu tayfası olarak muazzam zorluk yaşıyoruz. Bunun başlıca sebebi, Kobanê'nin "İslâm Devleti"nin eline düşmesini isteyenlerin çakallıkları değil. Aksine, Kobanê'deki direnişe duyarlı olan, direnişin başarısını isteyen, ama çocuk kandırma usulleriyle propaganda yapılabileceğini ve bunun da sonuçta işe yarayacağını sananların kaş yapayım derken göz çıkarma faaliyetleri.

Şehri kuşatan İD, şehri savunan YPG savaşçılarının ve orada yaşamaya veya cephe gerisi hizmetleri yapmaya çalışan sivillerin kararlılığını azaltmak, moral bozmak, direnişi kırmak için uydurma haberler yayabilir. Nitekim yayıyorlar. Olan biteni o tarafından değil bu tarafından sunabilir ki, gerçeğin anlaşılmasını önlesin. Nitekim bunu da bol bol yapıyorlar. En sevdikleri uyduruk türü, özel amaçlı, "YPG karargâhını havaya uçurduk" yollu şeyler, genel amaçlı olanı da "PKK Kandil'i terk edip Esad'a katıldı" başlıklı "haber".

17 Ekim 2014 Cuma

Global havuz medyası lazım

Yeni Türkiye uluslararası ilişkiler alanında pek umut verici bir açılış yapamadı. 16 Ekim gecesinin iki önemli haberi, bundan sonrasına da ışık tutuyor sanki. Birinci olayımız, Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi üyeliğine seçilemeyişi; ikincisi ABD'nin PYD ile doğrudan görüştüğünü ilk defa resmen açıklaması.

Güvenlik Konseyi oylaması gerçekten, Türkiye Dışişleri'ni alarma geçirmesi gereken bir seyir izledi. Görünen, birkaç yıl öncesine göre Türkiye'nin uluslararası prestijinin düştüğü, güvenilirliğinin azaldığı, Türkiye'ye verilecek konumların uluslararası meselelerdeki işe yararlığına dair beklenti ve tahminlerin kötümserleştiği. Sanırım pek çok yorumcu, buna Gezi sürecinden başlayan açıklamalar getireceklerdir. Şahsen, genel olarak Suriye meselesindeki gözükara politikanın, İD'e karşı TC yönetimine yakın çevreler ve hükümetin seçmenleri arasında varolduğu gözlenen bariz sempatinin, nihayet, Şengal ve Rojava'dan göçler karşısında takınılan tutumun bu prestij kaybında fazlasıyla etkili olduğunu düşünüyorum. 7-8 Ekim kalkışmalarında üç gün içinde 40'a yakın insanın hayatını kaybetmesi de sanırım, Türkiye hakkında oluşan olumsuz izlenimi pekiştirmiştir. 17 Ekim gecesi itibarıyla, bunlara, lider ve çevresini yolsuzluk soruşturmasından kurtarmak için girişilen utanç verici takipsizlik operasyonu da eklenmiş olmalı.

Akıllı ve dikkatli bir hükümet propagandacısı, Batı gazetelerinin BM Güvenlik Konseyi seçim sonucunu "İspanya kazandı" diye değil de "Türkiye kaybetti" diye haberleştirmesine işaret etti. Herhalde bunu AKP hükümetine karşı yürütülen itibarsızlaştırma faaliyetine kanıt göstermek istedi. Hepimiz biliyoruz ki, böyle bir durumda böyle bir başlık kolay kolay atılmaz. Atılıyorsa, bunun sağlam dayanakları vardır, belki bundan da önemlisi, bundan sonra size nasıl davranılacağını gösterir.

11 Ekim 2014 Cumartesi

Veli Paşa göreve - yüzde elli seninle!

Tayyip Erdoğan'ın, Gezi isyanı sırasında, henüz başbakanken söylediği, "Yüzde elliyi evlerinde zor tutuyoruz" sözü, şeklen de olsa mevcut parlamenter-demokratik rejimden ayrılış yönünde ilk büyük adımdı. Bunu, kuvvetler ayrılığını yok etmek üzere girişilen tahribat faaliyeti izledi.

Devletin şiddet tekeli dahil bütün otoriteyi tek elde toplamak ve bunu, gereğinde basbayağı sokak gücü olarak harekete geçirilebilecek bir oy çoğunluğuna dayandırmak, şu anda AKP'nin başlıca operasyonel amaçları.

Türk toplum çoğunluğunun elbette AKP öncesinden, çook eskilerden gelen toplumsal hegemonya "kültürü", fırsatını bulduğu anda farklı olanı yaşatmama, alacağını zorla alma, hasmından daha kalabalık, daha güçlü olduğunda saldırarak, linç yoluyla "sonuç" elde etme ekseninde şekilleniyor. "Yüzde elliyi zor tutuyoruz", bu yüzden hem sahici bir tehdit hem de AKP liderinin meşruiyet anlayışını ortaya seren ipucuydu.

Bu, Türkiye gibi bir ülkede söylenebilecek en tehlikeli, en korkunç sözdü; o toz duman arasında -ağırlığına oranla- ihmal edildi sayılır. Bu kadar kolay hazmedilmesinde başlıca kolaylaştırıcı, alışılmış "normal" diyebileceğimiz bir "millî değer"imizdi. Bu "normal" aslında o kadar acayiptir ki, bu normal'e normal denen yer hakkında da fikir verir. Böyle bir yerde, bir haber ajansı (Cihan HA), haberini şöyle bir tweet'le duyurabilir:
"PKK yandaşlarına tepki gösteren vatandaşlar silah ve kılıçla sokağa indi."
Çünkü bu yerde "vatandaşlar"ın evlerinde normal olarak silah ve kılıç bulunur. Bunda anormallik yoktur. Sokağa inmeleri, haber olmuştur.

9 Ekim 2014 Perşembe

Misafirler ve delikanlılar

Çoğunluğun, hepimizin doğup büyüdüğü, yaşadığı, bazılarımızın birşeyler de kattığı toprakları, oluşmuş hayatı, buraların tarihini sırf kendinin sanması, ilk bakışta bir dereceye kadar normal karşılanması gereken bir ideolojik çarpıklık gibi görünebilir. Değil. Musibetin tâ kendisi.

Bu alandaki münasebetsizliklere, Müslüman olmayan azınlıklara gösterilen tavırlardan alışığız. İstanbul'da doğup büyümüş Rum'a "yabancı" diyebilen, bin yıllık toprağında kılıç artığı kalmış Ermeni'ye "emanet" sıfatını layık görebilen millet–i hakime küstahlığı, toplumumuzda neredeyse bir ortak payda. Türk Millî Eğitimi de bunu besledi, güya devletten uzak duran dindar gelenek-görenek de.

7-8 Ekim olayları dolayısıyla, bu küstahlığın boyutlarını Kürtler üzerinden bir defa daha ölçmek durumunda kaldık. Bir arkadaşım, girdiği Facebook tartışmasında muhatabının, "Misafirlik de bir yere kadar," dediğini aktardı. Ben de Twitter'da, Kürtlerin "yediği kaba pislediğini" iddia edenlere rastladım. Siz kimsiniz ulan? Kim misafir? Kimin kabı o? Neyse...

9 Ekim gecesi, Gaziantep. Bu güruh bir şekilde örgütlendi, polis karakolunun önünden sloganlar atarak, silahlarını sergileyerek, yer yer ateş ederek geçti, Kürt mahallesine gitti, 15-16 yaşlarında iki çocuğu ve bir başka genç insanı öldürdü. (Şu ana kadar -23:45- edinilen bilgi bu. Belki başkalarını da öldürdü.)
__________________

7 Ekim 2014 Salı

Biden meselesi bundan ibaret işte

ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden'ın, lafa "Suriye'deki esas derdimiz müttefiklerimiz" diye girip, "İslâm Devleti" örgütünü besleyip büyütenler arasında Türkiye'yi de saydığı meşhur Harvard konuşması ve ardından hem Türkiye'yi hem Birleşik Arap Emirlikleri'ni arayıp özür dilemesi üzerine daha önce yazmıştım: "Biden özür diledi - yani?" AKP hükümetinin propaganda aygıtı, bu özrü elbette ABD yönetiminin muazzam dünya gücü Türkiye ve onun gerçekte bir dünya lideri olan cumhurbaşkanını gücendirme korkusuna bağladı. Gerçi aynı özrün Birleşik Arap Emirlikleri Silahlı Kuvvetler Başkomutan Yardımcısı Veliaht Prens Şeyh Muhammed bin Zayed El Nahyan'dan da dilenmiş oluşu işin zevkini kaçırmıştı; ama AKP medyası Türkiye'de insanların ne olup bittiğine dair sahici bir fikir edinmesini yine de önleyebildi.

Bu yüzden, ABD yönetiminin işleri konusunda tartışmasız otorite sayılabilecek bir yayın organında, Foreign Policy'de (Dış Politika) 6 Ekim günü yayımlanan bir yazıya çabucak başvursak pek hayırlı olacak. Gopal Ratnam'ın "Joe Biden Is the Only Honest Man in Washington" = "Joe Biden Washington'daki Tek Dürüst Adam" başlıklı yazısının spotu şöyle:
Başkan yardımcısının Türkiye ve BAE'den özürler dilemesi, kazara hakikati söylemenin tehlikelerini ortaya koyuyor.
Retnam yazısının ilk cümlesinde, Biden'ın, "ABD'nin İslâm Devleti'ne karşı mücadelesinde kilit önemdeki iki müttefikinden" özür dilemek zorunda kaldığını hatırlattıktan sonra şöyle diyor:
Onlara gerçek dışı suçlamalar yaptığı için değil. Kazara rahatsız edici birtakım gerçekleri dile getirdiği için.
Önce TV'lerimizden söyleyip sonra gazetelerimize yazıp peşinden tarih kitaplarımıza da geçirince bütün yalanlarımızın başkalarınca da gerçek kabul edildiğine inanıyoruz ya; ı-ıh! öyle değil. Toz duman dağıldığında, bizim yalanımız değil herkesin bildiği gerçekler kalacak ortada. Bu kısa yazı da burada tarihe düşülmüş ikinci bir not olarak kalsın.

6 Ekim 2014 Pazartesi

Mecbur değilse niye savaşsın ölsün bu kadın?

Arîn Mîrkan niye öldü? Niye attı kendini bir tankın ya da doçkanın üzerine? Savaşıyordu, diye cevap vermeyin. Bu kadın niye savaşıyordu? Toprağını koruyordu, demeyin. Niye korumak zorunda kalmıştı? Bu sorular gider gider, insan olanın yüzünü yerden kaldıramayacağı yere varır. Arîn Mîrkan niye ölüme koştu? Patlattı, parça parça etti kendini; niye? Ne arıyordu o katiller Arîn'in vatanında? Gitti kendini uçurdu. Şunun gülüşüne bakın. Niye savaşsın bu kadın eğer mecbur değilse? Niye havaya uçursun kendini? Kafa kesen tecavüzcü sapıklarla savaşıyordu. Herhangi birimiz, kafa kesen tecavüzcü sapıklarla savaşıyor muyuz? Şu yaşında, böyle gülebiliyorken tutup kendini havaya uçurur mu insan başka çare görse? Kaç tank eder bu kadının gülüşü, kaç kilometrekare toprak eder, ceketli kravatlı kaç kalpsiz adam? Arîn'le gözgöze gelmiş, donmuş kalmışken, bir haber ilişti gözüme: 40 yıl kör yaşadıktan sonra gözleri ameliyatla açılan adam, "İnsanları ve dünyayı daha güzel bekliyordum," demiş. "Sevmedim dünyayı." Öyle demiş: Sevmedim. Ki düşünün, bu fotoğrafı görmedi, öyküsünü bilmiyor henüz.

5 Ekim 2014 Pazar

Biden özür diledi - yani?

ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden'ın Harvard Üniversitesi'ndeki konuşmasında Türkiye-Suriye meselesine dair söyledikleri, uluslararası ilişkiler âleminde asla kabul edilemeyecek çapta, devâsâ bir gaftı. Öyle ortalık yerde kalabilecek bir çöp birikintisi değildi, derhal temizlenmesi, hiç varolmamış gibi yapılması gerekirdi. Nitekim öyle oldu. Biden telefon edip "özür diledi".

Dün gece, Yeni Türkiye'varî rekorlardan birine şahit oldum. "Son dakika - Biden özür diledi" bantları, birçok kanalda birden, öyle bir-iki dakika da değil, ben sıkılıp kapatana kadar, aralıksız geçti. Yanıp sönenini mi ararsınız, aynı lafın ardarda dizildiği, hızla geçenini mi...

Yaratılan izlenim şu: Bir Amerikalı politikacı durup dururken, sonradan utanıp özür dileyeceği tuhaf laflar etti, bilahare tükürdüğünü yaladı. Tapınma kültürümüz, hükümeti seven, destekleyen hiç kimsenin şu soruyu sormamasını sağlayacaktır, eminim, ama yine de ben buraya yazayım, tarihe belge kalsın: Niye? Niye oldu bütün bunlar? Yani Biden, saçmaladıysa niye saçmaladı, sonra niye özür diledi?

3 Ekim 2014 Cuma

Bêrivan ölmedi, Kobanê'de
bile değildi, ama ne çare...

Gazeteciliğimizin geldiği aşama: Twitter takip et, oradan ilgi çekici bir şey bulunca al haber yap. Kaynak maynak sorma, doğru mu değil mi bakma. Halen süren son skandal, "YPG gerillası Batmanlı Ceylan Özalp IŞİD'in eline düşmemek için son kurşunu kendine sıktı" haberi. "Basında Güven" abidesi gazetemiz Milliyet'e göre olayımız Kobanê'de geçiyor.

Bahsedilen kadın, 19 yaşında bir YPJ gerillası. Anadilindeki adı Bêrivan. Gabriel Gatehouse'un BBC için yazdığı bir haber-röportajla ("The Kurdish female fighters bringing the fight to IS") kendisini tanıdık (burada adı "Diren" olarak geçiyor, güvenlik nedeniyle). Gatehouse'un çektiği, BBC'nin de kullandığı fotoğrafta görüldüğü üzre, Bêrivan'ın yüzü çok güzel. (Bêrivan'ın, uyduruk haberlere eşlik eden ikinci bir fotoğrafı daha var; o da yine Gatehouse'un video röportajından alınma bir kare.) Zaten önce Milliyet'in, sonra Radikal'in bu Kürt gerillayla bu kadar ilgilenmelerinin ilk sebebi elbette bu; yani Bêrivan, güncel gelişmelerden de uzak kalmaksızın "kadın unsuru" kontenjanını doldurmak ve sayfaları şenlendirmek amacıyla kullanılıyor. Ben bunları yazdığım sırada T24 bile konvoya katılmış, hikâyeye gösterilen ilginin ikinci sebebini, Ceylan'ın acıklı ve kahramanca sonunu dünyaya duyurmakla meşgûldü (sonradan kaldırdılar).


Asgarî gazetecilik reflekslerinden yoksun koca bir güruhun üzerine atladığı bu haber, -muhtemelen BBC sitesindeki fotoğrafı pek beğenen birileri tarafından- uydurulup Twitter aracılığıyla yayılmaya kalkışıldığında, başka birileri YPG'lilerle görüşmüş, onlar da böyle bir olayın geçmediğini, Bêrivan'ın yaşadığını söylemişlerdi. (Ben Twitter'da buna şahit oldum.)

Fakat belki bu yalanlamaya bile gerek yoktu. Çünkü Bêrivan'ın Kobanê'de bulunması ihtimali çok zayıftı. BBC adına Gatehouse'ın YPJ gerillalarıyla görüştüğü, Bêrivan'ın fotoğrafını çektiği yer, Kobanê değil, Cezza'ydı. Burası Kobanê'den hayli uzakta, Şengal'e yakın bir yer. Röportajın yapıldığı günden bugüne, oradan Kobanê'ye Kürt gerillaların gelebilmesi mümkün müydü, ne kadar uğraştıysam da tam öğrenemedim. Çünkü arada İD'in elindeki topraklardan geçmeleri gerekiyor görünüşe göre. Bir geçit varsa da biz sıradan faniler bilmiyoruz en azından.

2 Ekim 2014 Perşembe

Çözülme süreci

Beylik laflar boşuna beylik konumunu kazanmıyor, ağızlara sakız olan durduk yerde olmuyor. Bunlardan biri: Elindeki tek alet çekiçse bütün meseleleri çivi olarak görürsün. Vurursun-çakarsın, çakarsın-gömersin, vurursun-kırarsın... "Eski Türkiye"yi yöneten zorbaların hayatta bildiği, becerebildiği işler bunlardı. Yenisinde de farklı olmayacak anlaşılan.

Türklerin yöneticileri, siyasetçileri, kamuoyuna akıllar fikirler yayanları, Kürtlerle birlikte yaşamak istiyor mu? Sözümona istiyor. Galiba sadece bir karış toprak muhabbetinden ötürü, yani Misak-ı Millî sınırları bozulmasın diye istiyor. Toplumsal hayat içerisinde içiçe geçmiş milyonlarca insanı birbirinden koparmaya kalktığınızda olacak biteceklere dair kimsenin en küçük fikri, daha mühimi, endişesi yok, orası belli. Şuursuzluk millî hasletlerimizin en öndegelenlerinden. Resmen şu hayatî soruyla karşı karşıyayız: Türkiye'yi birarada tutmak mümkün olabilecek mi? Bu soru duyulmuyor mu, görülmüyor mu, ne oluyor?

Bugüne kadar Kürt meselesini tedavisi giderek imkânsızlaşan, kangren benzeri bir illet haline getiren tutum, işte o, eline çekiç almış sağa sola savuran zorbaların tutumuydu. Onların bulabildiği çözüm, ötekiler pısıp oturana kadar yeterince Kürt öldürmek ve süründürmekti. Fakat hesap tutmadı. Onlar vurdukça Kürtler pısıp oturacaklarına daha çok ayağa kalktılar. Geldiğimiz nokta, 40-50 bin cansız bedenden sızan kanları üstüne sıçratmadan kimsenin adım atamadığı koca bir ülke, birikmiş hınçlar, empati gelişeceğine, karşılıklı tahrik edilen milliyetçi-ırkçı kin-nefret duyguları.

"Yeni Türkiye"cilerin vaat ettiği çözüm süreci tam da oluşmuş bu feci ortam yüzünden umut ışığıydı. Kendi ülkesini talan etmekle meşgûl gözü dönmüş soygunculara, din sömürücüsü zalimlere başkalarının -ve elbette Kürtlerin en az yarısının- her şeye rağmen gösterdiği tahammülün tek sebebi buydu. Hâlâ da bu.

1 Ekim 2014 Çarşamba

Çözüm sürecine yasal dayanak - tam da şu anda!?

"Çözüm süreci", bugün Resmî Gazete'de yayımlanan bakanlar kurulu kararıyla yasal dayanağa kavuştu. Bu dayanak, tam bizim devlete yaraşır şekilde, istendiği şekilde uzatılıp kısaltılabilecek parçalardan oluşuyor.

Allah bizi sevmediği, tarih bize lanet ettiği veya sadece şanssız ya da akılsız olduğumuz için, aslında pekâlâ sevinilebilecek bir gelişmeyi bin türlü tereddüt ve endişe içerisinde karşılamak durumundayız. Çözüm sürecini yasal dayanağa kavuşturan, Kobanê'de katliama izin verip vermeyeceği, İD'e yardım edip etmediği derin şüpheler eşliğinde tartışılan bir hükümet olmasa, herhalde hepimizin içi daha rahat olabilirdi.