30 Temmuz 2017 Pazar

El-Kaide'nin paraşütçü birlikleri!?

ABD’nin DAİŞ’le Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk, "Şu soruyu sormamız gerekiyor," dedi. "El Kaide lideri Ayman el Zevahiri’nin yardımcısı İdlib’e niçin ve nasıl gidebiliyor? Bu neden oluyor? Oraya nasıl ulaşabiliyorlar? Paraşütçü askerler değiller."

McGurk, Washington'da, Ortadoğu Enstitüsü’nün düzenlediği “Trump Yönetimi’nin Terörle Mücadele Politikasının Değerlendirmesi” başlıklı panelde konuştu ve, aktardığım üzre, El-Kaide'nin İdlib'deki hakimiyetinden Ankara'yı sorumlu tuttu. Çünkü El-Kaide'ciler "paraşütçü olmadıklarına" göre, İdlib'e karadan geçmiş olmalılar ve bu vilayetin kara sınırı yalnız Türkiye ile!

25 Temmuz 2017 Salı

Esad'a meşruiyet avantajı, Ankara'ya dert

Associated Press'in (AP) bugünkü İdlib haberi, "El-Kaide bağlantılı bir cihatçı grup"un "Suriye'deki isyandan ülkenin kuzeybatısında her ne kalmışsa onu" süpürüp attığını duyurarak başlıyor. Nusra çekirdekli Heyet Tahrir el-Şam'ın, Türkiye destekli Ahrar el-Şam ve çevresinde toplanan bilumum örgütleri vilayetin güneyine postalamasından sözediyor.

İdlib'te eli kulağında olan bu gelişmeyi, ötesiyle berisiyle, bu haftaki P24 yazımda anlatmaya çalıştım. Meselenin, o yazıda olguların ötesine fazla geçmediğim için üzerinde durmadığım, oysa önümüzdeki günler açısından çok önem taşıyan bir boyutu, giderek daha fazla konu ediliyor. Nitekim AP, "cihatçıların [İdlib] şehri ve vilayetinde otoritelerini pekiştirmeleri"yle birlikte, "Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın, isyancı vilayete uzun süredir beklenen saldırıyı başlatmak için işine yarayacak bir bahaneye kavuştuğu"nu vurguluyor: Esad, "kendisine karşı kalkışılan ayaklanmanın büyük ölçüde İslâmcılar ve teröristler tarafından yönetildiği"ni ileri sürebilecek. Bildiğiniz üzre, bu, zaten ayaklanmanın başından beri Esad'ın resmî tezi.

AP'ye konuşan muhalif bir eski albay, El-Kaide'nin egemen olduğu bölgeye Esad'ın uluslararası düzeyde onay alarak girebileceğini söylemiş.

Hernekadar Suriye muktedirini ilk defa uluslararası kamuoyu ile aynı çizgiye getirse de mesele elbette Esad'ın saldırıya geçmek için meşruiyet ve onaya kavuşmasından ibaret değil. Bu saldırının kapsamı hakkında düşünmeye başladığımızda işler büyüyor.

4 Temmuz 2017 Salı

Rakka surlarında gedik

Rakka'da "eski şehir"i çevreleyen sur iki yerinden aşıldı ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) savaşçıları içeri girdi. 2,5 kilometrelik suru DAİŞ bir savunma hattı olarak kullanıyordu ve surlardaki gedikleri mayınlamışlar, surun pek çok yerini patlayıcılarla, tuzaklarla donatmışlardı. Bu yüzden koalisyon uçakları surlarda "kendi gediklerini" açıyorlar. Uluslararası koalisyonun merkez komutanlığı, tarihî surun olabildiğince büyük kısmını koruyabilmek için de bu yöntemi tercih ettiklerini açıkladı.

SDG'nin surlardan girmesi, Rakka şehir savaşında dönüm noktası olacak ve bundan sonrası daha da kanlı geçecek.

Operation Inherent Resolve

Bu vesileyle, şu komutanlığın adını Türkçe'de nasıl yazacağımıza dair birkaç söz. İsim ilk konduğunda gazeteciler arasında doğru dürüst bir tartışma geçmiş miydi, açıkçası hatırlamıyorum. Olduysa, biri hatırlatırsa özür dileyip aktarırım.

İngilizce orijinal adı Combined Joint Task Force - Operation Inherent Resolve, kısaltması CJTF-OIR olan "şey" şimdiye kadar çok çeşitli ve birbiriyle alâkasız kelime bileşimleriyle çevirilip kullanıldı. Özellikle harekâtın adı, Türkçe okuyup yazan insanlara tarih boyunca en çok mesele çıkarmış terimlerden biri olarak kayıtlara geçti. "Operation Inherent Resolve" için şimdiye dek, "Öz Kararlılık Harekâtı", "İç Çözüm Harekâtı", "Azimli Kararlılık Harekâtı", "Kökten Kararlılık Operasyonu", "Öz Çözüm Operasyonu", "Kararlı Çözüm Operasyonu", "İçsel Çözüm Operasyonu", "Doğal Kararlılık Harekâtı" karşılıkları kullanıldı. "Kökten Çözüm Harekâtı", ne kadar doğru olurdu, bilemiyorum, ama hem anlamlı hem münasip karşılık olabilirmiş. Lâkin TC Dışişleri Bakanlığı "Özgün Kararlılık Harekâtı"nı kullandığı için bunu tercih etmek daha akla yakın. Aksi halde tartışmanın harekâtın bitiminden sonraki onyıla uzanması muhtemel.

3 Temmuz 2017 Pazartesi

İdlib'e geçiş için Efrin savaşı zorunlu mu?

Dış politika ve uluslararası ilişkiler konusunda bilgisi, tecrübesi ve taraftarlıktan uzak, sağduyulu yaklaşımı nedeniyle en çok kulak verilmesi gereken isimlerden Ünal Çeviköz, 3 Temmuz tarihli yazısında, daha başlıktan belirttiği üzre, "Suriye problemi ve Türkiye'nin önündeki tehlikeler"i ele aldı.

Çeviköz'ün yazısında dile getirdiği en önemli tesbitlerden biri, "Türkiye'nin de sonunda yumuşak güç yerine askeri gücün daha etkili olacağı sonucuna vardığını düşünenlerin" sayıca arttığı. Tecrübeli diplomat, nazikçe, "böyle düşünenlerin sayısı arttı" demeyi tercih ediyor.

Bu yazı, tarihe geçmeye aday bir de vecize barındırıyor. "Ancak," demiş Çeviköz, "Türkiye'nin savaşma arzusu bir türlü dinmek bilmiyor." Vecizenin vecizeliği bir yana, son yıllarda dış politikaya yön veren temel saiki pek güzel özetleyen bir söz.

Yazıyı parça parça aktarmayacağım, okumanızı tavsiye ederim. Sadece takıldığım bir noktayı dile getireceğim, belki Çeviköz veya bir başka uzman bizi aydınlatabilir. Ünal Bey, Astana'da varılan anlaşmaya göre Türkiye'nin Rusya ile birlikte İdlib'te oluşturulması umulan çatışmasızlık bölgesinden sorumlu olacağını hatırlattıktan sonra, "Türkiye'nin o bölgeye göndermek isteyeceği askerî unsurların Afrin bölgesinden geçmeleri gerekiyor," diyor. Daha sonra böyle bir geçişin çatışmasız gerçekleşmesinin koşullarına dair sorular soruyor. Bir koridor ihtimali üzerinde duruyor.

Ancak Türkiye'nin İdlib bölgesi ile, Efrin'den geçişe muhtaç olmaksızın, sürekli ve kendisi açısından garantili irtibatta bulunduğu, yaklaşık 100 kilometrelik sınırı (haritada kırmızı çizgiyle kabaca işaretli) var. Bu sınır çeşitli amaçlarla yıllardır kullanılıyor. Bu yüzden, Çeviköz'ün neden İdlib'e geçiş için Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ille Efrin'den geçmesini zorunlu gördüğünü anlayamadım. Fırat Kalkanı bölgesinden (sağda, yukarı doğru, "TSK-ÖSO" yazılı mat yeşil alan), hem Kürt güçleri (sarı) hem Suriye ordusunun (gülkurusu) etki alanından geçmeye kalkmak da, Türkiye'den Efrin'e dalıp bin türlü müşkülata hem yolaçmak hem mâruz kalmak da, İdlib sınırından doğrudan geçmekten çok daha meşakkatli görünüyor.


Bunları düşünürken aklıma bir soru takıldı: Acaba İdlib'te Türk birliklerinin gelişine razı olmayacağını ilan eden El-Kaide kökenli Heyet Tahrir el-Şam'ın (HTŞ) denetimindeki bölgeler yüzünden mi böyle bir mesele var? Haritada açık yeşil İdlib üzerindeki koyu yeşil bölgeler HTŞ denetiminde. 100 kilometreden uzun ortak sınırın yaklaşık yüzde kırkı böyle. En güneyde, Cisr el-Şuğur yöresinde ise Uygurların, Türkistan İslâmî Partisi'ne bağlı militanların ağırlığı var. Bunların bir kısmı El-Kaide'ci, bir kısmı değil.

Ünal Çeviköz gibi bir sahici uzman değil de Suriye ile ilgili her şeye tribünden, taraftar grubunun arasından bakan birileri yazsa önemsemeye değmezdi, ama şu durumda böyle bir soru isabetlidir: İdlib'e geçiş neden bu yüz kilometreyi aşkın sınırdan değil de ille Efrin'i taciz ederek yapılmak zorunda?

Yoksa hep beraber şunu mu sormalıyız: El-Kaide'ci de olsalar "mücahitlerle" savaşmaktansa "DEAŞ'tan daha tehlikeli" diye takdim edilmiş Kürt "teröristler"le savaşmak mı tercih ediliyor? Ne de olsa Yeni Osmanlı'nın Ortadoğu'yu fethetmesi pek mümkün görünmüyor, buna karşılık "Yeni Türkiye"nin dönüp dolaşıp Kürtlere vurması, savaş ve şahadet menkıbeleri üretimi açısından daha bildik, daha basit yol.

2 Temmuz 2017 Pazar

Sivas: katliam ve intihar

Sivas Katliamı'nı "dışarıdan gelenler"in tertiplediği ve yaptığı, katliamı ortalıkta açıkça üstlenmek istemeyen İslâmcıların, din istismarcısı siyasetçilerin ve dindarların, aynı zamanda, kendilerine mâkûl bir hesaplaşma-aşma yolu gösterilmediği için bugün ne edeceğini bilemeyen vicdan sahibi Sivaslıların sığındığı bir büyük yalandır.

"Devlet seyirci kaldı" da büyük yalandır. Olayda "camiden çıkmış, eli benzin bidonlu gericiler"in sorumluluğu hafifleyecek endişesiyle başka birilerinin sarıldığı büyük yalan. Sivas Katliamı, elbette devletin, artık hangileriyse, ilgili birimlerinin katkısı ve belki en baştan tertibiyle örgütlenmiş, saldırı başladıktan sonra pekâlâ kırk defa önlenebilecekken müdahale edilmeyerek âdetâ "beklenen" sonuca ulaşsın diye uğraşılmış, muazzam bir "resmî suç"tur.

Katliam sonrası, devletin de işin içinde olduğu istisnasız bütün bu tür olaylarda görüldüğü üzre, neyin ne olduğunu herkese izah etmeye yönelik bir seyir izledi. Katliamın savunmasını "meşru" siyaset üstlendi. "Bari üzüldüğünüzü belli edin" çağrıları bile karşılıksız kaldı. Yargılama süreci, facianın boyutlarıyla karşılaştırıldığında trajikomedi bile denemeyecek bir yeni derse dönüştü: Türkiye kimindir, burada kararları kim verir, kimin kimi öldürmeye hakkı vardır, kim isterse kim yargılanır, kim yargılanmaz, vs. konu başlıkları olan bir ders.