28 Ağustos 2015 Cuma

Hakikat bizim kalsın, yalan onların

21 Kasım 2004'te, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz, Mardin/Kızıltepe'deki evinin önünde 13 kurşunla vurularak katledildi. Devlet, Uğur'un babasının terörist olduğu, Uğur'un polislere kaleşnikofla sekiz el ateş ettiği, polislerin başka çaresinin kalmadığı, kendilerini savunmak için ufacık çocuğu vurduğu yollu yalanlar uydurdu. Uğur'un ayağındaki terlikler, önlüğü, yakalığı, bir simge olarak Türkiye zulüm ve vicdansızlık tarihine, tek kare fotoğrafı da kimilerimizin zihnine kazındı.


28 Eylül 2009 günü, 12 yaşındaki Ceylan Önkol, Diyarbakır'ın Lice ilçesine bağlı Şenlik Köyü'ndeki evinin yakınında, açık arazide bir havan mermisi buldu. Nedir diye bakarken mermi patladı, Ceylan'ın bedeni minicik parçalara ayrıldı. Annesi parçalarını eteğine toplayıp taşımak zorunda kaldı. Ceylan'ın ufacık bedeninden etrafa saçılan parçalar kimilerimizin hayatına değmedi ama onun o kocaman açılmış gözleriyle tek kare fotoğrafı kimilerimizin hafızasına kazındı.

27 Ağustos 2015'te de Şırnak/Cizre'de yedi yaşındaki Baran Çağlı öldürüldü. "Çatışma sırasında çöken duvarın altında kaldığı" da söyleniyor, kurşunla başından vuruduğu da; kesin ve sağlıklı bilgi henüz teyit edilmiş değil. Baran'ın fotoğrafı sosyal medyada görülür görülmez pek çok insanın aklına aynı şey geldi: O da tek kare fotoğrafı olan çocuklardandı. Pozu, iktidarın uğramadığı semtlerin çocuklarına özgü, bakışları mahzun, biraz da öfkeliydi. Bu dünyada varolmasına izin verilmeyebileceğini kavramıştı; gözleri bunu belli ediyordu.

Baran'la birlikte, yine Cizre'de 10 yaşındaki Emin Yanaş'ın kısacık hayatının da son bulduğu duyuldu. Şu ana kadar onun fotoğrafını göremedik. Belki yoktu, belki paylaşılamadı. Görmesek ne fark edecek; onun da o mahzun, yoksun çocuklardan olduğunu biliyoruz. Dünyaya gelmiş, "hani benim payım?" demesine fırsat kalmadan zorla, zorbalıkla dünyadan gönderilmişti işte.

Cinayetlerin, katliamların, çocukların öldürülmesinin ağır manevî yükü altında yaşarken her şey zor. Hattâ anlamsız. Ama hak ve adalet mücadelesini sürdürmezsek yaşamanın ne anlamı var?

Muhtarlara Hitap’ta şeytan kovma anları

Radikal, 27.08.2015

Başkanın Saray'da muhtarları toplayıp gönlünce esip savurduğu, keyfince buyurduğu toplantı, Yeni Türkiye'nin bir nevi “büyük kongre”si midir; adı “büyük kongre” olan bütün toplantılar gibi, aslında kendisi “büyük” değil, sadece “kongre” olan, tek bir “büyük” iradeyi kutsamak üzere toplanan cinsten? Yoksa 2015'lere taşınmış bir tür temsilî agora mıdır, sigara paketlerinin üzerine telefon numaraları yazarak, klasörlerini, cilalı ağaca kazınmış isim levhalarını, minik Türk bayraklarını ve belki de dönüşte veda edecekleri iri cam tablalarını bu gündelik eşya ile hiç de uyumlu olmayan halelerle bezeyip görkemli bir hayal âlemine taşıyan, eğreti takım elbiseli adamların toplaştığı salon?

Başkanın muhtarlar toplantısı geleneği tesis etmesine iki taraftan da bakmalıyız: Kürsüden ve salondan.

Salonda heyecan olmalı. Elini ayağını nereye koyacağını bilememe hali. Belki “kızdırırsam” korkusu. Ürkeklik. Yabancılık. Ayak izinin bir an belirip kaybolacağı halının hayatın boyunca biriktirebileceğinden daha değerli olduğunu bilmenin ezikliği. Oturduğun koltuğun, hayatına uzak, ancak orada dokunabileceğin yüzeyi ile her temasında saç diplerinden alnına, şakaklarına yayılan serinlik.

Kapıdan girdiğinde gideceğin yönü işaret eden o uzun boylu görevlinin tebessümüne saklanmış buyurganlık... Onun o kadar yakında olması; uzanıp tutuversen işaret eden o eli, el sıkılacak mesafede oluvermesi... onun... otoritenin... Devletin.

27 Ağustos 2015 Perşembe

Bu ne bilgi, ah, bu ne tecrübe!

Radikal, 25.08.2015

Biliyorum, tuhaf kaçacak, lâkin yangın yerine dönen memleketin esas büyük meselesinden sözedemeyeceğim. Şu anda bu yazıyı yazmaya çalışırken, Silvan ablukaya alınmıştı, Yüksekova'da çatışmalar yeniden başlamıştı. İzlemek, olan biteni hakkıyla öğrenmek, anlamak neredeyse imkânsız; söylenecek sözün de hükmü yok.

Hükümet, eğer kaldıysa, kendisine oy veren son Kürt seçmeni de hışımla karşı cepheye savurmak için neden bu kadar istekli? Anlayamıyorum. Bundan böyle iktidarın seçim cinsinden, “millet iradesi”ne dayalı bir mekanizma aracılığıyla el değiştirmeyeceğini mi öngörüyor? Bilemiyorum.

25 Ağustos 2015 Salı

"Kapitalizm nedir"in en kısa izahı

Dünyadaki toplam servetin yarısı, insanların yüzde birinin elinde! Gelecek yıl, nihayet, bu yüzde bir, toplam servetin yarısından fazlasına sahip olacak. Çünkü eşitsizlik her gün, her dakika artıyor. Makas açılıyor. (Ararsanız, en tepedeki yüzde birin yüzde birinin de gerikalanıyla orantısız servete sahip olduğunu gösteren pek çok istatistik bulursunuz. Özellikle kapitalizmin en gelişkin olduğu ülke ABD üzerine.)

Birilerinin hâlâ, kapitalizmin gün gelip insanların hepsine doğru dürüst bir hayat standardı sağlayacağına inanması, başlı başına, inanılması zor bir durum. Ama gerçek. Üstelik yaygın da.

Kapitalizmle ilgili bir tek temel gerçek kavranabilse mesele gayet güzel anlaşılacak: Sermaye yoğunlaşır. Kâr güdüsüne göre örgütlenen sermaye, verimlilik arar. Verimlilik ve kâr sözde rekabet sisteminde eşitsizlik yaratır. Verimli işleyen sermaye sermayeyi çeker. Rekabet, her durumda, kaçınılmaz olarak tekel veya az sayıda çok-el yaratır. Bunlar rekabet ortamını da kendi çıkarlarına göre düzenlerler. Onlarla rekabet edilmesi daha da zorlaşır. Ortama hükmedenle, daha verimli, daha kârlı ile ötekiler başa çıkamaz. Makas açılır.

(Haber yeni değil. Bir kenara ayırmış, aktarmayı unutmuşum.)

"Gizemli uyku hastalığı"nın sebebini bulmuşlar

Kalaçi ve Krasnogorsky köylerinin sakinleri, olmadık zamanlarda üzerlerine garip bir uykunun çöktüğünden, uyku halinden bir türlü çıkamadıkları gibi halüsinasyonlar da gördüklerinden yakınarak Kazakistan yetkililerine başvuralı iki sene oluyor. Doktorların çözemediği vaziyet haliyle gizemli bir hastalık olarak görülmeye başlanmış.

Köylülerinin şikayeti üzerine gözler hemen iki köye de yaklaşık 600 metre uzaklıktaki eski uranyum madenine çevrilmiş. Gizemli hastalığın madenle ilişkisi olduğundan herkes şüpheleniyormuş, ama birkaç hafta öncesine kadar bağlantı yine de sağlam bir şekilde kurulamamış.

Nihayet madenden şüphelenenler haklı çıkmış. Ama sanıldığı üzre kabahat uranyumda değilmiş. Maden, zaman zaman karbon monoksit salgılıyor, uyku haline bu sebep oluyormuş. Başbakan Yardımcısı Berdibek Saparbayev, Moskova ve Prag'da yapılan incelemelerin bu sonucu verdiğini, "gizemli uyku salgını"nın sebebine dair şüphe kalmadığını açıkladı.

Sözkonusu iki köyden Krasnogorsky, uzun yıllar Sovyet nükleer sanayiine hizmet veren, nüfusu 6500'ü bulan bir madenci köyüyken maden kapanınca ahalisi 130 kişiye düşmüş. Kalaçi'de de 600 kişi yaşıyor. Bu insanlar şimdi devletçe daha güvenli bir yere nakledilecek, söylendiğine göre.

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Erdoğan'la aynı cephedesin, TC_Aysun

Radikal, 20.08.2015

Beylik fıkradır, çoğunuz biliyordur, lâkin bir defa daha, içinde bulunduğumuz durumu en iyi böyle tasvir edebiliyoruz:

Türk, Kürt, Ermeni, üç kafadar, bu üçünün kafadar olup kırlarda dolaşabildiği bir zamanda, köy civarında dolaşmaktadırlar. Elma bahçesine denk gelirler. Girip birkaç elma koparırlar, suya tutarlar, tam aralarından biri ilk ısırığı alacakken bahçenin Türk sahibi, elinde sopayla yanlarında bitiverir. İrikıyım adama bakarlar, birbirlerine bakarlar, korku içinde, başlarına geleceği beklerler. Bahçenin sahibi doğrudan Ermeni'ye girişir. Sopayı indirirken, “Ulan, haydi bunlar Müslüman, sana oluyor ey gâvur!” diye bağırması, Türk'le Kürt'ün yüreğine azıcık su serper, “yırttık” diye geçirirler içlerinden. Fakat bahçe sahibi, Ermeni'yi yere yıktıktan sonra hiç oyalanmadan Kürt'e girişir. Bir yandan, “Ulan haydi bu Türk, sen hakla giriyorsun bahçeme!” diye bağırmaktadır. Türk, arkadaşlarının dayak yediğine üzülmektedir ama bir yandan da için için sevinir, yırttım diye. Yırtamaz. Bahçe sahibi Kürt'ü de yere yıktıktan sonra Türk'e döner, “Haydi bunların biri gâvur, biri Kürt, ikisi de hırt, sen utanmıyor musun!” diye haykırarak sopayı indirmeye başlar.

Üç kafadar, ağız burun kan içinde, dağılmış halde bahçeden çıkıp yürürken, Türk Kürt'e döner, “Yahu biz baştan bu Ermeni'yi dövdürmeyecektik,” der.

20 Ağustos 2015 Perşembe

Ey millet-i hakime, haberler fena

Radikal, 18.08.2015

Sınırın öte tarafına geçip bu yana bakmak hep tuhaf bir histir. Doğup büyüdüğünüz, yaşadığınız, toprağına bastığınız, kaldırımını çiğnediğiniz, dostlar, arkadaşlar edindiğiniz, insanları sevindirdiğiniz, incittiğiniz, gurur veya pişmanlıklar duyduğunuz bir yer, sizi aç bırakmış ya da karnınızı fazlasıyla doyurmuş bir yer, karşıdaki. Ne olursa olsun, sizin yeriniz işte... Sınırlar, pasaportlar, asık suratlı polis memurları, nöbetçi kulübelerinin ardından bakınca neden farklı gözükür?

Hele aradaki kapalı bir sınırsa, hem durum hem hisler daha da tuhaflaşıyor.

Biz, yaşadığı toprakları hiçbir zaman tam anlamıyla kendi yeri hissedememiş bir toplumun fertleriyiz. Toplum olamayışımızın bir sebebi bu. Evet, hâlâ!

Yaşadığımız yerle aramızdaki mesafenin sebebiyse çeşitli – yaygın kanaate göre.
Oysa bir tek basit sebebi var: Bu toprakları birileriyle paylaşıyorduk, paylaşıyoruz; bu topraklar hepimiz burada olduğumuz için bu topraklardı; biz paylaşmak istemeyince kanla sulandılar, lanet çöktü üzerlerine, oralı olmadık, dokunmaz, zarar vermez, dedik, verdi, anlamadık, kanlı toprak havayı bozdu, yine de içimize çektik, suyu zehirledi, yine de içtik, hastalandık. Hastalığın en kötü yanı, hastanın hastalandığını fark etmeyişiydi.

18 Ağustos 2015 Salı

Bir sorumsuzluk, bir şuursuzluk...

Radikal, 13.08.2015

El Nusra (El Kaide), Suriye'de Türkiye'nin fiilen elkoymaya çalıştığı bölgeden çekilme kararı aldı, bunu yer yer ne dediği pek anlaşılmayan bir duyuru ile ilan etti. Anlaşılabilen şuydu: Şu anda Türkiye ile savaşmak istemiyoruz; sahadaki öbür örgütlere de önceliklerini, koşulları gözden geçirip akıllıca davranmalarını öneriyoruz. Yani: Şimdilik önlerine çıkmayalım, bölgede IŞİD'i yesinler, sonra bakarız.

Ankara'nın gözdesi Ahrar-uş Şam, Türkiye'nin Suriye'den parça koparıp “muhaliflerin” denetimine verme planını coşkuyla karşıladı. Böylece, Türkiye'nin başka bir ülkeye fiilî müdahalesine yeni kanıtlar oluşturdu. Üstüne, Ankara, Suriyeli Türkmenlerden oluştuğunu ileri sürdüğü Sultan Murad Tugayı'nı kendi sınırından Suriye'ye soktu.

Memnun muyuz millet?

Radikal, 11.08.2015

Ben size bu satırları yazmaya çalışırken, İstanbul Sultanbeyli'de polis merkezine bombalı saldırı yapılmış, 10 kişi yaralanmış, ayrıca, söylendiğine göre, çatışma çıkmış, “iki saldırgan” ile bir polis şefi ölmüş, bunları fırsat bilen birileri, tahrike kapılmaya hazır bir kalabalığı HDP binasına sürüklemiş, barışa dönüş umutlarını bir de bu yandan kundaklamıştı, Silopi'de çatışmalar yeniden başlamış, Sarıyer'deki ABD Konsolosluğu taranmıştı. ABD'nin Missouri eyaletindeki St. Louis'in varoşu Ferguson'da geçen yıl polisin öldürdüğü siyah genç Michael Brown'ı anma gösterisinde de çatışma çıkmış, polisin açtığı ateşle iki kişi vurulmuştu. Göstericiler taş, polis gaz atmaya girişmişti. Brezilya'nın Sao Paulo şehrinde, son beş yıla bakılırsa, polisin yargısız infazla her sene yaklaşık üç yüz (300) insanı öldürdüğü -Uluslararası Af Örgütü tarafından- açıklanalı birkaç gün olmuştu; bunların dörtte üçü yoksul genç siyah erkeklerdi. Mısır'ın başşehri Kahire'de, Adliye Sarayı önünde bomba patlamıştı, ölü-yaralı vaziyeti henüz belli değildi. Afganistan'ın başşehri Kabil'in havalimanına yakın bir yerde de bombalı araç patlamıştı; orada da ölü-yaralı sayısı henüz belli değildi. Yine de nüfusa oranla cinayet sayısı bakımından dünyanın en berbat durumdaki ülkesi halen Honduras'tı. El Nusra örgütü Halep'in kuzeyinden çekilmekteydi; bunun hemen buraya bitişik mutasavver “IŞİD'den arındırılmış bölge” planlarına bulaşmamak için mi yoksa varılmış gizli bir anlaşma sonucu işi kolaylaştırmak için mi yapıldığı konusunda şüpheler vardı. ABD'nin eğittiği muhalif elemanlardan on ikisinin yine Halep'in kuzeyinde IŞİD'in bombalı araç saldırısında can verdiğine dair şüphe daha azdı.

7 Ağustos 2015 Cuma

Askerin ne düşündüğünü yeniden sorarken...

Radikal, 06.08.2015

Hürriyet Ankara Temsilcisi Deniz Zeyrek'in 4 Ağustos'ta yayımlanan haber-analizi (“Çözüm süreci nereye gidiyor?”), uzun zamandır unuttuğumuz “Asker ne düşünüyor?” sorusunu bize hatırlattı. Genç subaylar mı rahatsız, paşalar mı endişeli, düşünmez olmuştuk. Bunların yerine, abus suratlı, cahil ve küstah sivillerden hangisinin göze girdiği, hangisinin gözden düştüğüyle, millî iradeyi şahsında cisimleştiren muktedirin kimi hangi sancağa göndereceği, kimin boynunu urduracağıyla meşgûldük.

Yakın zamana kadar bu yine de tercih edilir bir durumdu, zira sivil muktedirleri seçimle devirebilme umudumuz vardı. İyi kötü işleyen seçimli parlamentolu bir rejimimiz vardı ne de olsa. Parti binalarına, toplantılarına, mitinglerine linççi kalabalıkları saldırtsak da, insanlarını öldürtsek, bombalatsak da, seçime girip barajı aşabilen -toplumsal- muhalefet partisi çıkarabiliyorduk. Mutlak muktedirleri Meclis çoğunluğundan edebiliyorduk.

6 Ağustos 2015 Perşembe

CIA: İşkence yapabilirsiniz, dediler, yaptık

ABD Senato İstihbarat Komitesi'nin 11 Eylül sonrasındaki sistematik işkencenin suçunu CIA'in üstüne yıkan raporuna teşkilat okkalı cevaplar vermeye hazırlanıyor. Sekiz eski üst düzey CIA yöneticisinin hazırladığı kitap, The Intercept'in haberine göre, önümüzdeki haftalarda piyasaya çıkacakmış. Kitabın adında basbayağı, "Senato İstihbarat Komitesi raporuna CIA'in cevabı" ibaresi yeralıyor.

CIA emeklileri, kitabın çıkmasını beklemeden, kararlı ve cüretkâr bir halkla ilişkiler çalışmasına girişmişler bile. CIA'deki en üst üçüncü makam olan "yürütücü direktör"lükte dört yıl (2001-2004) geçiren Alvin Bernard “Buzzy” Krongard, bir BBC programında açıkça, mahkuma kendini "olabildiğince rahatsız" hissettirecek işler yaptıklarını, tanım itibarıyla buna "evet, işkence denebileceğini" söyledi. Ancak hemen ardına şunu ekledi: "Resmî yetkililer bize işkence yapabileceğimizi söylediler."

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Öldürmek yetmiyor, cenazelere zulmedelim

Radikal, 04.08.2015


Derin hakikatleri bir çırpıda ve tokat gibi açığa vuruveren sözler haliyle hepimizin zihnine kazınır, çabuk hatırlanır, çabuk yayılır. Hangi deyişlerin ne kadar sık kullanıldığına bakılarak bir memleketin hali anlaşılabilir. Türkiye'de en sık tekrarlanan özlü sözlerden biri şu: “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın.”

Sırf son iki aydan kısa bir döküm yapayım dedim, yapamadım. Beceremedim, elim gitmedi. Biliyorsunuz nasıl olsa.

İnsanların vurularak, bombalanarak, parçalanarak, suikastlarla, planlı cinayetlerle can vermesi, yargısız infazlarla öldürülmesi, hattâ nasıl öldürüldükleri bile bilinmeden yok edilivermeleri, bizim yakın tarihimizin temel karakteristiği. İttihatçıların köprü üstünde muhalif gazeteci vurarak açtığı yolda Cumhuriyet yönetimi istikrarla ilerledi, Kürt isyanlarında başvurulan kitlesel yok etme işlemleri geliştirilip sivil alana uyarlandı ve Alevi katliamlarında bunlardan yararlanıldı. Devletin türlü şekillerde insan öldürmesinin veya linçler, katliamlar tertipleyerek sivillere de bu faaliyete katılma imkânı yaratmasının bir memleket hakikati olarak yerleştirilmesi ve doğuştan edinilen bilgi haline getirilmesi, maalesef şimdiki iktidarın eseri değil; bununla övünme şansları yok.

4 Ağustos 2015 Salı

Karnavallar şehri Rio: Yargısız infaz cenneti

Brezilya büyük şehirlerinin meşhur "askerî polis"i Rio de Janeiro'da beş senede 1519 (yılda 303-304) insanı öldürmüş. Yani iki ay tatil, kalan her güne bir yargısız infaz. Öldürülenlerin ortak özelliklerine dair en kısa yoldan sayılabilecek birkaç ayrıntı, her şeyi bir çırpıda anlatıyor: Büyük çoğunluğu (dörtte üçünden fazlası), genç (15-29 yaş arasında), yoksul, erkek ve... -başka nasıl olabilirdi?- siyah!

Bu cinayetlerin 250 kadarı, "favela" (gecekondu-varoş) ahalisine "korku salma stratejisi" uyarınca, rutin görevdeki polislerce işlenmiş; Uluslararası Af Örgütü'nün bütünüyle resmî belgeler ve basın-yayından topladığı verilere göre. Yani Rio de Janeiro polisi, aşağı yukarı her hafta bir kişiyi bu amaçla öldürüyor.

Polisin yargısız infazları mahkemelerde genellikle "güvenlik kuvvetlerine mukavemet yüzünden ölüm" olarak kayda geçiyor. Amnesty, 220 soruşturmanın sadece birinde ceza gören bir polise rastlamış.

The Guardian'ın haberinde, Uluslararası Af Örgütü Brezilya şubesi başkanı Atila Roque'nin şu sözleri de yeralıyor: "Rio de Janeiro iki şehirlik bir yalan. Bir tarafta, dünyayı etkilemek üzere tasarlanmış parıltı ve cazibe, öbür tarafta, genç, siyah, yoksul erkek nüfusun önemli bölümünü kırıp geçiren polis baskısı."

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Bir Macera Oyunu: Stratejik Derinlik filmi

Türkiye, Suriye'deki yangının söndürülmesinde en kritik rolü oynayabilecek konumdaydı. Bambaşka bir politikayla, hem yüzbinlerce insanın öldüğü, milyonlarca insanın yerinden yurdundan, geçmişinden geleceğinden olduğu bir felakete engel olabilir hem de o çok istediği etkinliği bir miktar sağlayabilirdi. Aksini tercih etti. Sebebi, Ahmet Davutoğlu'nun akıl-mantık, nesnel bilgi gibi kavramlara sırtını dönmüş, yer yer marazî sayılabilecek hayaller üzerine bina edilmiş doktrini Stratejik Derinlik. Bu iddialı başlık altında vaaz edilen, Türkiye'nin Ortadoğu'nun "sahibi" olabileceğine dair muazzam bir yanılsamadır.



Bugün Türkiye üniversitelerinin bir kısmında ve Davutoğlu'na neredeyse tapan bir akademisyen çevresinde bir nevi kutsal kitap muamelesi gören Stratejik Derinlik'i didik didik ederek, "doktrin"in tutarsız, mesnetsiz, bütünlüksüz zeminini ve yapısını teşhir etmiştim: Pan-İslâmcının Macera Kılavuzu - Davutoğlu ne diyor, bir şey diyor mu?. Bu "doktrin"le ilgili esas mesele, burada bir tür "oyun"un varoluşu. Tarihle, insanlarla, sınırlarla oynanan bir oyun. Ve bir çocuğun oyuna sardırışındaki, olmadık şeyleri tutturuşundaki tutkuyla, hakikate gözünü kapatma vakası.

Davutoğlu'nun 2012 Nisan'ındaki bir Meclis konuşmasıyla, Suriye'den orijinal görüntü ve sesleri biraraya getirerek, vakanın teşhisine yardımcı olmaya çalıştım.

2 Ağustos 2015 Pazar

Rita Hayworth'un düğün villasında Kral Salman

Suudi Kralı Salman, Fransız Riviera'sındaki tatilini kısa kesmek zorunda kaldı. Vallauris Golf-Juan'daki villasının altına denk gelen kamuya açık plaj güvenlik gerekçesiyle kapatıldığı için yöre sakinleri 150 bin imzalı protesto dilekçesi verdiler; mesele basına yansıdı, kral da huzursuz oldu, üç hafta kalacakken vazgeçti, Fas'a gitti. Onunla birlikte, yaklaşık bin (1000) kişilik maiyetinin yarısı da.

İmza toplayan 150 bin kişi muhtemelen bunu zafer sayıp sevinmiştir. Ama yerel esnaf pek sevinmemiş, çünkü kral ve maiyetinin kalacağı süre içerisinde satış patlaması yaşayabileceklerini umuyorlarmış.

O villaya gelip gidenlerin yerel ekonomiye epeyce katkıda bulunduğu düşünülebilir, zira burası meselâ 1949'da Amerikalı oyuncu Rita Hayworth'un üçüncü defa dünya evine girdiği, Pakistan'ın Birleşmiş Milletler'deki daimi temsilcisi, yarış atı sahibi ve jokey Prens Ali Salman Ağa Han ile -onun da ikinci evliliğiymiş- evlendiği mekân.

Onlar gülmeyecekse ne için uğraşıyoruz?

Bir fotoğraf karesinde dört kadın.

Birinin eşi, devletin katillerince kaçırıldı, öldürüldü, köy yoluna atıldı. Ötekinin eşi, Cumhuriyet tarihinde görülen en geniş katiller koalisyonunun kurbanı oldu, polisin askerin katıldığı, siyasîlerin örtbas ettiği bir suikasta kurban gitti. Üçüncünün eşi -dördüncünün de babası-, yine pek geniş bir koalisyon tarafından hedef haline getirilerek ülkeden gitmek zorunda kaldı, kahrından öldü.


Gülümseyen dört kadının bir fotoğraf karesinde biraraya gelişini hüzünlü kılan, Türkiye'nin kirli ruhudur. Biraraya geldiklerinde, birarada oldukları için gülümsediklerinde ortaya çıkansa, bütün o katillere, kirli ruhlara filan pabuç bırakılmayışının resmidir.

1 Ağustos 2015 Cumartesi

Kafka, Samsa, böcek, biz

Radikal, 30.07.2015


Kafka'nın Dönüşüm hikâyesinin kahramanı Gregor Samsa, sanal âlemin tanınan şahsiyetlerinden. Hikâye, “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu,” diye başlar. Sosyal medya bunun çeşitli uyarlamalarıyla dolu. “Bir sabah uyandığında...” kendini -şüphesiz böcek olarak değil- başka bir varoluş halinde bulmak, oysa, bizim memleketimiz, tarihimiz, kültürümüz içerisinde tasavvur edilmesi dahi imkânsız bir vaziyet. Bu kadar popüler oluşu hayret verici. Belki de imkânsızlığındandır cazibesi; bilemiyorum.

Zira biz, öncelikle, bir sabah uyanmayız. Bir akşamüstü de uyanmayız. Hiç uyanmayız. Gözlerimiz açık, algımız sadece alışıldık bildik iletilerin sızabileceği gibi aralık, zihnimiz her zamanki kadar rölantide, bir garip uykudur bu. Ama uykudur. Sürer de sürer.

Sonra, biz hiçbir zaman bunaltıcı düşlerden uyanmayız. Bunaltıcı düşler içerisinde yaşarız. Belki hepsi aynı bunaltıcı düşün bölümleridir. Sezon finali hiç gelmez.