16 Ekim 2017 Pazartesi

Kerkük "dava"sında yerli-millî birlik

Dün (aslında bugün ama yatmadan öncesi dündür:) geceyarısından sonra, Irak ordusu, polis güçleri ve Haşdi Şabi milislerinin Kerkük Harekâtı başladığından beri olan bitenleri izlemeye çabalıyorum. Çok zor oldu, çünkü askerî veya propagandaya yönelik amaçlara hizmet etmesi için ortaya sürülmemiş, güvenilir bilgi, özellikle ilk saatlerde, neredeyse yok gibiydi. Sahada olan bitenden bahsetmeyeceğim; halen izliyoruz. Sosyal medya aracılığıyla gösterilen tavır ve tepkilere ilişkin bazı izlenimlerimi aktaracağım.

Öncelikle, 16 Ekim itibarıyla görüyoruz ki, Türk muhalefetinin büyük kısmı için Kerkük’te sözü edilmeye değer bir şey olmuyor. Flaş mevzu Melih Gökçek. Bu elbette başlıbaşına göstergedir, ama burada bunun anlamı üzerinde durmuyor, işaret edip geçiyorum.

Niye böyle? Sebep elbette “Kürt anasını görmesin” etkenini yüksek dozda içeriyor. Ama bundan ibaret değil.

Esas zorluk, tutulacak taraf olmamasında. Durduk yerde Şii Haşdi Şabi milislerine amigoluk yapmak Türk faşistinin bile tuhaf bulabileceği bir tavır olurdu. Oysa bizim taraftarlık dışında bir konumdan herhangi bir olaya yaklaşmamız, bırakın yaklaşmayı, uzaktan izlememiz bile mümkün değil. Taraftarlığın imkânsız oluşu, Türk “muhalefet”inin büyük kısmını Sünni’ci İslâmcıyla, Türkçü faşistle aynı tutumda birleştiriyor: “Irak alsın orayı, Kürtler yenilsin veya petrolleri kalmasın veya yiyecek bulamasınlar da, Haşdi Şabi’yi veya Şii Bağdat yönetimini sevmek zorunda değiliz. Sevmek zorunda olmadığımız gibi, Kürtlere kimin zarar verdiğini telaffuz etmek durumunda bile değiliz. Yeter ki analarını görmesinler." Bu, haliyle, mevzuyu uzaktan izlemeyi, Peşmerge biryerlerden çekildikçe "oh oh" çığlıkları atmakla, Kerkük'teki PKK'lilere ait fotoğraf paylaşıldıkça ana avrat düz gitmekle yetinmeyi getiriyor.

Kerkük, Irak, Haşdi Şabi, Peşmerge bir yana, toplum olarak hastalığımızın bir defa daha tescil edildiğini kabul etmeliyiz.

Ve tabiî cehaletimizin. Geceyarısından sabaha kadar ortalığı ayağa kaldıran pek çok faşist ve milliyetçi, Kerkük'ün Kürt işgalindeki bir Türkmen şehri olduğunu, Kürtler çıkarılırsa şehrin asıl nüfusu olan Türkmenlerin orada gül gibi yaşamaya devam edeceğini, şehri almaya gelen silahlı kuvvetin Türkmen ordusu olduğunu filan sanıyordu. Kazın ayağının boyunu posunu rengini pekâlâ bilen siyasetçi ve okumuş-yazmış tayfası da bu yalan dünyayı yeniden yeniden resmetmek için elinde fırça-boya, nefes nefes koşuyordu.

Bu manipülasyona tabiî aynı zamanda, varolmayan "tutulacak taraf"ı var etme hesabıyla başvuruluyordu ki, gereken tezahürat yapılabilsin. Analiz yapmayız, araştırma yapmayız, tezahürat yaparız ya, o bakımdan. Burada kültürümüzün klasikleri olan oportünistlik, fırsatçılık, yalan üzerine hayat kurma hüneri gibi cevherleri de teşhis edebiliyoruz.

Son olarak, nasihatler vermeye yaşı başı müsait biri olarak bir nevi hayır işi bâbında şunları ekleyeceğim: Katliam göreceğim diye bu kadar heveslenen, sevinen, âdetâ kendinden geçen insanlardan ne kendilerine hayır gelir ne ailelerine ne ülkelerine. Öte yandan, bu hadisenin yine akla getirdiği müzmin mesele; oportünist, fırsatçı, çakal ruhlu olmayan, ânında kendi faşizmine kaymayan herhangi bir yerleşik siyasî akımın varolmayışı nasıl açıklanacaktır?