15 Mayıs 2015 Cuma

Bir söz, bir tekme

Radikal, 14.05.2015


Soma kazasının yıldönümü. Kaza? Cinayet? Katliam?

Kaza oluyorsa, işçi ölüyorsa, bunun tek sebebi vardır: İş koşulları, ortamı, düzenekleri, programı... düzenlenirken, çalışanların can güvenliğinin ilk madde olarak gözetilmemesi. Hattâ çoğu zaman, sadece mecburiyetten azıcık hesaba katılması. Kimi zaman verimlilik -işverenin daha fazla kâr elde etmesi- uğruna gözden çıkarılması. Ya da madencilik gibi birtakım işlerin, işçilerin öleceği, yaralanacağı, hiçbiri olmazsa hastalanacağı bilindiği halde sürdürülmesi. Blucinler fiyakalı hale getirilecek diye kaç insanı genç yaşta kanser edip öldürdüler.

Bu nasıl böyle olabiliyor?

Olabiliyor, çünkü ilkin, çalışanlar iş bulup çalışmaya muhtaç.

Niye muhtaçlar? Çünkü kapitalizm var. Birilerinin nasıl yaşayacağını belirleme hakkı başkalarının elinde. Güç de onların elinde.

İkinci olarak, işçiler “çalışırız ama şu şartlarda çalışırız” diyebilecek pazarlık gücüne sahip değiller.

Niye değiller? İlkin onları tek tek böyle bir güce sahip kılabilecek herhangi bir araç, donanım vs. yok. Dolayısıyla anca biraraya geldiklerinde pazarlık gücüne sahip olurlar. Bunun somut şekli sendikadır. Çalışanlar sendikalarda örgütlenir, böylece karşılarındaki güç ve iktidar odaklarıyla pazarlığa kalkışabilirler.

İkinci olarak, çalışanlar her an işlerinden edilme tehlikesiyle karşı karşıya bulundurulurlar. Çünkü serbest piyasa adı altında sürdürülen ve asla serbest merbest olmayan kapitalist sistem, mutlaka işsizler ordusu yaratır. Kapitalistlerin işçiye ihtiyacının ağır bastığı dönemler nadirdir, özeldir. Savaş sonrası kalkınma atılımları falan, ancak, böyle bir geçici altüst oluşa yolaçar. Normal işleyiş, çalışanları hep yerlerini kapabilecek işsizlerle tehdit etmektir. İşsizler ordusu, ücretlerin bir seviyenin altında tutulmasını sağlayan temel araçtır; kapitalistler ve genellikle onların çıkarına uygun iş gören devlet için.

İşçilerin pazarlık gücünün ellerinden alınması, onları bir toplumsal sınıf olarak güçsüz, etkisiz kılar. Zayıf sendikal örgütlenme, zayıf işçi hareketi demektir. Toplum işçilerin hakları gözetilerek yönetilmez.

Böylece işçiler için rizikolu, tehlikeli işler rahat rahat yürütülür. İşçiler yaralanır, hastalanır, ölür, işler sürer.

Çünkü işçilerin bu durumundan sadece üsttekiler, kapitalistler değil, işçi olmayan herkes, orta sınıf da pek memnundur.

Madencilik diye bir işkolunun varolabilmesi bile kabaca bu altlı-üstlü, eşitsiz ilişki yüzündendir. Eğer dünyada hiçbir topluluk başkalarının yaşadığı toprakları fethetmese, başkalarını savaş esiri yapıp köleleştirmese, birilerini aç bırakıp iki lokma ekmek uğruna buyurulan her işi yapacak bir çaresizlik girdabına sokamasa, elbette maden işçiliği diye bir konum varolmayacaktı. İnsanların göreli eşitlik içerisinde yaşadığı bir toplumda o can pazarına sokacak kimseyi bulamazsınız, çünkü kimse girmez.

Soma'dan bahsederken unutmamalıyız ki, toplum düzeni onlara başka çare bırakmadığı için ocakta can vermiş üç yüz bir insandan bahsediyoruz.

Türkiye, işsiz ordusunun her zaman “ihtiyaç”tan bile kalabalık halde bulundurulabildiği, sendikal örgütlenmenin devlet, kapitalistler, sağcı siyasetçiler ve onları destekleyen ahali tarafından hep geriletilmeye çalışıldığı bir ülkedir. Özel olarak, 12 Eylül'le birlikte işçi haklarına, sendika örgütlenmesine vurulan ağır darbe, çalışanları pazarlık gücünden yoksun, çok zayıf duruma sokmuştur. Sendikalı işçi sayısının indiği düzey, hepimizin acımasız-umursamaz kalpsizler olarak kayda geçirilmemize yolaçacak kadar utanç vericidir.

Türkiye'de sendikal hareket, özellikle 1960'lardan itibaren yaygın şekilde gelişmeye başlamış, karşısında polisiyle, askeriyle devleti, bugün pek şahane insanlarmış gibi anılan yöneticileri, bütün sağcı siyasetçileri ve hareketleri bulmuştu. Toplumumuzun dindar çoğunluğunun, sonradan hükümet ve İslâmcı işadamlarına peşkeş çekilecek Hak-İş'in kısa bir dönem oluşturduğu ufak istisna dışında, işçi haklarına, çalışan hakkına, “emeğin hakkını verme” kavramına bütünüyle ilgisiz kalmış, hattâ bu kavramdan hiç haz etmemiş oluşu, çok dikkat çekicidir.

Sendikacılık, işçi hareketi, hak mücadeleleri, hep sadece solcuların meseleleri gibi görüldü. Ezcümle sağcılar ve Müslümanlığı kullanarak politika yapan hareket ve partilerse, işçilerin hak mücadelelerinden uzak durmaları bir yana, bunlara karşı devletin kontrgerillavarî örgütlerine destek sağladılar. Komünizmle Mücadele Dernekleri'ni kuranlar, yürütenler kimlerdir, dökümü çıkarılsa hayli renkli ve ilginç vaziyetlerle karşılaşırız. Özel olarak sola karşı görünüşte sivil sokak gücü oluşturmak ve yönetmek için bünyesinde komando kampları kurmasına, dövüşçü ve silahşör yetiştirmesine meydan verilen Türkeş'in MHP'si de başlıca kitle desteğini “Türkçülük”le değil, dinî-mezhebî güdülere seslenerek topluyordu.

Genel olarak dinî kavram ve değerlerin belirleyiciliğindeki yaygın halk kültürümüzde “eşitlik” fikrinin pek sevilmemesi, bırakın değer sayılmayı, istenmeyen bir unsur, içeri girmiş sinek, halıya sürünmüş çamur muamelesi görmesi çok tuhaftır. Bunu sadece 1950'lerden itibaren ABD'nin, NATO'nun Türkiye'de Sovyetler'e karşı direnç yaratmak için üretip damarlarımıza zerk ettiğini ileri sürmek abes kaçar. Türkiye'de eşitlik sevilmez, aşağıdakiler sevilmez, aşağıdakilerin yükselebileceği, onlarla eşit konuma gelinebileceği ihtimali karşısında korkuya kapılınır.

Türkiye, eşit haklarla birlikte yaşamak isteyenlerin ülkesi değil. Kendinden yoksul insan görünce huzuru kaçanların ülkesi değil. Kendinden yoksulların kendi seviyesine gelerek ortadan kalkmalarını öngörenlerin ülkesi değil.

Hayır, tamamen kötü yürekli, acımasız, merhametsiz insanların ülkesi de değil. Sadaka ülkesi. Yoksullar yoksul kalsın, biz onlardan yukarıda olalım, arasıra onlara sadaka verelim ülkesi. Yaygın kültürümüz bu.

Tehlikesi ve sakıncası çok yakında: Eğer alttakiler konumlarına razı olmaz, vereceğimiz sadakayla yetinmez, bizim sahip olduklarımıza ortak olmak isterlerse, onlara kızabilir, tepki gösterebiliriz.

Suriyelilerin kaldığı evi yakmamız an meselesidir; kafamızı bozarlarsa. Tinerci çocukların, dilencilerin gözümüzün önünden “kaldırılması” hakkımızdır. Birileri madende çalışacak ki, kömür çıksın – kim çıkaracak o kömürü, zenginler mi çıkaracak?

İşte tam da bu zihniyet ve değer sistemi, “inançlı” olduğunu ileri süren bir siyasî liderin, hem de birkaç defa, “Ayaklar baş mı olacak?!” diye haykırdığında hiç tepki görmemesine yolaçıyor.

Ve üç yüz bir madencinin can verdiği ilçede yerde gösterici tekmeleyen başbakan danışmanının “inanç”ının asla tartışma ve şüphe konusu edilmeyişine.

Ve, tıpkı o söz gibi, o tekmeyi de bir güzel içine sindirerek, bunun ahiret-cennet beklentisi ve planlarını bozacağına hiç ihtimal vermeyerek, “tekmeyi atan bizim taraftan, yıpratmayalım” hesabıyla pısıp oturarak hayatını sürdürebilen ahalinin buna rağmen mütedeyyin, dindar vs. sayılabilmesine.

Türkiye'nin dini kullanan sağcılığı, göğsünü kapitalizme siper etmekten bizzat kapitalistler yetiştirip onlar için dövüşmeye kolayca geçti. İşçi haklarını solcuların meselesi sayıp fiilen patronların cephesinde yeralmaktan, patronları tekmeyle yumrukla -yetmezse polisle, yargıyla, yetmezse fetvayla, ayetle- cansiparâne savunmaya da o kadar kolayca geçti.

Yusuf Yerkel'in tekmesi, “ayaklar baş mı olsun?”un pratiğe dökülmesiydi. Yerde bir insan: alttaki. Başı, üsttekinin ayağı seviyesinde. Üstteki cezalandırıyor; isyankâr kölesinin etini dağlıyor; tekmesiyle. Üstüne basıp muzaffer savaşçı pozu vermiyor da, tekmeliyor işte...

O tekme ile o söz birarada, Türk İslâmcılığının eşitlik sorununa yaklaşımıdır.

Bunların bir güzel sindirilmesi de hareketin toplam insanî değerini ortaya koyuyor.