27 Şubat 2015 Cuma

Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim..?

Radikal, 26.02.2015

Uzuun bir aradan sonra, köşeyazarınız yeniden hizmetinizde. Gerçi bir süredir blog'um Riya Tabirleri'nde, zaman zaman tek kişilik gazete olmaya heves ediyor, bazen de “köşeyazarı” sıfatına maruz kalmama yolaçacak okkalı ahkâm yazıları yazıyordum. Ama yuvarlak hesap on yedi senedir, başlı başına ayrı mevzu olan Taraf macerası dışında, bana “gel, yaz” diyen olmamış, ben de medya âlemimizin dışında kalmıştım. Şimdi, işte, memleketimizin pek ilginç müesseselerinden biri olan köşeyazarlığına yeniden terfi etmiş bulunuyorum. Üstelik bu makama ilk adım attığım gazetede. (Radikal yazıişleri, yeniden burada yazacağımı duyururken, “evine döndü” ifadesini kullanmış; beni evden biri görmek istedikleri için onlara teşekkür ederim.)

24 Şubat 2015 Salı

Davutoğlu rekora koşuyor: Binbir gaf birarada

Başbakan Davutoğlu bugün Budapeşte'de Macaristan Başbakanı Viktor Orban'la ortak basın toplantısı düzenledi, haliyle Süleyman Şah harekâtıyla ilgili sorulara muhatap oldu. Ve tam anlamıyla gaf rekoruna koştu. Akademisyen sıfatı da taşıyan bir devlet adamı, on-on beş cümle içinde bu kadar mı çok pot kırar, teamül-kural çiğner, kendini yalancı konumuna düşürür!

Bakın neler diyor:
“Türkiye'yi kimse dolaylı ya da doğrudan tehdit edemez. Uluslararası hakkımızı kullandık.”
Hayır. Böyle bir uluslararası hak yok. Gidip başka ülkenin içindeki toprağınızı, orayı size veren anlaşmayı falan da takmadan (muhatabınızla anlaşmadan) terk edip, başka yer beğenip oraya elkoymak gibi bir hakkınız yok. Kaldı ki, "kimse bizi tehdit edemez" diye tafra yapacak bir haliniz yok. Sizi tehdit ederler, ettiler, etmelerine bile gerek kalmadan pıstınız (Rusya, Kırım), diplomatik personelinizi, özel korumalarınızı çoluğuyla çocuğuyla rehine aldılar (IŞİD, Musul). Şu anda bu tuhaf harekâtı yapmanıza sebep de doğrudan doğruya bir tehdit! Buna demiyorsak, neye tehdit diyoruz?
“Bunun tartışılacak bir tarafı yoktur.”
Elbette vardır. Başka ülkenin toprağında harekât yaptınız, başka ülkenin toprağını işgal ettiniz.

Müessesemiz hizmete devam edecektir

Riya Tabirleri'nin muhterem okur ve izleyicileri, size bir duyurum var. Hattâ iki.

Radikal'den "bize yaz" teklifi aldım ve kabul ettim. Haftada iki, salı-perşembe, bu gazeteye yazacağım. Bir yazıyı gündelik siyasî meselelere, ötekini azıcık daha geniş ve derin fasıllara ayırabilirsem mutlu olacağım, ama memleketin gündelik felaketleri buna ne ölçüde izin verecek, göreceğiz.

Bu blog'u -kişisel blog denen şeyin doğasına uygun şekilde, ama kişisel blog denen şeyin sınırlarını zorlayarak- yoktan var ettiğim için, açıkçası, işe ve gelire ihtiyacım olmasına rağmen, Radikal'in teklifine hemen evet diyemeyip, düşünmek için süre istedim.

Düşündüğüm, esas olarak, bu blog'un sönüp gitmemesini nasıl sağlayacağımdı. Gazete yazılarımı bir gün sonra blog'a koyabileceğimi öğrenince azıcık rahatladım. Bunu yapacağım.

Ayrıca, eğer mecalim kalırsa, blog'u da boş bırakmamaya çalışacağım. İnsanın gazetede köşesi olunca her şeyden her şekilde bahsetme hakkı kazandığına inanmıyorum. Bu yüzden, bazı konular, yazılar için "gazete için uygun olmaz" dersem, onları buraya yazarım. Bu kadar çok yazı üretebilecek miyim, o arada yapmayı istediğim filmler, çekimler, kurgular, motion graphics işleri ne olacak, şimdilik bilemiyorum. Doğan sorulara "her işin başı sağlık" cevabı verip önümüzdeki maçlara bakıyorum.

Sanırım anı anına izlenmesi gereken olaylarda blog'u daha çok kullanırım. Ya da tam tersine, gazete için fazla özel veya kişisel kaçabilecek daha derin mevzularla burada uğraşırım. Ama, gazete yazılarını bir gün sonra koymanın dışında, bu blog'un da müessese olarak şahsiyetini koruması için uğraşmaya niyetim var. Bir ihtimal de, burayı biraz daha fazla görselleştirmek. Yani daha fazla fotoğrafa yer vermek. Bakalım...

20 Şubat 2015 Cuma

Cemaat'ten özeleştiri ve yeni Kürt politikası

Zaman'da yayımlanan iki yazı, Cemaat içinde önemli tartışmalar olduğunu, birtakım hayatî ve yapısal görünen kararlar alındığını ortaya koyuyor.

Bunlardan ilki, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil'in imzasını ve "Hizmet hareketi özeleştiri yapar mı?" başlığını taşıyor. Yazı, sadece bu soruya evet cevabı vermekle kalmıyor, yapılan özeleştiriyi uzun uzun aktarıyor. Özeleştirinin, bir dönem muhasebesinin üzerine oturduğu görülüyor.

Bu özeleştiri yazısı, hem Cemaat hem de bu topluluk üzerine düşünen, yazan çizenler için tarihî bir belge niteliğinde. Özeleştirinin tatminkârlık düzeyi, uzanması gereken her yere uzanıp uzanmadığı, hataların gerekçelendirilmesinde ne derece açık-samimi olunduğu gibi hususlarda şimdilik yorum yapmayacağım. Hem yorumlayabilmek için daha derinlemesine anlamamız lazım hem de nasılsa bol bol tartışılacak. Sadece, "hepsini demokrasi için yaptık"ın kendi başına kimseyi tatmin edecek bir açıklama olmayacağını, bir sürü şeyin de bununla asla açıklanamayacağını belirtmekle yetineyim. Dolayısıyla metni şimdilik sadece sonuçlarından ibaret sayalım.

Hayatı istila etmiş bir canlı türü

"Aramızda yaşayan..." demek isterdim, ama diyemiyorum, çünkü neredeyse biz sıradan insanlar onların arasında yaşıyoruz. Çoklar. Sayıları bizden çok değil; yaygaraları, cazgırlıkları, şirretlikleri, nereye dönsen oradan karşına çıkabilme yetenekleriyle ortalığı kaplıyor, zehirliyorlar. Hayatı karartmayı, azıcık taze her soluğu kesmeyi başarabiliyorlar.

Eğer, özellikle bu canlı türünün de üretim ve dağıtımına şevkle iştahla katıldığı yaygın "fail kültürü"nü benimsemiş biriyseniz, işiniz kolay. Bu canlılara söver sayar, döner gidersiniz. Maksadınız mesele halletmekse, yandınız. Ortamı dezenfekte etme şansınız olsa bile bunların yaydığı kötülük kolay kolay temizlenemiyor.

Bu canlı türünün nümuneleri, iki karşıt cephede, iktidarın propaganda aygıtında ve sanırım kendilerine sorsak sıkı muhalifler olduklarını söyleyecek şımarık büyükşehir insanları arasında bolca bulunuyor.

Muktedir utanmazlığı


İlk alt-tür, hükümete, onun basınına, hizmetkârlarına, silahşörlerine, yalakalarına yapılan her türlü eleştiriyi İslâm'a ve dindar halka yapılmış göstererek eleştirel sözün kendi mahallelerine sokulmamasını, ona kulak verilmemesini sağlamaya çalışıyor. Basit bir yöntemle: söyleneni değil söyleyeni hedefe koyarak onu dinlemeye değmez kılma. Bunun için tabiî ki bu toprakların, her türlü egemen tarafından titizlikle yeniden üretilmiş sistemli cehaletinden, öğrenme isteksizliğinden, "hak geçmesin" duygusunun eksikliğinden ve fail kültüründen yararlanıyorlar. Tıpkı karşı cephedeki acımasız benmerkezciler gibi. "Ha, o mu demiş? O zaten ...dir." Eleştiri karşısında, büyük-küçük her türlü iktidarın savunucusu ilk bu silaha sarılıyor. Ve ne yazık ki, neden değil fail arama çağdaş Türk felsefesinin temeli olduğundan, birçok insanı da bu çukurlarla dolu, çamurlu yola sürükleyebiliyorlar.

Araştırıcı titizliği ve üşenmezliğiyle Türkiye'nin en vasıflı gazetecilerinden biri olabilecekken bir tür masabaşı Goebbels'i olmayı seçmiş bir kimse, meselâ, İslâmcılara "dini ne hale getirdiniz" eleştirisi yapıldığında, bu ülkenin Müslüman çoğunluğunun eleştirilmesi gereken eylemlerine değinildiğinde, sana "Türk Pegida hareketi" damgası vurarak saldırıya girişiyor. Yazılana bakmıyor bile. Acaba herifin dedikleri arasında kayda değer, haklı, hesaplaşılması gereken bir şey var mı? Böyle bir sorusu yok. Biliyor ki, bunları söyleyen, şu andaki iktidar pratiğini onaylamıyor. Dolayısıyla bir an önce susturulması, hele samimi Müslümanlara asla ulaşamaması gerekir. (Propagandacıya kötü haber: Ulaşıyor.)

18 Şubat 2015 Çarşamba

Medeniyet olayı patladı, fena yenildiniz, hoca

Önce manzarayı oluşturan olgular:
• Halihazırda bu ülkede iktidarı ele geçirmiş kadro, girdiği kirli yoldan dönmesine elverecek fırsatları kaçırdı. Zaten istemedi, niyeti yoktu, falan, bunlar önemli değil artık. Eşik geçildi.
• Bu iktidara en azından son dört-beş yılda elebaşılık etmiş insanlar herhangi bir iktidar değişiminde mutlaka yargılanacak. Çünkü büyük suçlar işlediler ve öyle görünüyor ki, daha da işleyecekler.
• Bugünkü muktedirlerin yargılanması için öyle devrim niteliğindeki dönüşümler de gerekmeyecek. Baskısı sömürüsü hilesi olağan standartlarda bir merkez sağ iktidar bile bugünün pisliğini temizlemeden iş göremeyecek.
• Recep Tayyip Erdoğan'ın ustalıkla, kendine yakın herkesi, suç ortağı kılarak soktuğu yörünge, sabit bir yörünge değil. Çekimine kapılıp etrafında döndüğü o şey, mutlak iktidar mıdır, hırsın özü müdür, artık her neyse ona her turda giderek yaklaşan, sonu kaçınılmaz çarpışmaya, infilaka götüren bir yörünge.
• Erdoğan, böyle bir yörünge üzerinde seyahatin ancak mutlak bir gerilim ve düşmanlık, dolayısıyla bir tür savaş ortamında sürdürülebileceğini ve mutlak bir sonu olduğunu iyi kavramış, bunun gereklerini çok iyi bilen bir lider.
• Toplumun keskin hatlarla ikiye bölünmesinden en çok kazançlı çıkacak özne o. Tek koşulla: halk çoğunluğunun ve silahların kendi tarafında bulunması.
• Şu anda bu çoğunluğa sahip olduğunu düşünüyor ve icabında bu çoğunluğu azınlığın üzerine sürerek, kan dökerek, dehşetle, yıldırmayla üstünlük kurmayı göze alabileceğini birkaç sembolik olayda gösterdi, kanıtladı. Normal bir parlamenter-demokraside, "bana oy veren kitleyi evde zor tutuyorum" sözünü söyleyen insanın politika yapma ehliyeti olmaz.
• "Esnaf gereğinde polis olur, alperen olur" da aynı şey. 17 Şubat gecesi Kadıköy'de dükkânının camına kar topu geldi diye değerli bir insanı, demokrat eylemci, gazeteci Nuh Köklü'yü bıçaklayarak öldüren esnaf, şüphesiz özellikle cumhurbaşkanı marifetiyle oluşturulan ortamın tesirinde, belki de doğrudan ürünü. Gezi'nin eli palalısı veya Kocamustafapaşa'da "yarın burada cesetlerinizi sayamazsınız!" diye böğüren şahsiyet, sadece basit birer ilham kaynağı olarak görülemez.
• İç Güvenlik Yasası'yla polisi daha rahat öldürür hale getirme, anlaşılan, işin daha resmî, daha denetimli, istenirse gaddarlaştırılacak, istenirse dizginlenecek yanı olacak. Öbür tarafta, "icraat" şevki ve serbestliği, esnafı şusu busu, her türlü gönüllü katil için geçerli olacak.

Hırsla hars medeniyete karşı


Manzarayı gördük, sorulara geçelim. Sorum, medeniyet şahlanması teorisyeni Ahmet Davutoğlu'na: Kastettiğiniz medeniyet bugün bu yaşadığımız gibi bir şey midir? Gencecik bir kadın vahşice öldürüldüğünde, ona sahip çıkalım mı çıkmayalım mı diye liderin iki dudağına bakılan, sevmediğiniz insanlar sahip çıkıyor diye bin tereddüt geçirilen, buradan doğan kararlılık açığını kadın hakları savunucularına hakaret ederek liderinizin gidermeye çalıştığı, siz Meclis'te muhalif milletvekillerine -kadınlara da!- elinize geçirdiğiniz her şeyi silah edip saldırırken, daha önce palalı saldırgana, "cesetlerinizi sayamazsınız!" diye haykıran mensubunuza gösterdiğiniz teveccühten cesaret alan, "alperen olma" teklifinizi ciddiye alan esnafın kartopu oynayan insanı bıçakladığı... Yoksa bizi böyle teker teker değil de, Maraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta olduğu gibi, tekbirler eşliğinde topluca katledeceğiniz bir durum mudur o meşhur medeniyetiniz?

15 Şubat 2015 Pazar

Kadın-erkek, din, tesettür - bazı sorular

Pekâlâ, madem bu korkunç olayda bile çıkıp çıkıp iç rahatlığıyla, özgüvenle, kendinizden emin olarak, "sözüm kime yarar?" demeden tepki gösteremiyorsunuz; o halde en basitinden şunu kabul etmek zorundasınız, yazan-çizen, güya düşünen, hükümetsever dindar insanlar: Allah'ın, dinin hizmetinde, emrinde, her nesinde olduğunu sanıyorsanız, orada değil, bambaşka bir yerdesiniz. Neyin hizmetinde olduğunuz şu anda konumuz değil. Özgecan'ın başına gelene gösterebildiğiniz tepkiyi, Kabataş meselesiyle falan kıyaslayın, yeter.

Özgecan'a doğru dürüst sahip çıkamayışınız, şimdiye kadar atmadığım bir adımı attırıyor bana. İnsan zincirlerinden böyle böyle kurtulur, sağolun.

Gelin şunu konuşalım: Birtakım erkeklerin ortalık yerlerde hiç utanmadan sıkılmadan, İslâm'daki tesettürü, "Beni günaha sokuyor, örtünmeli" diye savunmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tecavüzün cezası "erkeklik"e yönelik olmalı

Hukukî mevzudur, bütün boyutlarıyla tartışamam. Bilgim ve birikimim yok, akıl yürütürken mutlaka birşeyleri atlıyorumdur. Ancak yıllardır, bu vahşetle karşılaştığımız her durumda dön dolaş aynı noktaya geliyorum ve bunun bir şekilde tartışılabileceğine inanıyorum. Akıl yürütmem yanlışsa yanlışlığına ikna olmak istiyorum.

"Ne yapılsa, erkekleri kadınlara yönelik şiddetten, tecavüzü neredeyse hak görmekten caydırır?" Sorduğum soru bu.

14 Şubat 2015 Cumartesi

Özgecan'ı öldürdüler

Şu yüze bakınca ne görüyorsunuz? Gençliğin o biraz da -olması gerektiği gibi- mesnetsiz, uçsuz bucaksız kendine güveni. "Bekleyin beni, geliyorum!" havası. Takınılmaya çalışılan o hafif mesafeli, ne yaptığını bilir edâyı, zincirlerinden boşanıverip anında dağıtabilecek bir saklı muziplik ve hoplayıp zıplama güdüsü. Hayatın bir anda, korkunç bir şekilde bitebileceğine dair bir ihtimal görüyor musunuz bu bakışlarda? Yok. Ne görüyorsunuz? Ben, tek kelimeyle toparlarsak, gelecek görüyorum; uzun, upuzun bir geleceğe bakıyor Özgecan. Aksini niye düşünsün? Sorunlar, okullar gibidir gençler için; birşeyler yaparsın, halledemiyorsan etrafından dolanırsın, çözülmezlerse aşılırlar. Ucu bucağı olmayan o yola bakıyor Özgecan. O kadar gençken hangi yolun sonu niye gözüksün? O kadar gençken nasıl kavrasın, burası neresidir...


Özgecan Aslan yirmi yaşındaydı. Tarsus'ta, Çağ Üniversitesi'nin Psikoloji Bölümü'nde okuyordu. 11 Şubat 2015 günü her zamanki gibi okuldan çıktı, bir arkadaşıyla, muhtemelen her zaman yaptıkları gibi, bir alışveriş merkezinde dolaştı, sonra, yine hep yaptığı gibi, Tarsus-Mersin minibüsüne bindi. Evine gitmek üzere. Gidemedi. İkisi baba-oğul, öteki oğlanın arkadaşı üç erkek, Özgecan'ı bıçaklayarak öldürdüler, sonra yaktılar ve dereye attılar. Bütün haberlerde bu korkunç işi niye yaptıklarına dair laf edilmeyişinden anlıyoruz ki, korkunç bir tecavüz ve cinayetle karşı karşıyayız.

Kadınlara karşı şiddet hem dozca artıyor hem yaygınlaşıyor. Bunda hem kadınların bütün engellere rağmen toplumsal hayatta giderek daha etkin oluşuna karşı erkeklerin vahşice tepkilerinin rolü var hem de son yıllarda özellikle "açık" kadınlara karşı nefreti körükleyen söylemlerin yaygınlaşmasının. Kadınların etkinliğine karşı özel nefret besledikleri her hallerinden belli olan siyasetçilerin, yöneticilerin tavırlarının saldırganları yüreklendirdiği açık.

Buna karşılık, Türkiye Cumhuriyeti'nde, kadınlara karşı işlenen suçlarda polis ve yargı sisteminin meseleye hemen her zaman daha baştan kadınlar aleyhine müdahale ettiği, saldırganları koruduğu, kolladığı, sokağın ortasında bir kadının onlarca defa bıçaklanışını polislerin izlediği, dayak yiyen, işkence gören kadını bunu yapan kocasının yanına geri gönderdiği, şiddet yüzünden boşanmak isteyen kadına her türlü müşkülatı çıkardığı da unutulmamalı. Esas vahimi, tecavüzcülerin uzun yıllar boyunca yararlandığı indirimler listelense, aklı başında her insanı çıldırtabilecek ayrıntılar dökülür önümüze. (Yazının sonuna bir kaba liste ekledim.)

(Ara not: Twitter'da bu son faslı hatırlattığım için, "bugünün eleştirilmesini önlemek"le, "AKP'yi savunmak"la, "ukalâlık"la, "bilgiçlik"le suçlandım. Şahsen, bu meselenin son dönemdeki artırıcı, derinleştirici etkenlerle -birtakım siyasetçilerin münasebetsizlikleriyle, nefret yaymalarıyla- sınırlı olarak ele alınmasının problemi çözeceğine inanmıyorum. Onun başlıbaşına -daha küçük- bir sorun ve mücadele konusu olduğuna inanıyorum. Öte yandan, Özgecan'ın başına gelen dahil, her türlü durumda bugünün yöneticileri elbette doğrudan sorumludur, bunu belirtmeye bile gerek görmüyorum. Şunu ise eklemek lazım: Geceyarısı olmuştu, hâlâ herhangi bir yönetici, kaymakam, vali veya siyasetçi, ilçe başkanı, il başkanı, parlamenter, şu bu, iktidarı temsil eden tek bir kimse bu hunharca cinayete dair tek söz etmemişti. "Üzüldüm" diyeni bile duymadık.)

Sona, 13 Şubat gecesi Twitter'da çok dolaşan bir tweet'ler serisini ekleyeyim. @miailayda tarafından derlenmiş döküm, "Türkiye nedir?" sorusunun cevapları arasında seçkin yerini alıyor:
Kadın programında, "babam bana tecavüz etti" diyen kızını öldürüp, "babasını kamuoyunda mahcup etti" indirimi alan var.
Eşini katledip, "kot giyiyordu, piercing takıyordu, çantasında doğum kontrol hapı buldum" indirimi alan var.
Tanımadığı birine saati soran eşini delik deşik ederek öldürüp "cilve yaptı" indirimi alan var.
Tecavüz edip, hamile bırakan, sonra da "zaten bakire değildi" indirimi alan var.
Ormanda saldıran, döve döve çırılçıplak soyan, ancak, astım trizi geçirerek bayılıp yakalanınca, "isteseydim yapabilirdim" indirimi alan var.
Üvey kızına tecavüz edip, "kızın ruh sağlığı bozulmadı raporu"yla indirim alan var.
Tecavüzünü kameraya kaydeden sapık "eski sevgilisiymiş" indirimi aldı. Tecavüzde bağırmıyorsa, rıza göstermiş sayılır indiriminden fayralanan var.
Tecavüz ederken suçüstü yakalanan adam, henüz tecavüz gerçekleşmediği için "yarım kaldı" indirimi aldı bu memlekette.

12 Şubat 2015 Perşembe

Putin mi zayıf Batı mı? - ilginç bir görüşme

Almanya parlamentosu (Bundestag) Dışişeri Komisyonu Başkanı Norbert Röttgen, Tageszeitung Şef Redaktörü Ines Pohl'ün Ukrayna meselesine dair sorularını cevaplarken, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin hakkında ilginç sözler etmiş:
"Bana göre Putin'in stratejisi, ülkesine ilişkin vizyonu yok. Taktik tavırlar alıyor. [Ukrayna konusundaki] Tavrı, kendisini iki yönden tehdit ettiğini düşündüğü [Kiev'deki] Meydan hareketine tepki. Kızıl Meydan'ın yeni Meydan olmasından korktu. En çok korktuğu şey, özgürlük mikrobu. Kafasında, arka planda hep Sovyetler Birliği'nin dağılışı var; daha fazla toprak kaybına, jeopolitik etki alanı kaybına dair korkusu var. Askerî yöntemlere başvurması, stratejisinin değil zayıflığının ifadesi."
Görüşmenin devamında, gazeteci Kırım'ın halini soruyor, siyasetçi, fiilen orada Ukrayna'nın herhangi bir hükümranlığının kalmadığına işaret edip, uluslararası hukuka göre olması gereken durumla fiiliyatın açıkça çeliştiğini, yapacak pek bir şey kalmadığını imâ ederek anlatıyor. Tabiî söz, kaba kuvvetle sonuç alınmış bu olayın Putin'i benzer başka harekâtlar için heveslendirip heveslendirmeyeceğine geliyor.

11 Şubat 2015 Çarşamba

Kalbiniz yok, beyniniz cılk

Bu gidiş gerçekten gidiş değil. Kim neyi kazanırsa kazansın herkes için kötü olacak. Oluyor da zaten. Küçümseme eğilimi yaygın: Vicdanla merhametle duyguyla ne olurmuş ki! Evet, bu devirde bunlarla her şeyi değiştireceğini sanmak aşırı naiflik olabilir. Bunlar olmayınca nasıl bir hayata süreklenildiğini ise her fırsatta görüyoruz. Rezilce bir hayat bu.

ABD'nin Kuzey Carolina eyaletinin Chape Hill kentinde, Craig Stephen Hicks adlı bir katil, Kuzey Carolina Üniversitesi öğrencisi üç Müslüman genci vurdu, öldürdü. 23 yaşındaki Deah Bereket, bir ay önce evlendiği eşi, 21 yaşındaki Yusor Muhammed ve onun kardeşi, 19 yaşındaki Razan Muhammed Abu-Salha, yaşadıkları evde öldürülmüş halde bulundular.


Katilin gençleri Müslüman oldukları gerekçesiyle öldürdüğü söyleniyor. Kendi beyanına göre, "Eşitlik için Ateistler" diye bir grubun destekçisiymiş.

[ EK / 18:08 / Hicks'in Facebook sayfasından alınma bir Hitler'li caps'i aktarmış ve üzerinde Hıristiyanlığı öven yazılar bulunduğu için bunun Hicks hakkında kafa karışıklığı yarattığını söylemiştim. Ancak sonra başka caps'ler de ortaya çıktı -@ozaneking'e teşekkürler- ve Hicks'in Nazizm ile Hıristiyanlığı yanyana getirip ikisine de laf ettiği anlaşıldı. Düzeltmek için caps'i kaldırdım, bu açıklamayı koyuyorum. ]

ABD'nin büyük haber kanalları olayı haberleştirmek, haberi öne çıkarmak için saatlerce beklemiş. Bunları araştırmaya elim gitmedi, açıkçası; hepsini sorgulamaksızın kabul ederek devam ediyorum.

Birçok Twitter hesabı bloke edildi - AÇILDI

Gece 02:00'den itibaren Twitter'da yaşanan acayipliklerle ilgili mesajım ve çeşitli güncellemeler. Tweet atamama sorunu dünya çapında, en azından Türkiye ile sınırlı kalmaksızın yaşandı.

10 Şubat 2015 Salı

Simgesel iki olay: Élysée'de gerilla, Sisi'ye Kaleş

Azıcık hayalgücü kullanma becerisi ve kurguya meyli olan uluslararası ilişkilercileri kendinden geçirebilecek iki olayımız var. Kırk taraftan yaklaşılıp elli yerinden deşilebilecek, zengin, derin düşüncelere kapı açabilecek olaylar.

İlki, ikisi kadın üç kişilik PYD heyetinin Fransa Cumhurbaşkanı tarafından Élysée Sarayı'nda ağırlanması. PYD Fransa Temsilcisi Xalid İsa'nın da yeraldığı heyette doğal olarak esas ilgi, PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah ile YPJ Komutanı Nesrîn Abdullah üzerinde toplandı. Bu ziyaretin kapsayıcı bir tanımını yapmaya çalışsak, bu tanımın neleri içermesi gerekir:

• Heyet, çok cepheli iki içsavaş ve bir büyük ve örtülü bölgesel savaşın içiçe sürdüğü bir coğrafyadan geliyor,
• Heyet, bölgedeki devletsiz tek halkın kısmî temsilcisi,
• Heyet fiilen, hâlâ kimi devletlerin terör örgütü listesindeki bir örgütü temsil ediyor,
• Aynı zamanda, IŞİD saldırısıyla ortadan kalkmaktan son anda kendini kurtaran bir yöresel yönetimi temsil ediyor,
• Heyetin temsil ettiği halkın büyük bölümünün yaşadığı ülke (Türkiye), bu yönetimi ortadan kaldıracak sürece destek vermiş,
• Heyeti ağırlayanlar, bu heyetin temsil ettiği türden oluşumları daha önce defalarca yok etmiş, onlarla savaşmış bir emperyalist devletin temsilcileri,
• Heyetin esas elemanlarının iki kadın oluşu, coğrafyaya, tarihe, bölgedeki her şeye ters.

9 Şubat 2015 Pazartesi

Kendini onaylama, hayat amacı olamaz ki!

Tarkovski'nin bir sözünü çok sevmiş, "hah!" demiş, gazeteden kesip ortalıkta biryerlere koymuştum; yıllarca durdu orada burada. Şuydu:

"Modern sanatın seçtiği yol yanlıştır. Hayatın anlamını arama adına kendini onaylama peşinde koşmaktadır."

Ben bunu daha çok "güncel sanat" denen faaliyet üzerine söylediğini düşünüyordum. Söylendiği tarih itibarıyla böyle düşünülebilirdi. En azından ben kendi âlemime öyle tercüme etmiştim. Bir çeşit cin fikirliliğin sanatın özü sayıldığı günümüz ve bu dönemin sanat adı taşıyan faaliyetleri üzerine başka bir zaman konuşabilmeyi isterim. Şimdi meselem bu değil.

Pan-İslâmcının Macera Kılavuzu üzerine yayınlar

Ahmet Davutoğlu'nun başeseri Stratejik Derinlik hakkında yazdığım kitap, Pan-İslâmcının Macera Kılavuzu. Davutoğlu Ne Diyor, Bir Şey Diyor Mu? üzerine benimle yapılmış birkaç söyleşi, birkaç da yazı yayımlandı. Bunların linklerini vermem, umarım "herif kendinin reklamını yapıyor" sınıfına girmez.

Murat Şevki Çoban'ın K24 için yaptığı söyleşi: "Davutoğlu aslında hiçbir şey söylemiyor"

K24'te Doğan İnce'nin yazısı: "Davutoğlu “Derinliği” ve Pan-İslâmcının Macera Kılavuzu"

Okuryazar.tv için Murat Hocaoğlu'nun yaptığı söyleşi: "Bir masal âlemi bu..."

Zaman'ın "Kitap Zamanı" ekinde, Berat Güntan'ın yazısı: "Stratejinin o eski tadı yok"

Cumhuriyet Kitap'ta, Gamze Akdemir'in yaptığı söyleşi: "Davutoğlu tam İslâmcı, biraz Türkçü"

Behlül Özkan'ın, yine Cumhuriyet Kitap'ta çıkan değerlendirmesinin linkine bir türlü ulaşamadım.

Today's Zaman için Yonca Poyraz Doğan'ın yaptığı söyleşi: "Davutoğlu's book 'Strategic Depth' far from being deep"

Şunları da ekleyeyim, kitap hakkındaki her şey daha bir derli toplu dursun:

Burada, Riya Tabirleri'nde yazdığım tanıtım-duyuru yazısı: Pan-İslâmcının Macera Kılavuzu

İletişim Yayınları sitesinde, Birikim Yayınları arasında kitabın künye-tanıtım sayfası.

8 Şubat 2015 Pazar

Akif Bey, Matmazel'e karşı

Akif Bey, belli ki sana puan getirecek bir iş yapmışsın. Devletin üstüne çullandığı bir yabancı gazeteciye verip veriştirmiş, onu tehdit etmiş, aşağılamaya kalkmışsın. Aferin. Kadına "yakarız seni!" dediler, kaçmadı; bir de alenen tehdit edilmesi gerekmiş. Bu iş de sana mı düştü? Ondan mı yaptın? Aferin.

Yalnız yaşayan kadının evinin kapısına dikilip haykıran, bağıran çağıran takım elbiseli bir adam geldi gözümün önüne. Arkasında mahallenin kabadayısı, polisi, bekçisi; kadın camı açıp da tek söz etse hep beraber çekip copları sopaları çullanacaklar üstüne. Kadın yalnız olmasa, arkasında bütün o kuvvet hazır beklemese, tutup da kabadayılık edebilecek birine benzemiyor hayalimdeki takım elbiseli adam. Kabadayı gibi yürümüyor, polis gibi silahı yok, bekçi gibi bıyığı yok. Zaten normal şartlarda kimseye posta koyabilecek birine de benzemiyor. İktidar hormonundan tatmış, bir cesarettir boy atmış yüreğinde. Aferin. Yerde insan tekmeleyenin gördüğü itibar açmış gözlerini: Evet, itibar burada! Aferin. Taksim'de çembere alınıp dizaltından tekmelenen CNN muhabirinin vaziyeti mi ilham verdi? Bir dizaltı tekmesi de ben olayım, istedi zaar.

Frederike Geerdink için ileride, devir değiştiğinde, insanlar, "burayı sevdi, geldi burada yaşadı" diyecekler. Senin için ne diyecekler, Akif Bey? Nereyi, neyi sevdi, diyecekler?

Frederike Geerdink için, "çalışıyor, emeğiyle hayatını kazanmaya uğraşıyordu" diyecekler. Herhangi bir iktidara hizmet etsin diye muktedirlerce oraya buraya yerleştirilen piyonlardandı, demeyecekler.

Çok eş dost, arkadaş edinmişti burada, diyecekler. Onlardan çıkarı, belki birlikte yemeye içmeye gittiklerinde hesabı ödetmemişlerdir, odur, diyecekler. Hiçbir özel yeteneği, kapasitesi, bilgisi, uzmanlığı olmadığı halde muazzam maaşlarla konforlu işlere konanlardandı, demeyecekler.

Şunu güzel yazmıştı, şunu da yanlış yazmıştı, gazeteciydi işte, diyecekler. Şunu göze girmek için, bunu yaranmak için, şunu da vazifeyle yazmıştı, demeyecekler.

PKK = IŞİD saçmalığına değinmiyorum; Geerdink'e mütemadiyen "matmazel" diye hitap ederek, geleneği köklü, piyasası geniş bir bayağılıktan, yabancı nefretinden medet ummanı hiç yadırgamıyorum, Akif Bey. Yine de üzerinde Matmazel Nikolun o kırmızı ipekli gömleğiyle bunu yapıyor olman ne müthiş. Aferin.

Akif Beki'ye sahiden sormak isterdim, ileride nasıl hatırlanacağını, kendisi için neler söyleneceğini düşünüyor?

6 Şubat 2015 Cuma

Eski Mısır'da Mevlevi etkisi!

"Abi o Mısırlıların şeyleri falan... hepsini bizden almışlar ya!"

Bu, yakında yaygın şekilde duyacağımız laflardan, muhtemelen. Al Jazeera Türk hesabından atılan tweet insanımıza ulaşırsa.

Yıllar önce, sokağa çıkmış iki sahte muhabir, insanlara şu soruyu soruyorlardı: "Mısır piramitleri Türkiye'den gizlice kaçırılmış, ne diyorsunuz?" Bütün video sahte miydi, kanıtım yok, elbette, ama görünüşe bakılırsa değildi. İnsanlarımız, Türkiye'nin eski eserlerini koruyamadığını, bu konuda daha duyarlı olunması gerektiğini falan söylüyorlardı, bu üzücü hırsızlık haberi karşısında. En son mikrofon uzatılan genç bir tarih öğretmeniyse, uzun uzun, böyle bir hırsızlığın gümrüktekilerle falan işbirliğine girmeden yapılamayacağını, piramitlerin ancak gemiyle kaçırılmış olabileceğini anlatıyordu.

5 Şubat 2015 Perşembe

Yüzleşme, affetme-affedilme ve ukde

Önce şunu bir okuyalım hele; uzun ve dolambaçlı yoldan ulaşılmış bir son cümle:
"Hakikati monologla değil, diyalogla aramak, resmi tekdilliğe, geçmiş kurgusuna ... dostluk ilişkisi içinden itiraz etmektir."
Öncesinden da azıcık aktaracağım:
"Bu dostluk politikası bizim Hrant Dink’ten öğrendiğimiz şeydir. İnsan bir baba metni yorumlayarak veya bir dostluk metni yazarak yükünü insanileştirebilir, hayalet bir kambur taşımaktan kurtulabilir. Fakat böylece o kambur yerini dümdüz bir omurgaya bırakmaz; etten, kemikten bir organ gibi vücudumuza katılır. Elbette bir çilecilik olmamalı bu gerçekçilik, ancak global sahnedeki yüzleşme ve özür dileme oyunları da bir ikiyüzlülük, sahtekârlık, bir uluslararası tiyatro olma riskini taşır. ‘İnsan yalnızca cezalandırabiliyorsa affedebilir’. Derrida’ya göre koşullu affetme denir buna. Fakat, cezalandırsa da affedemeyebilir, koşullu affetmede bile koşulsuz affetmeye içkin muamma bir şekilde işlemiş olmalıdır. Affetme hep imkansız olarak gerçekleşir."
Gerçi bizim buralara gelmemize daha çok var. Boynunu kılıcının altına uzattığın birinin seni affetmesi-affetmemesi meselesini tartışabilmemiz için kendimize yönelik bütün algımızın, kendimizi kavrayışımızın ve her nereyeyse biryerlere oturtma tarzımızın, oturduğumuz yerin tamamen değişmesi lazım. Oysa biz, Kara Murat'ı çepeçevre sarmış, mızraklarını boynuna dayamış Bizanslı muhafızların konumunu alıp, ortada sıkışmış adama, "Asıl sen suçlusun!" diye bağırmaya alışmışız. Affetme belki, ama affedilme kavramının sözlüklerimizde bulunması bile ilginç ve beklenmedik!

Affetme, affedilme ve "ukde" kavramları üzerine Levinas, Derrida ve Hegel'in yazdıklarını kurcalayarak, sözü Akif Kurtuluş'un "kısacık ve büyük" yeni romanı Ukde'ye (İletişim, 2014) ve Vahram ve Janine Altounian'ın Dönüşü Yok: Bir Babanın Güncesinde ve Kızının Belliğinde Ermeni Soykırımı kitabına (Aras Yayınları, 2014) getiriyor Zeynep Direk: "Ermeni Soykırımı Üzerine: Sorumluluk, Af, Tanıklık ve Ukde".

Soykırımın hepimizin üzerindeki, "içindeki" kalıntısı ve süren, kendini yeniden üreten etkileri konusunda düşünmeliyiz. Özellikle bunu düşünmediğimiz için, aslında çok boytlu, çok derin bir mesele, dümdüz, pratik, pragmatik siyasî dalaşmaların konusu olmaktan öteye gitmiyor. Ve, bana sorarsanız, böylece, inkârın yanısıra, bir büyük suç daha işleniyor. Bu uzun yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Bu yılın temel meselesi olması gereken "yüzleşme" konusunda kafalarımız açık, ruhlarımız hazır olmalı.

4 Şubat 2015 Çarşamba

Boko Haram hadisesi de IŞİD'leşiyor mu?

Boko Haram bu defa asıl hayat ve eylem alanı Nijerya'da değil, Kamerun'da sanatını icra etti ve yüz kişiyi öldürdü. Bu yeni katliam olguya bambaşka boyutlar kazandırabilir.

Baştan söyleyeyim, bölgenin, konunun uzmanı değilim, bilgim geniş ve derin değil. Ancak, tesadüf eseri, geçen gün birkaç ayrı yerden birşeyler okudum ve bu yeni saldırı okuduklarımı hatırıma getirdi. Bölgeyi izleyen gazeteciler, esasen Nijerya sınırları içerisinde faaliyet gösteren Boko Haram'ın, Nijerya'nın komşuları Nijer, Çad ve Kamerun'a rahatça girip çıktığına, bu şekilde kendine ilave kaçış ve savunma imkânları yarattığına dikkat çekerek, şu soruyu ortaya atıyorlardı: Bu örgütle mücadelede komşuları neden Nijerya ile etkin işbirliğine girmiyorlar?

Banka meselesi de bir başka tuhaflık değil mi?

Bankasya'ya operasyon gecesi için söyleyeceklerim isabetli mi, kestiremiyorum. Yine de, bunların en azından yarın, baskının sıcaklığı geçtikten, sinirler biraz yatıştıktan sonra okunacağını varsayarak, yazıyorum.

Önce, olan biten nedir? Hükümet, Türkiye'de yasa, hukuk, mevzuat, şu bu, gerçekte ne işe yarıyorsa bundan yararlanarak, bir operasyon yaptı. Yasalarımız, ama bunlardan daha önce, yönetme ("idare") geleneğimiz, her zaman devletin, iktidar sahiplerinin yararlanabileceği ufak açıklar, istisnalar, dalaveraya elverişli halkalar falan içerir. İcabında bunlara yaslanarak en korkunç işleri yapar, ama keyfî davranmamış, güya devlet işleyişini düzenleyen birtakım kurallara uygun davranmış olursunuz. İşte bu cümleden bir harekât kapsamında, "Bankasya'ya elkonuyor, banka batıyor" manzarası ve panik yaratıp bankanın sahiden batmasının amaçlandığı, olmuyorsa kelimenin tam anlamıyla bankaya "çöküleceği" belli.

3 Şubat 2015 Salı

İnternet erişimi temel insan hakkı mı?

Bundan yaklaşık dört yıl önce, Birleşmiş Milletler'in Düşünce İfade Özgürlüğü Hakkının Korunması ve Geliştirilmesi Hakkında Özel Raportörü, insanların internet bağlantısını kesmenin insan haklarına ve uluslararası hukuka aykırı bir işlem olduğuna karar vermişti. Raporun hazırlanmasına yolaçan, Suriye rejiminin ülkenin üçte birinde interneti ulaşılamaz kılmasıydı. Telif meseleleri yüzünden internete müdahale edebilmeyi öngören yasalar çıkarmış Fransa ve İngiltere bu karara itiraz etmişlerdi.

Foreign Policy'de David Rothkopf, "Sınırsız internet erişimi modern insan hakkı mıdır?" başlıklı bir yazı yazdı ve meseleyi kurcaladı. Bizim gibi, anayasa ve yasaların iktidar sahipleri nezdinde pek hükmünün olmadığı ülkeler için tartışmanın zemini lüks görünebilir, ancak Rothkopf, internet özgürlüğünü öncelikle anayasa kavramıyla ilişkisi açısından konu ediyor. Ve diyor ki: "İnsanlar, bir vakit anayasa yapmış olanların hayalgücünün ötesine geçen haklar talep edemezler, demek saçmalıktır, hem de tehlikeli bir saçmalık".

Şüphesiz her anayasa, yapıldığı dönemin teknolojik koşullarıyla sınırlı, onlara bağlı. Telefonun varolmadığı bir dünyada, kimin telefonunu kimin ne koşullarda gizlice dinleyebileceği gibi bir mesele de olmazdı haliyle. İnterneti, sosyal medyayı, bu mecralarda oluşan alternatif haberleşme, yayın, duyuru, ifade kanallarını varsaymış herhangi bir yasal zemin ve çerçeve olamaz. 2011'de bağımsızlığını elde etmiş Güney Sudan'ınki belki..?

2 Şubat 2015 Pazartesi

Ortada sorun yok, kimsede kusur yok, dağılın!

Geçen akşam, Türk solunun herhangi bir eksiği, yanlışı olmadığını öğrendik. Tek sorun, kendini yeterince anlatamamakmış. Bu gece de, dinde herhangi bir sorun olmadığını, Ortadoğu'da olan bitenlerden, IŞİD'den şundan bundan emperyalizm ve emperyalistlerin sorumlu olduğunu öğreniyoruz. Halen öğrenmekle meşgûlüz, ama ben bu defa nasıl olduysa vaziyetlere erken uyandım, bir yandan öğrenirken yazıyorum. Faydasını da görüyorum, çünkü tam size bunları yazarken, asıl problemin Müslümanlarda değil Batı ve Batılılarda olduğunu da öğrendim. Mesele Batılıların kültürel kazanımlarından vazgeçmeleri, Ortaçağ'a dönmeleriymiş. O kazanımlar niye onlardaydı, falan, sormuyoruz haliyle.