30 Eylül 2014 Salı

Sınır kapısında ne oluyor? - Geceyarısı esrarı

Kobanê'ye açılan TC sınır kapısı Mürşitpınar'da saatlerdir (şu anda saat 02:40) asker ya da polis bulunmadığı ileri sürülüyor. İddia birkaç saattir birkaç ayrı adresten atılan tweet'lerle tekrarlandığı için, Twitter dışında kayda geçsin diye buraya aktarıyorum. Sadece ikisini aktarayım; DBP Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek'inkileri: Yaklaşık 21:00'de: "Gündüz bir tek sivil insanın yanaştırılmadığı Mürşitpınar sınır kapısında şu an tek bir asker ve polis yok. Kapı terk edilmiş. Neler oluyor?" Yaklaşık 22:00'de: "Asker ve polisin terkettiği Mürşitpınar sınır kapısının güvenliğini parti yönetimimiz ve bir grup sivil yurtsever sağlıyor.”

29 Eylül 2014 Pazartesi

Şşş, baksana, bunlar sahiden gazeteci mi?

"Dünyanın gözünde şu duruma düştük, bu duruma düştük" muhabbetleri, pek çoğunuz gibi beni de gıcık eder. Bir haltı yememe sebebin sadece "el âlem ne der!" ise sen zaten ilk fırsatta o haltı yiyecek veya onun yerine başka halt bulacaksındır. Fakat cumhurbaşkanının kafasındaki dünya, başbakanın kafasındaki Ortadoğu algısıyla olup bitenler karşısında "rezil oluyoruz" duygusuna kapılmamak imkânsız.

27 Eylül 2014 Cumartesi

Öbür büyük mesele: Türklerin geleceği

"İslâm Devleti" saldırıyor, Kobanê direniyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti, söylendiği gibi İD'e trenle silah-mühimmat göndermiyor veya eleman sevkinde yardımcı olmuyorsa, insansız hava araçları ya da başka yollarla istihbarat yardımında bulunmuyorsa bile, topraklarını savunan Kürtlere iki demeçle olsun arka çıkmayarak, acil pratik sonuç doğurmasa da İD'i caydırmaya yönelik en ufak adımı atmayarak, ülkesine sığınan insanları Kızılay'la, AFAD'la değil asker-polisle, gazla, tazyikli suyla karşılayarak, Kürtlerin gözüne fazla çıplak, fazla net gözüken bir tavır alıyor.

1990'lardaki korkunç, yaygın ve derin zulme rağmen, bu zulüm yıllarında en azından "üzülüyoruz" anlamına gelebilecek minicik bir jesti dahi göremediği Türk toplumundan manen bütünüyle kopmayan Kürtleri daha öteye, uzağa, çok uzağa itmek için bundan daha münasip bir politika izlenemezdi. İD'e henüz IŞİD'ken sağlanan destekler, Türkiye topraklarında radikal İslâmcı militanların cirit atması, sınırı keyiflerince kullanmaları, bunlara TIR'larla silah, mühimmat gönderilmesi, şu bu, hepsi, Kobanê direnişi karşısında alınacak farklı bir tavırla hafızaların acilen ve her gün kullanılmayacak biryerlerine atılabilirdi belki. Artık çok zor.

25 Eylül 2014 Perşembe

Türkiye'ye "aracı" konumu mu? - Bir işaret

İD'in elindeki 46 Türk rehinenin kurtarılışının sırrını çözmeye çalışırken, öncelikle hem cumhurbaşkanı hem başbakanın vurguladığı "siyasî-diplomatik operasyon" kavramına anlam vermek gerekti. Bu şüphesiz, TC yetkililerinin İD ve başka silahlı İslâmcı örgütlerle bir şekilde "görüşebildiği" anlamına geliyordu. Buradan hareketle, Türkiye'nin belki de İD'e karşı kurulan uluslararası koalisyona kendisi için bir tür "aracı konum" teklif etmiş olabileceğini düşündüm ve bu tahminimi "Bir tahmin: Türkiye'ye 'aracı' konumu?" başlığı altında yazdım.

Bu tahminin doğrulanması yönünde ilk gelişme, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın New York gezisi sırasında yaşandı. Lübnan gazetesi The Daily Star'ın haberine göre, Lübnan Başbakanı Tammam Salam'la görüşmesinde Erdoğan, İD'in elindeki Lübnanlı rehinelerin sağ salim kurtarılması için elinden geleni yapmayı taahhüt etmiş. Geçen ay, Lübnan'ın kuzeydoğusundaki Arsal şehri bir ara İD ile El Nusra'nın eline geçmiş, örgütler bu sırada 21 Lübnan askerini esir almışlardı. (Şu ana kadar bunlardan kesinlikle üçü, muhtemelen dördü öldürüldü.)

24 Eylül 2014 Çarşamba

Rehinelerin bekletilmesi neyi kanıtlar?

İD'in elinden kurtulan rehinelerden Gaziantepli özel harekât polisi Veysel Can'ın Diken'e anlattıkları, kurtarma operasyonunu hükümetin iddia ettiği gibi MİT'in yapmadığına delil sayıldı. Çünkü Can, "sınıra getirildik, MİT'e haber verilmediği için dört saat bekletildik" dedi. Bu sözlerden, iki farklı iddia türetildi: (1) Operasyonu CIA yaptı, (2) Rehineleri İD serbest bıraktı.

Fakat üçüncü bir ihtimal daha var: Resmî versiyon. Rehinelerin sınırda neden dört saat bekletildiğine ilişkin resmî açıklama, Özel Harekât'çı Veysel Can'ın sözleriyle kesin yalanlanmış olmuyor. Bu açıklama şöyleydi hatırlarsanız: İD rehineleri getiriyor, ancak rehinelere karşılık İD'e teslim edilecek 50 kadar tutsak Tevhid Tugayı tarafından aynı anda getirilmediği için İD Türk rehineleri dört saat daha elinde tutuyor. Buradaki rehine değiştokuşunun üçlü bir yapısı var.

Buradan kime artı kime eksi puan çıkacak diye bakmadan söyleyebiliriz ki, bu ihtimal hâlâ, operasyonun MİT'ten bütünüyle habersiz yapılmış olması ihtimalinden daha güçlü.

Rehineler meselesinde yeni sorular

Deniz Zeyrek'in Hürriyet'teki haberinden anladığımız şunlar:

1. İD Türk rehineleri bıraktı, buna karşılık çok önemsediği 50 tutsağını kurtardı.

2. İD'e verilen 50 tutsak, Türkiye'nin elinde değildi; Türkiye'den hiçbir tutuklu-hükümlü, gözaltındaki şahıs vs. İD'e verilmedi.

3. Türk rehinelerin bırakılması karşılığında 50 tutsağı İD'e veren, Suriyeli bir başka silahlı örgüt, Liva El Tevhid veya Tevhid Tugayı.

4. Tevhid Tugayı'nın serbest bıraktığı tutsaklar arasında bilinen en önemli kişi, İD'in bu yılın başında öldürülen komutanlarından Hacı Bekir'in eşi. Hacı Bekir'in çocuklarının da bu tutsaklar arasında bulunduğu söyleniyor.

Hacı Bekir, Saddam'ın eski subaylarından. ABD işgalinden sonra El Kaide'ye katılmış. Kimileri El Kaide'nin Irak'taki gelişmesini en başta ona borçlu olduğunu ileri sürüyor. 2010'da Irak'ta meydana gelen çeşitli otel ve yabancı temsilcilik bombalamalarından sorumlu olduğu düşünülüyor. 2010'da Irak El Kaide'sinin lideri Abu Ömer Al-Bağdadi öldürüldükten sonra örgütün askerî konseyini yönettiği sanılıyor. İD'in ilk zamanlarında, örgütün "askerî beyni" olduğu ileri sürülüyor. 2014 Ocak'ında, rehine değiştokuşunda adı geçen Tevhid Tugayı örgütüyle girdiği çatışmada öldürülene kadar adı pek bilinen bir sima değil. Ama bunda bir gariplik olmadığı, çünkü İD'in üst düzey komutanları, liderleri hakkında zaten çok ketum davrandığı söyleniyor. Hacı Bekir'i İD konusunda ilginç kılan, sadece Baas'çı bir eski subay olarak Selefi örgütte yönetici oluşu değil. Hacı Bekir, şu andaki sözde halife Bağdadi'nin örgüt içindeki yükselişini sağlayan isim, iddiaya göre.

23 Eylül 2014 Salı

Hangi fotoğrafı kaldırayım, Berna Hanım?

Facebook'ta "Ümit Kıvanç" diye bir sayfa var. Hazırlayanı tanıyorum, ama sayfa üstünde benim hiçbir katkım, etkim yok; böyle bir sayfanın varolduğundan da sonradan haberim oldu. Bana ulaşmak amacıyla haftasonu bu sayfaya iki mesaj gönderilmiş, bana iletildi. İkisi de Berna Sürmen adlı bir hanımdan. İlki şöyle:

Sayın Kıvanç, Yürütmekte olduğunuz Koton reklam filmine karşı olan kampanyanızda, benim kızıma ait ve 3 sene çekimi yapılmış olan ve sadece mağaza içi panolarda kullanım hakkı bulunan bir fotoğraf karesini izinsiz kullanmaktasınız. 24 saat içinde zete.com ve kendi diğer bloglarınızdan bu fotonun kaldırılmaması halinde hakkınızda dava açacağımı bilgilerinize sunarım. Berna Sürmen

21 Eylül 2014 Pazar

Bir tahmin: Türkiye'ye "aracı" konumu?

Türkiye'nin Irak-Suriye politikası, genişletirsek Ortadoğu, özelleştirirsek İD politikası, önümüzdeki günlerde bütün hayatımızı şekillendirecek. Ancak şu an itibarıyla bu politika bir muamma. "Şunu şunun için yapıyorlar" diye ortaya atılan tezlerin hepsinin zıttı da yaklaşık ölçülerde akla yakın. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın BM Genel Kurulu için New York'a hareket etmeden önce söyledikleri arasında, bu konuda akıl yürütmemize yardımcı olabilecek sözler bulunabilir mi? Bakalım.

Önce İD'i tanıma-tanımama meselesi. Şu ana kadar, kendisiyle savaştığı için değil, sadece kendi mezhebinden-dininden olmadığı için öldürdüğü insan sayısı 7-8 bin civarında tahmin edilen, kendine "İslâm Devleti" diyen örgütün gayrıresmî bir web sitesi var, biliyorsunuz: takvahaber.net. (Türkiye'de bazın özgürlüğü, internet özgürlüğü yok diyen utansın valla!) Burada rehinelerin serbest kalışı, TC'nin İD'i "dolaylı yoldan da olsa tanıması" diye takdim edildi. TC'nin cumhurbaşkanı da rehine "operasyonu"nu "diplomasinin zaferi, siyasî pazarlığın zaferi" diye sunduğuna göre, birileri diplomatik-siyasî düzeyde muhatap alınmış olmalı. Bu elbette sadece rehineleri kurtarmak için girişilmiş bir manevra olabilir. İkinci bir ihtimal daha var; oraya doğru ilerleyelim.

Erdoğan'ın şu sözlerini hatırlayalım:
"Biz ağzımızdan çıkan kelimeleri seçtiysek, sebebi var. Cidde’de imza atmadıysak bunun içindi. NATO’da da benzer şekilde; 'Lojistik destek veririz ama başka türlü olmaz' dedik. Bundan sonrası ayrı mesele. Sayın Başbakan ile görüştüm, 'Çalışma yapın' dedim. Biz de BM’de değerlendireceğiz. Ondan sonra nasıl bir tavır alacağımızı belirleyeceğiz."

Ne demek istiyor?

Rehineler meselesi - Bilebildiklerimiz

20 Eylül'ü 21'ine bağlayan geceyarısı itibarıyla, 46 rehinenin İD'in elinden nasıl kurtulduğuna dair pek az şey biliyoruz. Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın hışmını üzerine çekmeyi göze alarak -ya da tehlikenin bilincinde olmaksızın- hadiseye şöyle bir başlığı uygun gördü: "Ankara, rehinelerin nasıl kurtarıldığını açıklamıyor" ("Ankara schweigt über Umstände der Geiselbefreiung" - birebir çevirisi bu değil, aynı başlığı Türkçe atsak herhalde böyle atardık). Vice News da rehinelerin bırakılma koşullarını "esrarengiz" diye niteledi ("Islamic State Releases 49 Turkish Hostages While Fate of British Aid Worker Remains Unclear").

[ EK/24 EYLÜL/02:10 - Bu eki tam 24 saat önce yapmalıydım. Hattâ, biraz cevvaliyet gösterseydim, Deniz Zeyrek'in Hürriyet'teki haberinde verilen çok önemli bilginin bir ihtimal olarak sözünü dahi edebilir, blogçuluğa birkaç puan kazandırabildim. Sözkonusu haber, rehineleri bırakması karşılığında İD'e verilen "şey"in, İD için çok önemli olan bazı tutsaklar olduğunun doğrulanması gibi. Ancak bu tutsaklar, Türkiye'nin elindeki bazı tutuklu İD militanları vs. değil. Müslüman Kardeşler bağlantılı Suriyeli örgüt Tevhid Tugayı'nın elindeki bazı kişiler. Bunların arasında, El Kaide üzerinden İD'e katılan ve çok önemli bir sima olan (bu yılın başında çatışmada öldürülen) Hacı Bekir'in eşi ve çocukları da var. Bu haberi buraya olduğu gibi aktarmam doğru olmaz, bu yüzden lütfen tıklayın ve okuyun. Benim biraz gayret biraz da tesadüf sonucu ulaştığım bilgi ise şuydu: Hacı Bekir'in eşi, İD'in (IŞİD) EL Kaide'den kopuş ve kuruluş aşamalarına ilişkin önemli sırlara vakıf bir insan, bu yüzden ortalıkta dolaşması İD için potansiyel tehlike arz ediyor. Tehlike kısmını bilemem, ama belli ki bu kadının özel bir konumu var.

[ EK/22 EYLÜL/02:40 - Dünya basınından konuya dair önemli başlıkları, yorumları aktarmaya niyetlendim, ama vazgeçmek zorunda kaldım, çünkü bir sağanak var. Hemen herkes, rehinelerin hangi koşullarda serbest kaldığını anlamaya çalışıyor ve Ankara'nın dişe dokunur tek ayrıntı veremeyişinden hareketle ya "esrarengiz"lik motifine varıyor ya da sözü "o halde TC'nin İD'le karanlık birtakım işleri-ilişkileri var"a getiriyor. Görünen o ki, bu sağanak sürecek ve Türkiye'deki yabancı basın muhabirlerini linç tehlikesiyle yüzyüze bırakarak önlenemeyecek. Bu karanlığın bir sonucu da şu olacak: Batı basınının belli başlı yayın organları muhabirlerini rehine meselesinin üzerine salacak. Tabiî mâkûl bir süre içerisinde tatminkâr birşeyler öğrenilemezse. ]

Bildiklerimizi ve düşünebildiklerimizi derleyip toplamaya çalışıyorum. (BBC Türkçe'nin değerli hizmetinden yararlanıyor ve buradaki birçok ayrıntıyı, 20 Eylül günü yaklaşık saat 20.00'ye kadar rehinelerle ilgili haberleri, yorumları topladıkları sayfadan aktarıyorum: "Rehineler serbest, Türkiye IŞİD'e karşı koalisyona katılacak mı?" Başka kaynak belirtmiyorsam kaynak BBC Türkçe'nin bu sayfasıdır.) Bundan sonra edinebileceğim bilgileri veya düşünebileceğim bağlantıları bu yazıya ekleyerek devam edeceğim. Evet, eldekiler şunlar:

[ EK/21 EYLÜL/15:45 - Cumhurbaşkanı Erdoğan basın toplantısında, "Velev ki takas oldu," dedi. TC'nin İD'e rehineler karşılığında, elindeki birilerini, İD için önemli birilerini verdiği anlaşılıyor. Bunu bütün maddelerden önceye, buraya almak zorunluydu. Ayrıntı öğrenirsek ekleyeceğim. ]

[ EK/23 EYLÜL/03:35 - Cumhurbaşkanı Erdoğan, New York'ta, Dış İlişkiler Konseyi'nde konuştu, rehinelerle ilgili soruya cevap verirken şunları söyledi: "Bu operasyonda parasal hiçbir ilişki kesinlikle olmamıştır. Bu işin en açık yanıdır. Bunun dışındaki yanına gelince... Bazıları 'Takas yaptılar' dedi. Yeri gelir takas da yapılır. Ama ona hazırlanmak ayrı bir maharettir. Bu tür adımlarla bu sağlanmıştır. Bir tane esiri için bin 500 rehineyi veren İsrail'e bu soruyu sordular mı, onu merak ediyorum. Bin 500 rehine verdi, sadece bir askerini alabilirmek için. Demek ki olabiliyormuş." Erdoğan'ın dedikleri biraz aydınlatıcı, ama yeni sorular da doğuruyor: "takasa hazırlanma" ne demek meselâ? ]

1. Hernekadar Cumhurbaşkanı Erdoğan rehinelerin kurtuluşuna ilişkin resmî açıklamasında mütemadiyen "operasyon" kavramını kullandıysa ve muhtemelen mâkûl dozda kahramanlık da içeren bir kurtarma eylemini çağrıştırmaya çalıştıysa da, ortada "görevimiz tehlike" tarzı böyle bir operasyon yok. İD'e rağmen rehineleri bulundukları yerden kurtarıp, bütünüyle İD'in denetimindeki topraklardan geçirip Türkiye'ye getirmek zaten imkânsız denecek kadar zor olurdu.

2. Zaten, BBC Türkçe muhabiri Sinan Onuş'un da dikkat çektiği üzre, cumhurbaşkanının "operasyon" vurgusuna karşılık Başbakan Davutoğlu'nun vurgu yaptığı kavramlar "çalışma" ve "temas". ESki MİT Müsteşarı Cevat Öneş, "Sayın başbakanımızın açıkladığı şekilde, yani temas ve müzakere yoluyla alındığı anlaşılıyor," diyor. "Olayın gelişimi de bunu gösteriyor. Sanırım yerel kaynaklar kullanılarak böylesine bir mutlu sonuç alındı." Hürriyet'ten Uğur Ergan'ın haberine göre rehineler "değişik kanallar üzerinden yürütülen müzakereler sonucu ikna yönemiyle" kurtarıldı. Murat Yetkin'in, "istihbarat ve diplomasi kaynakları"yla görüşerek yazdığı yazıya ("49 rehine IŞİD'den nasıl kurtarıldı? İşte ilk ayrıntılar") göre, "IŞİD rehineleri Türkiye'ye vermeyi kabul etti." Buna rağmen Yetkin "operasyon" ifadesini kullanılıyor; ancak şöyle bir içerikle: "Kurtarma operasyonunda çevre koruma tedbirleri dışında silahlı güç kullanılmadı. Dolayısıyla bir baskın, çatışma olmadı. Bu bir istihbarat operasyonuydu." Ve Anadolu Ajansı'na göre bu operasyonu MİT Dış Operasyonlar Daire Başkanlığı yürüttü. Tayyip Erdoğan'ın son baş düşmanı New York Times'ın görüştüğü bir "üst düzey ABD yetkilisi", TC yetkililerinin "operasyon tamamen millîdir, kimseden yardım alınmadı" iddiasını doğruluyor: "...rehinelerin dönüşünü garantilemeden önce Türkiye ABD'ye bilgi vermedi, ABD'den, rehinelerin bırakılışıyla bağlantılı herhangi bir özel askerî yardım talep etmedi" ("Turkey Welcomes Return of Hostages Held in Iraq").

20 Eylül 2014 Cumartesi

Diren Kobanê ...kim..? seninle?

19 Eylül'ü 20'sine bağlayan gece, Suriye-Türkiye sınırının dibindeki Kobanê'de "İslâm Devleti"nin saldırısı sürüyor. Bu acımasız örgütün önünden kaçıp Türkiye sınırına yığılan binlerce kişiye sınır gün içinde nihayet açıldı, içeri alındılar, iyi kötü biryerlere yerleştirildiler. [ EK/20 EYLÜL: Hükümet yetkilileri sayının 60 bini bulduğunu, Kürt gazeteciler 7-8 bin civarında olduğunu söylüyorlar. ] 20 kadar köyün aşırı zayiat vermemek için terk edildiği İD'e karşı Kobanê'de sadece YPG savaşıyor. Gece, HPG gerillalarından oluşan takviye güçler onlara katıldı. Bunun dışında da Suriye Kürtlerine yardım eden kimse yok. İD'e karşı ABD önderliğinde kurulan, resmî söyleme göre 40 devletli uluslararası koalisyon, somut adım atmak şöyle dursun, doğru dürüst açıklama bile yapmadı. Türkiye Cumhuriyeti için ise, anlaşılan, öncelik taşıyan, İD tehlikesi değil, Kürt fobisi. Öyle görünüyor ki, özellikle Rojava'daki "devrim düzeni", Ankara'nın Kürt korkusunun üzerine tüy dikiyor. Bu yüzden, başa akıl almaz belalar açabilecek "tampon bölge" fikirleriyle oynanıyor.

Yani diyebiliriz ki, Yeni Türkiye'ci cumhurbaşkanı ile Yeni Osmanlı'cı başbakanın sınır boyuna ilişkin politikası, bütünüyle "Eski Türkiye"nin o hem atgözlüklü hem kompleksli güvenlik zihniyetiyle şekillendiriliyor. Kürt fobisinin bu zihniyetin merkezî unsurlarından olduğunu hatırlatmak bile gereksiz.

Muhalefetin halindeki tuhaflıklara gelelim.

19 Eylül 2014 Cuma

Şu anda acil cevap bekleyen sorular

Bir an önce, yetkili resmî ağızlardan, net ve inandırıcı şekilde cevaplanması zorunlu olan sorular birikiyor. Basının iktidar propaganda mekanizmasına dahil bölümünden doğru bilgi alma ihtimalimiz bulunmadığı gibi, bunun dışındaki kısma da pek zor güvenebileceğiz. Zira konu Kürtler. Eğer hükümet Kürtleri bıçağın kemiğe dayanacağı noktaya kadar sıkıştırıp bundan birtakım somut "kazanımlar" elde etmeyi planlıyorsa, sanırım buna Hürriyet gazetesi veya Cemaat yayın organlarının tek itirazı, "niye kemiğe de sokmadın?" olur. Ne yazık ki, bölgeden bilgiler aktaran yerel kaynakların da büyük bölümü -bir savaşın tarafı oldukları için- yüzde yüz güvenilir değiller. İD'in (hattâ TC'nin) işine yarayacağını varsaydıkları olguları gözden uzak tutacaklardır. Genellikle insanların kızdığı, bir lüks madde veya gereksiz kapris muamelesi yaptığı hakikat arayışı, yani aslında gazetecilik diye bir mesleğe duyulan sahici ihtiyaç işte böyle zamanlarda kendini fena hissettiriyor.

Tekrarlıyorum: aşağıdaki soruların bir an önce yetkili bir ağız tarafından, net ve inandırıcı şekilde cevaplanması zorunlu. Gazeteci arkadaşları bunların peşine düşmeye çağırıyorum.

• YPG'nin esir aldığı İD'çilerin arasında Türkiye doğumlu olanlar var mı? (Bir yerde dört Trabzonlu, başka bir yerde üç Trabzonlu, bir Bartınlı olduğu iddia ediliyor.)

• Gece bir Türk treninin Akçakale'de (Tel Ebyaz karşısında) istasyonun bulunmadığı bir yerde durduğu ve buradan İD'e birtakım sandıkların aktarıldığı iddiası doğru mu? (Trenyolunun başka zamanlarda da İD'e yardım için kullanıldığı ileri sürülüyor.)

• Suriye topraklarının İD denetimindeki bölgelerinde veya Kobanê civarında herhangi bir Türk askerî aracı (personel taşıyıcı veya herhangi bir başka zırhlı araç, akrep, tank) var mı? Meselâ Agbaş köyünde beş zırhlı araç?

• Kobanê ve civarındaki İD'çilerin arasında eski Türk Özel Tim elemanlarının bulunduğu doğru mu? (HDP Muş milletvekili Demir Çelik'in Meclis'te basın toplantısı düzenleyerek ortaya attığı iddia.)

• Henüz üç gün önce Türkiye'den Suriye'ye İD'çiler geçti mi? (1500 kişiye kadar çıkan iddialar var. Tren iddiasının, Tel Ebyaz'a savaşçı aktarılmasını kapsayan bir versiyonu da var.)

• İD komutanı Muhammed Ali R.'nin 7 Ağustos'ta -yani 49 TC vatandaşı İD'in elinde rehineyken!- Mersin'de bir özel hastanenin 323 no'lu odasında tedavi gördüğünü, bu sırada korumalarının etrafta tedbir aldığını ileri süren hemşire E.G.'nin söyledikleri doğru mu? ("Turkish Nurse: 'I Am Sick of Treating Wounded ISIL Militants'")

Bunlar çok ciddi iddialar. Duymazlıktan gelinemez, yokmuş gibi davranılamaz.

Zirvenin karanlığı

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, artık her salı Meclis'teki grup toplantısında esip savuramayışının acısını çeşitli fırsatlar bulup çıkaracağı benziyor. TÜSİAD İstişare Kurulu toplantısına katılan cumhurbaşkanının konuşmasından kelimeler seçip ardarda dizdim. Kaynağım, T24'ün "Cumhurbaşkanı Erdoğan, TÜSİAD'da Mustafa Koç'un 'ananas' ve 'tespih' konuşmalarıyla Gülen cemaatine yüklendi" başlıklı haberi:


Gezi olayları ... dik durmasaydık ... darbe girişimi ... bazılarının paralel yapıyı açık açık desteklediğini ... darbe girişimi ... eski Türkiye'yi diriltme girişimi ... Faiz lobileri ... dönemin başbakanı ... ihanet çetelerini ... ABD medyasında 3 haber çıktı diye ... ihanet şebekelerine ... bu kervan yürümeye devam edecek ... paralel şebeke ve destekçisi uluslararası medya ... Eski Türkiye ... Siyaseten deviremedik, ekonomik olarak devirelim mantığı ... Her türlü algı operasyonu ... hukuk sistemine sızmış paralel yapı ... manidar ... o banka şu anda batmış zaten ... vatandaş, istediği şekilde kalkıp yürüyüş miting yapamaz ... Paralel ihanet çetesi ... bu ülkede başörtüsü yasağı ... benim baş örtülü kardeşim ... Kutuplaşma deniliyor ... Gezi ve paralel yapıya destek veren yapılar ... İçeride ve dışarıdaki medya kuruluşları, STK'ları kimlerin fonladığını tek tek ... Halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı olarak ... 2023 hedeflerine...

17 Eylül 2014 Çarşamba

Pedagoji Derneği'nin Koton'a mektubu

Pedagoji Derneği, hayırlı bir iş yaparak, Koton firmasına, "Çocuk kafası çocuk modası" reklamını "birkaç açıdan sakıncalı" bulduğunu bildirmiş ve reklamın kaldırılmasını "temenni etmiş". "Koton yetkililerine mektup!"ta dernek, gördüğü sakıncaları dört maddede sıralamış.

Dernek, "çocukların yetişkinler gibi algılanmasını sağlamaya yönelik makyajlar, takılar" vs. konusuna işaret ediyor ve, "çocuk istismarı ve pedofilinin arttığı bir dönemde, özellikle kız çocuklarını yetişkin kıyafetleri ve hareketleri ile gösterme"nin tehlikesine dikkat çekiyor, yerden göğe haklı olarak. Sonra, "moda" kavramının çocukların dünyasına ve gündemine sokulması üzerinde duruyor. Pedagoji Derneği'ne göre bu, "çocukların ruhsal gelişimine zarar veriyor". Uzman değilim ama derneğin haklılığından yana şüphem yok. Bunun ardından, Koton reklamının temel motifleri, "ayrıcalıklı" olma, "tarz sahibi" olma rezillikleri -dernek mektubunda böyle denmiyor, onlar benim kadar kaba değiller- konu ediliyor. Çocukları, hele kıyafetleri üzerinden "ayrıcalıklı-tarz sahibi" etmeye çalışmanın, ufaklıklara "narsizm-özseverlik tohumları aşılamanın" yanlışlığını ortaya koyuyor dernek.

Bunlara diyecek tek söz olamaz. Ancak sözkonusu Koton reklamında "çocukların ticarî kaygılara alet edildiği izleniminin uyandığı" ifadesi, olayımızın cereyan ettiği alan gözönüne alınırsa, naif ötesi kaçıyor. Koton yetkilileri derneğe sorabilir: Reklamdan bahsediyoruz burada, malımızı satmaktan bahsediyoruz; başka nasıl bir izlenim uyanacaktı? Sert soru. Açıklayacağım. Önce bir-iki şey daha aktarayım.

İD ve Müslümanlar - bir izah

Ortadoğu'yu kana bulayan ve milyonlarca müslümanın gözünün içine baka baka kendine "İslâm Devleti" adını veren katiller-tecavüzcüler örgütü hakkında şu andaki hükümetimiz bütünüyle saçmalıyor. Rehineler bahane olamaz. İnsan hoşnutsuzluğunu, onaylamadığını diplomatik üslûpla da her fırsatta belli edebilir; etmiyorlar. Ben de açıkçası, insanî bakımdan bunu pek dert etmiyorum. Hükümetimiz, şu ya da bu çıkarı için, hattâ mensuplarının maddî çıkarları için, dinin "yüce" sayılan değerleri dahil hiçbir şeyi çiğnemekten kaçınmayacağını defalarca ortaya koydu.

Benim derdim, kendilerinden insanlık beklediğim Müslümanlarla. İD'in icraatına İslâm'ın dayanak olamayacağını yüksek bir sesle ve tereddütsüz haykırmalarını bekliyorum. İD'in kendilerini kirlettiğini fark etmiyorlar mı? Bilemiyorum. İcabında, parçası oldukları dindar çoğunluğun tepkilerini çekmeyi de göze alarak, insan hakları konularında gereken tavırları göstermiş istisna insanların dedikleri, eyledikleri sayılmaz. Çünkü çoğunluk hiçbir durumda onları onaylamıyor. Müslüman çoğunluğun İD konusunda takınacağı tavır, sadece İslâm'ın yakın gelecekteki algılanışını şekillendirmekle kalmayacak. Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerin, toplumların nasıl yaşayacağını da belirleyecek.

İkinci olarak, eğer İD bir insanlık meselesiyse, bunun insanca halledilme şekli, Amerikan jetlerinin İD militanlarını bombalayarak parça parça etmesi değildir. Eğer İD dışındaki Müslüman çoğunluklar bu oluşumu, ideolojisini ve pratiğini reddederlerse, o zaman İslâm adına işlenen suçlar son bulur, bunların zemini dağıtılmış olur. Başka hiçbir çözüm, bunun kadar sağlıklı ve kalıcı olamaz.

Bu yüzden, Müslümanları bu konuda tavır almaya çağırıyorum. Kimim ki bunu yapıyorum? Dindar dahi olmayan bir insanım. Müslümanlık deyince İD'in katillerini değil babaannemi hatırlamak isteyen herhangi bir bireyim. Dine kategorik olarak kötü gözle bakmayan bir sosyalistim. Stalin'in hesabı verilemediği için, bir vakit yüz milyonlarca insanın umut ışığı olmuş sosyalizm nasıl marjinalleşti, etkisizleşti, acısını çekerek yaşamış biriyim. Yetkim yok, iktidarım yok. Kimseyi zorlayamayacağım için haddimi de aştığımı sanmıyorum. Alt tarafı, "saçmalamış" der, geçersiniz. Ufak bir ihtimalle de, "bu herif ne geveliyor ağzında?" diyerek konuya aynadan değil başka bir pencereden bakmayı deneyebilirsiniz. Yoksa dibe sürükleniyoruz hep beraber.

* * * * * * * * * * * * * * * * * *

[ NOT: Bu yazıyı yayımladıktan sonra, Müslümanların İD'i kınadığı üç ayrı olaydan haberdar oldum:
• Fethullah Gülen, öndegelen Amerikan gazetelerine ilân vererek, İD ile birlikte, El Kaide ve Boko Haram'ı da "lanetledi".
• Almanya'da "Müslümanlar Konseyi", bir kınama açıklaması yaptı, "teröristler İslâm adına konuşamaz" dedi..
• En ilginci, İstanbul'da bir belediye otobüsünde genç bir adam, yolculara İD'in İslâm'ı temsil etmediğini anlattı. ]

16 Eylül 2014 Salı

Koton'un özür borcu var, hem de çok

Koton firması, reklam filmini bu blogta, "Kötülüğün minik masum halleri" yazımda ele aldığım son reklam kampanyasına karşı yükselen tepkileri (imza kampanyasını) güya dikkate almış ve şu açıklamayı yapmış:
Koton müşterilerini dinlemeyi ve onların görüşleriyle uygun şekilde hareket etmeyi ilke edinmiş ve bugünlere bu yaklaşımla başarılı bir şekilde gelmiştir. Son reklam kampanyamızda kullandığımız ve imza kampanyanızda bahsi geçen sloganımızı dün akşam itibarıyla iletişim faaliyetlerimizden çıkardığımızı ve bu sloganı içeren billboardları değiştirdiğimizi bilgilerinize sunarız. Müşterilerimizin görüş ve istekleri Koton için her zaman yönlendirici olmaya devam edecektir. Saygıyla duyururuz.
Ne anlıyoruz açıklamadan: (1) Koton hep müşterilerin görüşlerine uygun davranırmış, (2) Son reklam kampanyasındaki sloganı (herhalde "moda neyse onu giyerim" küstahlığından bahsediyorlar) kaldırmışlar, billboard'ları değiştirmişler, (3) Müşterilerin görüşleri firma için hep önemli olacakmış.

Pek güzel. Türkiye şartlarında elbette, hiç yoktan iyidir, denebilecek bir durum. İyi de, mesele o slogandan mı ibaret? Burada tekrarlamayayım, Koton'un reklam filmini ele aldığım yazıyı lütfen okuyun. Geri çekilmesi, düzeltilmesi gereken vahamet bir değil iki değil.

Firma bütün bir içeriği koruyup tek sloganı kaldırmakla ortalığa saçtığı pisliği temizlemiş sayılamaz. O reklam filmini kaldırmaları bile yetmez. Alenen özür dilemeleri gerekir. Çok marifetleri var, kendilerini konu etmeyi sürdürebiliriz hep beraber. Umarım kızları hakkındaki gelecek planları "vitrine koymak" olmayan anababalar bu vesileyle sadece Koton'a değil, kız çocuklarının "küçük kadın" olarak sunulduğu, çocukların kötülüğe ve alışverişçiliğe kışkırtıldığı her türlü reklama karşı doğru dürüst hassasiyet gösterirler.. Bakın, meselâ şu, Koton'un bir reklam fotoğrafı:


Bu nasıl bir çocuk giyimi reklamı? Alışverişten dönüyor olmalı. Kim? Bu bir kız çocuğu fotoğrafı mı, "küçük kadın" fotoğrafı mı? Bu cins reklamları masumane görenler ve bunların toplum -meselâ ergen erkek çocukları- üzerindeki etkilerini küçümseyenler idraksiz, kavrayışsızdır. Bunları üretenler, bunlardan çıkar sağlayanlar, sadece idraksiz, kavrayışsız değil, sorumsuzdur. Alışverişten dönen küçük kadın imajı size yeterli görünmediyse, buyurun:


Sağda başka bir firmanın genç giyimi reklamı. Sağdakini artık ezbere biliyoruz: İki kız iki oğlan formülü. Sevgili olduklarını, dört gençle değil iki çiftle karşı karşıya olduğumuzu anlatan el-kol, temas, pozlar, vs. En azından bu kadar çok tekrarlandığı için yavan görünüyor, bu tür fotoğraflardaki gençlerin yüz ifadeleri ve vücut dillerinin sınıfsallığı da başlıbaşına mevzu falan, ama sonuçta "kazık kadar gençler, ne halt istiyorlarsa ederler" deyip kapatabileceğimiz bir konu. Soldakiyse, Koton'un çocuk giyimi reklamı. Tam da sağdaki dörtlüye özendiren, onu hatırlatan bir fotoğraf. Burada da iki çift var, farkındaysanız. Çiftlerin ilişkisinin ve soldaki kızın pozunun "çocuk" fotoğrafı sınırlarına yaklaşmasına ama onu aşmamasına özen gösterilmiş. Soldaki oğlanımız yeterince cool ve bunun ödülünü alıyor, gördüğümüz gibi.

Soru şudur: Ne âlemi var? Bu çocukları bu yaşlarda bu rollere itince, cinselliği uyanmış ve bunu yaşayabilecek yaşlardaki gençlerle aralarındaki mesafeyi böyle kısaltınca buradan nasıl sonuçlar doğmasını bekliyoruz? Daha çok pantolon ve etek satmayı mı? Pardon, bir de güneş gözlüğü! Yani daha çok para kazanmayı.

Soldaki fotoğraftaki kıza bu pozu verdiren kimdir? "Ayy, kendi veriyor, ne şirin!" ekolüyle hesaplaşmam buraya sığmaz, onu erteliyorum. Bu kızın yüz ifadesi, tavrı, edâsı, her şeyi size normal, sağlıklı görünüyor mu?

Koton firması ve reklamcısı, şüphesiz çocukların piyasa çarkına kurban edildiği bu vicdansızlık alanının tek suçluları değil. Üstelik burada, bu çocukların aileleri de suça ortak. O kadar çok yönden sorunlu ki çocukların bu şekilde "kullanılması", hangi birinden sözedeceğimi şaşırıyorum. Bu yüzden şimdilik burada kesiyorum. Bu fotoğraflara biraz uzunca bakıp duyduğum rahatsızlığı paylaşırsanız şu an için amacıma ulaşmış olacağım. Bir de tabiî, Koton'u o korkunç kampanyasından vazgeçirmek, bir ibret belgesi oluşturmak anlamına gelecek.

14 Eylül 2014 Pazar


Şu anda bütün camilerde hocalar telaş içerisinde olmalıydı. "Hayır, bunlar asla bizden değildir!" vaazları vermeliydiler kaygıyla. Diyanet hutbeler hazırlamalıydı. Birçok şehirde peşpeşe protesto gösterileri yapılmalıydı. "Dinimizi kullanarak bu korkunç işleri yapamazsınız!" diye haykırılmalıydı. Bunun yerine, Twitter'da, "kafa kesmek caiz midir" tartışması yapılıyor. Yakarsan olmaz, yakmak Allah'a mahsustur, fakat kafa kesilebilir. Peki hangi durumda kesilir?.. Anlayabildiğim kadarıyla, pek az istisna dışında, Müslümanlar olan bitenin hâlâ farkında değiller. Koskoca bir dinden merhamet çıkarılıp atılıyor, vicdan neredeyse suç aleti sayılmak üzere, dünyevî kudret, tahakküm, eline şöyle ya da böyle iktidar geçiren Müslümanın varoluşunun başlıca amacı oluyor; bugün çizilen resimleri silmeye kuşaklar yetmeyecek; gel gör ki, dini her şeyden üstün tuttuğunu iddia eden milyonlarca insanın umurunda değil. Herkes mi sadece Türkiye'de bir süre daha iktidarı elde tutma derdinde? Davutoğlu şunu yaptı, Erdoğan bunu yapmadı meselesinden falan sözetmiyoruz. Hesabı verilemeyecek ne çok şeyin biriktiğini -yine istisnalar dışında- sadece Müslümanlar mı görmüyor? Düşünün, kendine "İslâm Devleti" diyebilen bir örgütün elinden bu ismi almaya kalkışan dahi yok. Hile yapıp önceki ismini söyleyince hakikat değişmiyor; o ismi de onlar takmıştı kendilerine. Azıcık öteye geçip oradan İslâm âlemine bakan, kendisine doğru uzatılmış bıçağı görüyor. Bunun haksızlık olduğunu kabul ettirebilmek için, o bıçağı o herifin elinden çekip alabilmelisiniz. Var mı bu yönde bir gayrete şahit olan? O bıçak sizi temsil eden bir simge. bir ikon haline geliyor. Engel olmayacak mısınız?

12 Eylül 2014 Cuma

Kötülüğün minik masum halleri

Koton firması, daha doğrusu cinfikirli reklamcıları, kapitalizmin insan ruhuna yapabileceği kötülüklerin kısacık bir özetini çıkarıp bunu bir reklam filmiyle nasıl anlatırız, demişler; ve başarılı olmuşlar. Şuradan izleyebileceğiniz reklam, bencil yetişkinlerin birbirlerinin gözünü oyduğu, insanlar arası hiyerarşinin doğuştan ve mutlak sayıldığı, korkunç bir gelecek istiyorsak, yararlanabileceğimiz bir eğitim malzemesi sayılabilir.

Film oğlanın doğumuyla başlıyor: "O, doğduğunda ağlamadı doktora çak yaptı." Annesine değil, doktora. İşi kimin bitirdiğini biliyor, uyanık çocuk. Ve başka bir şey değil "çak" yapıyor. Cool ya. Meselâ annesini öpmüyor veya "iyi becerdik bu işi" anlamında ona çak yapmıyor. Çünkü o doğuştan birey. Bir tek konu dışında kimseye ihtiyacı olmadığını zaten göreceğiz.

"Yürümeye karar verdiğinde ilk adımını herkes gibi atmak istemedi; ayakkabılarını giydi." Reklamın teması, bu ikinci basamakta ortaya çıkıyor: "Herkes gibi" olmamak. Bonus olarak, ayakkabı giyme var. Aksini düşünürsek meseleyi anlarız: "Herkes gibi olmak istemedi, ayakkabılarını fırlatıp attı, çıplak ayakla dolaştı" olsaydı söylenen? Mağazalardan uzaklaştığımız başka bir âleme geçerdik. (Tabiî reklamcılar bunu da başka bir amaçla kullanıyor değillerse.) Oysa şimdi, "herkes gibi olmamak" için ayakkabısını giyiyor oğlan. Yani onun herkes gibi olmaması için annesinin bir mağazaya çoktan girip çıkmış olması gerekiyor.

"Aradan uzun yıllar" geçiyor, oğlumuz "tarzını hep koruyor". "Gezmelerde teyzelerin elini öpüyor, ama centilmence öpüyor." Niye? "Herkes gibi" olmak istemiyor, bu yüzden, pek çok yetişkinin yaptığı bir şeyi mi yapıyor? Değil elbette. Bizim ufaklık aslında çocuk gibi olmak istemiyor.

Nitekim "ve okula başladı" aşamasında, ilk iş, yaşıtı bir kıza sarkarken görüyoruz oğlumuzu; burada reklamcımız muhteşem kelime oyununu devreye sokuyor: "daha okumadan yazmayı öğrendi". Oğlumuz kıza yazdı, güzel. İkisi de henüz böyle bir "yazma"dan uzak bulunmaları gereken yaştalar, ama ne gam! Onlar böyle yaptığı için, ben de "sarkıyor" diye anlatabiliyorum. Ve biz burada minicik çocuklardan bahsediyoruz.

11 Eylül 2014 Perşembe

Toplantıda var, imzası yok - flaş diye buna derim

ABD'nin İD'e karşı savaş için biraraya getirmeye çalıştığı koalisyonun Ortadoğulu üyeleri Suudi Arabistan'ın Cidde şehrinde toplandı ve elbette esas mevzularını görüşüp karara bağlamanın yanısıra, belki de Türkiye'nin bölgedeki ve dünyadaki konumunu yeniden düşünmeyi gerektirecek bir manzara yarattılar: Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Katar, Umman, Mısır, Irak, Ürdün, Lübnan ve ABD'nin yeraldığı toplantıda Türkiye de temsil edildiği halde, sonuç bildirgesinde adı yeralmadı. (Alman gazetesi Die Zeit Türkiye'nin "sadece insanî tedbirler" kapsamında koalisyona katılacağını yazdı, ama bunu kime, neye dayandırdığını belirtmedi.)

Obama'nın konuşmasından sonra

Amerikalılar için 10 Eylül de bundan böyle sık anılan bir tarih olacak. ABD Başkanı Barack Obama'nın "strateji ilânı" nedeniyle. (Saat farkından ötürü, bize göre 11 Eylül.) Obama, devletinin "geniş bir koalisyona öncülük" yaparak, "IŞİD'i yok edeceğini" duyurdu. Bundan böyle uzunca bir dönem, -eğer başka yerlere yayılmazsa- Irak ve Suriye'de "İslâm Devleti"ne karşı savaş ve İD'in buna karşı muhtemelen artırarak sürdüreceği caniyane eylemlere ilişkin haberlerle yaşayacağız. Vaziyet öyle gelişmelere gebe ki, işin İD ile ilgili kısmı zamanla ayrıntı düzeyine bile inebilir.

Obama'nın konuşmasından sonra ortaya çıkan durumu, içerdiği tehlike ve çözüm potansiyelleriyle birlikte ortaya dökelim, bundan sonrasında izlerken hepimize faydası olacak bir kılavuz ortaya çıksın. (Burada derleyip toparlayacaklarım, şüphesiz, bölgeyi uzun zamandır izleyen, daha bilgili ve uzman gazetecilerin yazdıklarıyla tamamlanmalıdır.)

1. Batı ile Müslümanlar

Obama, konuşmasının hemen başında, "IŞİD"in kendine "İslâm Devleti" adını takmaya hakkı olmadığını, çünkü bu örgütün ne İslâm ne de devlet olduğunu belirtti. Açıklamayı 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısının yıldönümüne bir gün kalaya, sembolik bir tarihe denk getirdiği için, "biz İslâm'a düşman değiliz" mesajı vermesi, 11 Eylül sonrasında Bush'un Batı dünyasını sürüklediği çatışmacı, fanatik tavırla farkını ortaya koyması anlamlıydı. Bunun pratik önemi var mı?

8 Eylül 2014 Pazartesi

Zizek de İslâm'ın gerçekliğinden bîhaber, anlaşılan

New York Times'ın 3 Eylül tarihli sayısında, "fikir" sayfalarında, günümüzün gözde düşünürü Slavoj Zizek'in Irak ve Suriye'yi kasıp kavuran "İslâm Devleti" (eski IŞİD) üzerine bir yazısı yayımlandı. Başlığın "IŞİD, Sahici Köktendinciliğin Rezil Edilmesidir" diye çevrilmesi bana mâkûl gözüküyor: "ISIS Is a Disgrace to True Fundamentalism". (Gerçi bir NYT okuru, yazının bazı bölümlerinin Zizek'in 2008'de yayımlanmış bir kitabından olduğu gibi alındığını bildirdi ve daha evvel yayımlanmış yazı basmak istemeyen gazete yöneticilerini epey öfkelendirmiş, Zizek'i de pek düşmek istemeyeceği bir duruma düşürmüş olması beklenecek ufak çaplı bir skandal çıktı - çıtlatıp geçeyim, burada konumuz değil.)

İnternet, akıllı telefon vs. çağının düşünürü Zizek, yazının bir yerinde, "Peki bu terörist köktendinciler sahiden terimin otantik anlamında köktendinci mi? Sahiden inanıyorlar mı?" diye soruyor ve kendi sorusuna cevaben, "Tibet rahiplerinden ABD'deki Amish'lere bütün otantik köktendincilerde kolaylıkla fark edilebilen bir şey"in İD militanlarında eksik olduğunu ileri sürüyor. Zizek'e göre sahici köktendinciler hırssız, garezsiz insanlardır ve kendileri gibi olmayanlara kızmazlar, "inanmayanların hayat tarzına karşı derin bir kayıtsızlık" içindedirler. "Bugünün sözde köktendincileri eğer sahiden Hakikat'e giden yolu bulduklarına inansalar," diyor Zizek, "neden inanmayanlarca tehdit edildiklerini hissetsinler ki?"

7 Eylül 2014 Pazar

Bu Kürt takıntısıyla yeriniz bellidir

Acaba Zekeriya Öz'ün faaliyetleri sadece kendisinin ihtiyaç duyup oturduğu yerden yürüttüğü işler mi, yoksa sahiden Cemaat üzerinden bağlantılı olduğu birilerinin halini tavrını da yansıtıyor mu? Savcı şimdi de "İhanet Süreci" (@ihanetsureci) adlı Twitter hesabının fantezi tweet'lerini yaymakla meşgûl.

Öz'ün aktardığı tweet'lerden birine göre "Doğubeyazıt'ta demokratik özerklik çalışmaları için" Kandil'den bir grup "özel olarak görevlendirilmiş". "Doğubeyazıt'ta demokratik özerklik çalışmaları" ne acaba? Bu böyle rastgele birtakım ilçelerde ayrı ayrı yürütülecek bir iş mi? Sonra, Doğubeyazıt'ta sanki kimse yok, Kandil'den özel bir grup görevlendiriyorlar. Ama kabul edelim ki, böyle söyleyince pek bir havalı oluyor; "Türkiye'ye karşı hain planlar - ın-ı-nıınnn!" falan...

Daha da fantezi yüklü olanı var: "PKK'nın IŞİD'e operasyon adı altında bölgedeki dini tarikat-cemaatleri hedef tahtasına oturmayı planladığını..." İnsanlar can derdinde, bütün Kürt silahlı güçleri "İslâm Devleti"nin katillerine karşı, ABD desteğinde, Irak ordusu ve Şii milislerle kâh işbirliği halinde kâh çekişerek savaşıyor, Savcı Öz'ün popülaritesini artırmaya çalıştığı hesap dindarları kışkırtma derdinde: "PKK dinî tarikatlere-cemaatlere saldıracak"! PKK'ye karşı yeni bir nefret kanalı açmaya çabalıyor, bir yandan da "İD'e sahip çıkın" demeye getiriyor.

6 Eylül 2014 Cumartesi

Lübnan'da da musibet yaklaşıyor

İD geçen haftaki Sünni Lübnanlı askerden sonra, bugün de Lübnanlı Şii bir askerin başını kesti, her zamanki gibi fotoğraflarıyla duyurdu. Kafa kesicilerin sünni-Şii ayırt etmeyişi, Lübnan ordusunu bütün olarak karşılarına almaya hazır oldukları yolunda yorumlanıyor. Lübnan halkı olacakları pasif bir tavırla oturup bekleme niyetinde değil. Ortalık karıştı. İnsanlar sokaklara döküldüler. Bazı Şii semtlerinde duvarlara afişler asıldı, Suriyeli mülteciler tehdit edildi. Kısaca, "Gidin!" dendi. Suriyeli mülteciler zaten bazı Hıristiyan şehirlerine alınmıyorlar. Bazı şehirlerde de Suriyelilere gece sokağa çıkma yasağı uygulanıyor. Gariban mülteciler için Türkiye'nin bazı şehirlerinden sonra Lübnan'daki sığınakları da cehenneme dönüşecek anlaşılan. 7 Eylül gecesi Suriyeli mültecilerin kaldığı çadırlar yakıldı. Buna bir de, İD'in bu ülkeye sızmak için sistemli faaliyet içerisinde bulunduğunu ve Suriyeli mültecilerin arasına gizlenerek yoğun tepki yaratacak kanlı eylemler yapabileceğini, yeni yeni askerleri ele geçirip kafa kesebileceğini vs. ekleyin! Ürkütücü...

Obama-Erdoğan görüşmesi - duyulmamış işler

Galler'deki NATO Zirvesi vesilesiyle ABD Başkanı Barack Obama ile TC Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan arasında yapılan görüşme belli ki diplomatik teamüller ve devletler arası ilişkilerin sınırlarını zorlamış.

Öncelikle, görüşmeden sonra Türk tarafının açıklama yapmaması tuhaftı. TC'nin İD'e yardımının sorun olup olmadığı, rehineler konusu, Kürtler konusu... herkesin izahat beklediği bir sürü başlık vardı. En azından "gereken yapılacak" cinsinden yuvarlak laflarla geçiştirebilirlerdi, ona bile kalkışılmadı. Neden sonra, Washington'da çalışan Türk gazeteci İlhan Tanır, Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Caitlin Hayden'dan gelen açıklamayı sitesine koydu da görüşmenin içeriğinden haberimiz oldu.

5 Eylül 2014 Cuma

Millet-i hakime'nin 6-7 Eylül'ü

Bize bebek arabası lazım değil ki. Bayrak lazım, Atatürk resmi lazım. Selanik'te "Ata'nın evi bombalandı" tezgahı çevirecek Millî İstihbarat Teşkilatı lazım. Ayağında doğru dürüst çarık olmayan köylüleri kamyonlara doldurup şehre, pırıl pırıl vitrinli dikkânlarıyla kimbilir nasıl bir şeytanî âlem kurmuş gâvurları kırmaya götüren Özel Harp Dairesi lazım. Asker vesayetine karşı ilk bayrağı açmış, fakat her nedense bir İttihatçı komitacının başkanlığında kurulmuş olan, İstanbul'u Türkleştirmek, Müslümanlaştırmak için uğraşan Demokrat Parti lazım. Devletin her ölümcül çağrısına bir kutsal şölene koşar gibi koşan insanlar lazım. Gâvurun malını yağmalarken tam bir iç huzuruyla, neşeyle davranan mütedeyyinler lazım. Başörtüsünü atmış, topukluları giymiş, Batı'ya doğru giderken, yağmalanan bir Rum'un mağazasından üstüne birşeyler bakan modern kadınlar lazım. Genç Cumhuriyet'in kravatlı ceketli afilli adamları lazım.


Fotoğraflar, Hakan Akçura'nın blogu Geçip de Kalanlar'dan. Eğer tıklayıp oraya giderseniz, bu fotoğrafın onlarca benzerini görecek, 6-7 Eylül pogromuna katılan "vatandaş"ların çeşitliliğine hayret edeceksiniz. Devlet kontrolunda yürüyen bir iş olduğu için ölü sayısı yaklaşık 15'le (tam bilinmiyor) sınırlı kalan, birkaç yüz yaralısı olan, "sadece" 200 kadar kadının tecavüze uğradığı bu korkunç hadise, Ermeni soykırımından sonra, Türk milletinin en büyük yüz karasıdır. Devlet örgütlemiş, millet cân-ı gönülden katılmıştır. Hattâ tecavüzleri tek tek askerin, polisin örgütlemediğinden emin dahi olabiliriz.


Bu pogrom ve özellikle Müslüman olmayan azınlıklara yönelik insanlık suçları, Türkiye'de demokrasi, insan hakları, özgürlük mücadelesi verenlerin gündemine hâlâ doğru dürüst giremedi. Hrant öldürüldükten sonra Ermeni soykırımı ve Rumlara yönelik etnik temizlik konularında bir miktar duyarlılık oluştu sayılır. Ancak bu konular hâlâ, sol hareketler ve sol muhalefet partileri nezdinde, demokrat-özgürlükçü cephenin esas tartışma konuları arasında yeralmıyor. Milletî hakime komplekslerinden kurtulamamış toplum çoğunluğunun bizzat kendi marifeti olan ya da katıldığı vahşet eylemlerine arkasını dönmesi Müslümanlığına halel getirmiyor, onu artık anladık da, Türkiye'de solun genel olarak Müslüman olmayan azınlıklara dair sorunlardaki hissizliğini nasıl açıklamalı? Bu işlerde hep örgütleyici olarak rol almış Kemalizmle kader birliğiyle mi? Anti-emperyalizm kılığına bürünmüş, ruhları zehirleyen bir tür milliyetçilikle mi? Yoksa basitçe, bugün bu mevzulardan önemli bir fayda/getiri umulmamasıyla mı?


6-7 Eylül'ü tertipleyen ordu (devlet) ve Demokrat Parti hükümeti, tahrikçi diye solcuları, komünistleri tutuklayıp olayı onların üstüne yıkmaya kalkmıştı. Bu bile Türkiye solu için 6-7 Eylül'ü unutmama-unutturmama gerekçesi olamadı - azınlıklar kimsenin umurunda değil anladık da...

Öncelikle sizden tepki beklenen bir konuda bu kadar sessiz kalırsanız, bir süre sonra kurbanlar size sadece duyarsız değil işbirlikçi gözüyle bakmaya başlar. Bir Ermeni soykırımı anmasını bile anca birkaç senedir, pek sınırlı bir katılımla (700-800 kişi), bir "sol" grubun sistematik sabotajı altında yapabiliyoruz. (Bu sistemli sabotaj, öteki sol gruplar için hiç mesele olmuyor.) 6-7 Eylül sanki yok gibi; pek az insan hatırlıyor, hatırlatmaya çabalıyor. Yakın tarihi Türkiye'ninki gibi, soykırımla, etnik temizlikle şekillenmiş bir ülkede solcuysanız ve bu insanlık suçlarıyla ilişkili yüzleşme meseleleri gündeminizin ilk sırasında değilse, size uygun isim hakikaten "ulusalcı sol"dur, bu da milliyetçi'nin kibarı; hepimiz biliyoruz ki.


[ Şimdiye kadar gördüğüm en geniş 6-7 Eylül fotoğrafları arşivine bakmak ve pogromun ayrıntılarını içeren bir yazıyı okumak isterseniz: Geçip de Kalanlar. ]

4 Eylül 2014 Perşembe

Sophie'nin seçimi - 2014!

"İslâm Devleti"nin, kimini ensesinden vurarak, kiminin kafasını keserek, başta Şiiler, yaşamasını uygun görmediği herkesi katlederek, Ezidîleri bir tarafa, Hıristiyanları bir tarafa sürerek hızla ilerleyişi nihayet yavaşlatılabildi. Dengenin geçiciliğinin herkes farkında. Bu arada, ilerleyiş durdurulmuş olsa bile, İD'in şu ana kadar ele geçirdiği toprak, hakimiyeti altına aldığı nüfus, denetlediği-kazanç sağladığı ekonomi, onun eline bırakılamayacak kadar fazla, değerli. İlaveten, İD bu şekilde varlığını sürdürebilir ve yerine yerleşebilirse, oradan dünyanın her yerine "cihatçı" ihraç edeceği de yüzde yüz.

Batı'nın büyük güçleri, İD'in varlığına son vermeye kararlı görünüyorlar. Onları bu meydanda dövüşe bizzat İD çağırdı, önce Kürt bölgesine saldırarak ve Ezidîleri katletmeye başlayıp, bütün dünyaya, "soykırım da yaparım, dokunamazsınız" mesajı vererek, sonra Amerikalı gazetecilerin başlarını keserek, İngiliz yardım gönüllüsünü de idam edeceğini duyurarak.

ABD ve doğal müttefiki Britanya salı günü Galler'de başlayacak NATO zirvesini Irak Operasyonu 3.0'a çevirmeye karar vermişler. Yani artık ortada bir tereddüt yok. Zirvede, ABD ile Britanya'nın girişimine Ortadoğu'dan hangi "kilit ülkeler"in katılımıyla yeni koalisyonun oluşturulabileceği görüşülecek. Zirveye giderken Obama'nın söyledikleri ise, çok acele edilmeyeceğini gösteriyor. Yerel güçlerle, aşiretlerle ilişkileri, ittifakları olgunlaştırmaktan vs. sözetti ABD başkanı.

Ayrıntıları merak edenler, The Guardian'da Patrick Wintour'un haberine göz atabilirler. Ama çoğumuz sanırım, herhangi bir ayrıntıyı merak etmek ve hakiki problemlerle uğraşmak yerine, gözün gördüğünü dille örtmeye çabaladığı, içinden geçeni dışavuramadığı o zorlu seçim karşısında ter dökmekle meşgul olacak: İD hakimiyeti mi ABD müdahalesi mi?

Eller aya biz yaya - 2014

Le Monde Diplomatique'in İngilizce edisyonunda "Yeni Soğuk Savaş" başlıklı bir yazı okudum (yazarı Serge Halimi, linki: "The new cold war"). Yazar, Batı'nın Ukrayna'yı kendine doğru çekmesinin Putin'in sabrını taşırdığını ve 1980'lerde Sovyetler Birliği'nin "yenilgisi" ve Doğu Bloku'nun çöküşüyle sona eren Soğuk Savaş'ın yeni koşullarda yeniden başladığını ileri sürüyor. ("Yenilgi", Ronald Reagan'ın o zamanki lafına atfen tırnak içinde; "Biz yendik, onlar yenildi" demiş artist başkan.)

Amacım bu konuyu tartışmak değil. Yazının sonuna doğru, Princeton ve New York üniversitelerinde Rusya üzerine çalışan tecrübeli uzman Stephen Frand Cohen'in görüşü aktarılıyor: "Bu yeni Soğuş Savaş daha tehlikeli olabilir." Cohen, meseleye ABD açısından yaklaşarak söylüyor bunu. Sebebini de şöyle açıklıyor: "Çünkü, öncekinde olduğu gibi, etkili bir Amerikan muhalefeti yok ortada - ne idarede, Kongre'de ne medyada, üniversitelerde, think-tank'lerde." Yazar Halimi, bunun arkasına şu sözleri ekleyerek bitiriyor yazısını: "Her türlü tuzağa düşmenin meşhur reçetesi..."

Kültür-medeniyet şu anın pek gözde kavramları - Davutoğlu olan bitene damgasını vurdukça daha da allanıp pullanacaklar. Bu kavramları hep böyle ibretlik örneklerle birlikte ele almak güzel olur. Kimi, sağlıklı ve etkin yönetim için ortalıkta tek çatlak ses çıkmamasını makbul, hattâ şart görür -ki, toplumumuzun ezici çoğunluğunun bundan en küçük şüphe duymadığını söyleyebiliriz. Kimi de, "eyvah, muhalefet yok, her an çuvallayabiliriz" diye düşünür.

Farklı sese ihtiyacın gerekçesi: İtiraz ve tartışma olmazsa her türlü tuzağa düşebiliriz! Evet, "eller aya biz yaya" geyikleri gibi oldu azıcık. Ama bin türlü hisse içeren bir kıssa: farklı fikir olmazsa kendininkini sınayamazsın, itiraz olmazsa egon şişer, dayama özgüven stokun yarıyolda eriyiverir, kendi parıltından gözlerin kamaşırsa önünü göremez, toslarsın bir yere...

2 Eylül 2014 Salı

Sahih adın ne, Etyen?

Olduğunu sandığın ve olduğunu sandıkları şey değilsin, Etyen. Altı-yedi senelik mücadele senin burnunun dibinde hazırlandı, yürütüldü. Neyin ne olduğunu, bizlerin nasıl insanlar olduğumuzu biliyordun. ("Hrant'ın Arkadaşları" adı altında, mahkeme önü protestolarını, 19 Ocak anmalarını ve bunlara benzer başka faaliyetleri örgütlemeye, yürütmeye çalışan insanlardan sözediyorum.) Tanıyordun, Hrant öldürüldüğünde beraber çalıştık Agos'ta kaç zaman. Ayrıca da tanıyordun işte. Fakat günün birinde birden bizi Ergenekoncularla iş tutmakla suçladın. Üstelik homojen bir grup olmadığımızı da biliyordun. Herhalde bizi olmadık savunmalara zorlamak, etkisiz kılmak istedin, bilemiyorum. Bir adalet mücadelesini hiç değilse yedi sene boyunca gündemden düşürmemeyi bir şekilde becermiş insanları niye itibarsızlaştırmak istediğini anlayamadım. Sadece sırtıma giren bıçağın soğukluğunu hissettim.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Öz'ün masal dünyasında saklı hakikat

Ünlü Ergenekon savcısı Zekeriya Öz'ün 1 Eylül günü ardarda attığı tweet'leri sakin sakin okuyalım (yazım hatalarını kısmen düzelterek aktarıyorum):
Açılım sürecindeki kanunsuzluklar ve ihanetler o kadar büyük ki; korktuklarından GENEL KURMAY BAŞKANINDAN bile gizlemek zorunda kalmışlar.
Açılım sürecinden GNK Başkanına haber verilmemesi 7 Şubat krizinin arkasındaki ihaneti ve işlenen suçların vehametini göstermektedir.
Nasıl bir açılım-çözüm sürecidir ki, terörle mücadelede binlerce şehit vermiş Ordumuzun eli-kolu bağlanıp iş yapamaz hale getirilmiştir.
Güvenlik güçlerine kanunsuz talimatlar verilerek, teröristlerin pervasızca dağdan inip şehirlerde kadrolaşmalarına seyirci bırakılmıştır.
Açılım süreci maskesiyle yabancıların dinlemelerdeki şantajlarına boyun eğip PKK'yı tek kurtarıcı ilan edip G.Doğu Halkı örgüte mahkum edildi.

Gri Hat'ta gazetecilik

Türkiye, mesleğini icra edemeyen gazeteci sayısında dünya birinciliğine oynuyor. Tayyip Erdoğan rejimi, açıkça "parti basını" istiyor. Yani propaganda makinesi. Bunun dışında ancak, bir telefonla insan atmayı kabul ederseniz yayıncılık yapabileceksiniz. Bu rejimin bir ayağı dediğim dedikçi bir "Reis" ise, öbür ayağı da basın dışı işleri, kârları, ihaleleri, santralları, HES'leri şunları bunları nedeniyle memleketi yönetenlere göbeğinden bağlı olan medya patronları.

"Emredin komutanım" döneminden "Alo Fatih" sistemine geçiş, mağduriyetin "demokratikleşmesi" anlamına geliyor. Genelkurmay genel olarak muhabirle değil şefiyle muhatap olurdu, şimdi hoşa gitmeyen bir haber için muhabir işten attırılabiliyor. Gazap tabana yayıldı. Bu, mesleğini ağırlıkla internette, ya karşılık almadan ya da sembolik ücretlerle sürdüren (ya da benim gibi, kendi yayın organını çıkaran, yazılarının alınıp başka sitelerde basılmasını kabul ettiği için fiilen birkaç yerde yazıyormuş gibi olan) geniş bir gazeteci topluluğu yarattı.

İnternet gazetesi T24 beşinci yılını kutlarken bağımsız haber sitesi Gri Hat'ın da yayına başlaması, bir yandan bağımsız habercilik adına sevindirici, öbür yandan, ne kadar çok gazetecinin kurumsal medyanın dışına itildiğinin göstergesi. T24'te Doğan Akın, bardağın dolu tarafına bakmayı önerdi: "Yokluğun gazeteciliğe sağladığı bir imkân olarak T24". Esas olarak haberciliği hedefleyen Gri Hat da bir başka imkân olarak karşımızda. Haberle, bilgiyle, eleştiriyle desteklenmesi şart. Eğer memlekette gazetecilik bir şekilde yapılsın istiyorsak. Hoşgeldin Gri Hat!