31 Aralık 2015 Perşembe

Hasan Karakaya başarmış olarak öldü

"Camiye ayakkabılarıyla giren iki ayaklı hayvanlar caminin içinde bira içtiler, sigara içtiler ve öpüştüler, seviştiler."
Hasan Karakaya, 15 Temmuz 2013

"Çok cesur ve etkin bir kalemimizi Hasan Karakaya’yı kaybetmenin üzüntüsü içerisindeyiz."
Ahmet Davutoğlu, Başbakan, 1 Ocak 2016

Akit gazetesi Türkiye'nin özgün fenomenlerindendir. İsteyen, "millî değer"lerimiz arasına da katabilir. Faşizan İslâmcılığın bayraktarı görünür, fakat zaman zaman çeşitli icraatları devletin derinlikleriyle ilişkisine dair şüpheler uyandırmıştır. (Eşber Yağmurdereli'ye ettiklerine bir göz atsanız yeter.) Belirtmeye gerek yok ki, İslâmcı kesimde hiç kimse, bu mevzuyu kurcalamaya kalkmamıştır.

Niye?

Çünkü cesaret edememiştir, bu birincisi. Mâkûl her insanın Akit'i üzerine sıçratmaktan korkması gayet doğaldır. Bu kötülük makinesiyle uğraşmayı göze alan pek az kişi çıktı. Akit'in üzerine pislik boca ettiği Müslüman şahıslar genellikle "Allah'a havale etme" kaçamağına başvurdular. Ötekiler zaten ne yapsa fayda etmezdi.

Ancak, Akit'e tavır alınmayışının bir de ikinci sebebi varmış. Yıllar içerisinde bunu gördük. Şahsen benim de en büyük yanılgılarımdan biridir.

30 Aralık 2015 Çarşamba

Yıldönümünde Roboski vesilesiyle: Sorun sensin

Radikal, 29.12.2015


Dün (28 Aralık 2015), devlet ve toplum olarak üzerine pişkinlikle, yüzsüzlükle yatılmış bir katliamın dördüncü yıldönümüydü. Görmek duymak istemeyen dışında herkese bu ülkede neyin ne olduğunu anlatmaya bol bol yetecek bir faciadır, Roboski Katliamı. Ülkenin yönetim şekli olan gaddarlığın, hayat tarzımız olmuş umursamazlığın, eşitsizliğin sadece simgesi değil bizzat vücut bulmasıdır. (Roboski için yaptığım “Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim” filmini izlemek isterseniz tıklayın.)

Bugün artık en aymaz olanlarımızca bile fark edilmeye başlanmış “manevî kopuş”ta Roboski hayatî bir eşikti. Eğer Aynur'un sesi gibi, ne yapsan karşı durulamaz bir şey değilse “Doğu”dan gelen hiçbir tınıyı duyamayan, hiçbir esintiyi hissedemeyen çoğunluk kulağı, oradan yükselen feryadı, haliyle, işitemedi. Kazara işitebilen, anlayamadı.

Anlayabilen, daha çok kalekol yaptı. Devlet için Roboski gibi bir mevzunun parçalanan çocuk ve genç bedenleriyle alâkası yoktu. Öncelik, emri kimin verdiğini gizlemekteydi. Çünkü belli ki, “şunlar şöyle olursa şöyle yaparsınız” diye bir ön emir verilmiş, en ufak şüphede, kimsenin elini -ve vicdanını- tutan hiçbir şey olmadığından, uçaklar kaldırılıp bombalar yağdırılmıştı. Veya belki daha fenası, başka hesaplar da güdülerek, katliam bile bile yapılmıştı. Ordu, hükümetin kendisini harcayıp harcamayacağı hususunda endişeleniyordu; hükümet, özellikle dönemin başbakanı, katliama zemini kendilerinin hazırladığının ortaya çıkmaması derdindeydi. Güzelce anlaştılar. Sorumluluk gizlendi.

28 Aralık 2015 Pazartesi

Kimseye "senarist" demeyin, ayıptır

Başbakan Ahmet Davutoğlu, HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in sözüne çok öfkelendi ve bir hamlede döktü saçtı. Okullarda "zihniyet haritası" cinsi derslerde nümune olarak okutulabilecek veya "Dervişin Fikri" başlıklı dizide diyalog olarak kullanılabilecek bir laf blokunu önümüze koydu başbakan. Önder, Davutoğlu'nun HDP'den önce randevu alıp sonra iptal ettiği için gerçekleşmeyen görüşmeye atfen, "Gelsinler," demişti, "kaçak çayımızı içer, dönerler."

Başbakan bunun üzerine işte, açtı ağzını yumdu gözünü:
"Yok çay içecekmişiz de kaçak çaymış da... Gitsinler çaylarını kimle içecekse içsinler, isterse Kandil'e gitsin çayını içsin bu film senaristi. Türkiye ve etrafımız ateş çemberinde olacak. Beyefendi kaçak çaydan bahsedecek. Ben de o masaya oturacağım öyle mi? TBMM'de oturan herkes bu milleti temsil etmenin ciddiyetini taşıyacak. Gece ürettiği bazı esprilerle bizimle istihza edeceğini düşünenler, önce oturup bir ciddiyet testinden geçecekler. Ya samimi ve ciddi olurlar ve bizim bütün kapılarımız açık olur ya samimiyetten uzak durup, ciddiyeti unuturlar, o zaman da onlara hadlerini bildiririz."
Baştan başlayalım: Çay içmeye neden kızmış, anlaşılmıyor. Çay, üstelik, bu memlekette sadece sahici bir "millî değer" değil, içki içmediğini cümle âleme ilan etmek isteyen İslâmcı pop starların dilinden düşürmediği bir motif. Başbakan çayın kaçak oluşuna kızmış sanki daha çok. Çay kaçaksa masaya oturmam, diyor. Var herhalde bir hikmeti.

25 Aralık 2015 Cuma

Elimiz iş tutmalı

Radikal, 24.12.2015

Diyarbakır’ın iç sesini bize iletenlerdendir Şeyhmus Diken. Radikal'den Cem Erciyes'e, “Sur’da Hendek savaşı” diye haberleştirilen şeyin nasıl bir “kültürel soykırım” olduğundan sözetmiş. Yitirilen can, çekilen işkence, kusulan nefret, sergilenen vahşet, biriken öfke... bunların yanında, bir de mekânın yok edilişi var. Mekân, sırf yer, etraf vs. demek değil ki. Hele Suriçi gibi bir yerde. Zaman demek, tarih demek, kök demek. “Kültürel soykırım” yanlış bir tâbir değil. Abartma sayan, yerine “toplu imha” desin; vahamet azalmıyor.

Bir ortam, bir çevre, bir zemin yok ediliyor. (Türk inşaat sektörüne peşkeş çekilecek olması ihtimali, “millî değer”lerimize, cibiliyetimize pek yakışır, fakat bu iğrenç konuyu şimdilik bir tarafa bırakalım.) Bir hayat alanı, yaşamın bazı imkânları ortadan kaldırılıyor. İçinde soluk alıp vereceğimiz, göreceğimiz duyacağımız, üzüleceğimiz sevineceğimiz, hakkında fikir yürüteceğimiz, düşüneceğimiz, velhâsıl yaşayacağımız bir atmosfer dağıtılıyor. Suriçi'ni harap etmeleri, güvenlik meselesi değil. Siyasetin sınırlarının çok ötesine geçen, siyasî olmaktan çok, bütün hayatı kapsayan, insanî bir mesele. “İnsanlar hiçbir şey düşünmüyor, düşünemiyor,” demiş Şeyhmus Diken. Düşünemezler, evet. Farkında olmadan biryerlere tutunuruz, ayağımızı bir yere basar, dirseğimizi bir şeye dokundurur, öyle düşünürüz. Sokağımızın köşesindeki eski evin yıkılması, yerine saçmasapan bir bina dikilmesi bu yüzden bizden, manevî âlemimizden birşeyler koparıp götüren, bizi eksilten, kabiliyetimizi azaltan, kötü bir değişimdir. Birilerinin gelip bizi öldürerek tarihimizi, köklerimizi, düşünürken dokunduğumuz şeyi yok etmesi, bununla kıyaslanmayacak kadar tahrip edici.

Her şeyimiz tahrip ediliyor. Düşünemeyenler sadece Amed'dekiler değil.

24 Aralık 2015 Perşembe

Bir Pazar yazısı

Radikal, 22.12.2015

Gazetecilerin pek de fena olmayan âdetleri vardı. Hafta içerisinde can sıkıcı, gerilimli mevzularla uğraşan yazar, hafta sonunda kendine “hafif” -eskiden “light” yoktu- konularla ilgilenme, okurla beraber hoş vakit geçirme hakkı tanırdı. “Pazar yazısı”, girişinden üslûbuna, “rahat” kıyafet giymiş olur, senli benli konuşması garipsenmezdi.

1980'ler gazeteciliğiyle, gazetelerin Genelkurmay bülteni veya büyük şirket halkla ilişkiler broşürü olmayan kısımları çok sayfaya yayılmış bir Pazar yazısına dönüştürüldüğünden, bu âdet, koca denizin kendini azar azar herkesin damarlarına zerk edip yok olmasına benzer bir süreç içinde ortadan kalktı. “Pazar yazısı”na gerek kalmadı.

Şu geçtiğimiz Pazar, yazarken eğlendirecek, okura hoş vakit geçirtecek neler yazılabilirdi? Deneyeyim dedim. “Pazar yazısı” değil de “bir Pazar günüyle kaplı” oldu yazı. Petrol kıvamında, kan rengi, sıvı mı çamur mu belli olmayan bir maddeyi sıyırıp atamıyorum yazının üzerinden. Gözlerimi yakıyor o madde, kulaklarımdan içeri doluyor. Başım ağrıyor, meğer beynimi sarmış, kıvrımlarına bile sızmış. Derken soluk alamamaya başlıyorum, çünkü ağzım burnum da aynı maddeyle kaplanıyor.

Bir kâbus mu? Öyle olmalı. Ama değil. Bu kâbussa, 20 Aralık 2015 Pazar günü ne?

22 Aralık 2015 Salı

Olay çıktı, çocuk öldü, flaşlık bi durum yok

CNN Türk'ün akşamüstü 17:40 sularında, bir dakika içerisinde ardarda geçtiği üç haberden ilki, "Cizre'de yaralanan polis şehit düştü" başlığını taşıyordu ve Twitter'da kırmızı zeminli "Flaş Haber" kutusuyla duyuruldu. Haberde, "Tokat'ın Pazar ilçesine bağlı Menteşe köyü nüfusuna kayıtlı, evli ve 2 çocuk babası" polis Atilla Güneş'in, ilk tedavisinin ardından sevk edildiği Ankara GATA'da kurtarılamadığı bildiriliyordu.

CNN Türk, bunun hemen ardından, Nusaybin'de iki can kaybına dair bir haber geçti. "Nusaybin'de 2 kişi hayatını kaybetti" haberinin ilk bölümünü aktarıyorum (unsurların sıralanması, ölen iki insandan bir anda yangına geçilivermesi, iki can kaybının silikleştirilmesi dikkat çekici):
"Sokağa çıkma yasağının sürdüğü Nusaybin'deki Fırat Mahallesi'nde çıkan çatışmalarda 2 kişi yaşamını yitirirken, Yenişehir Mahalle Muhtarı Şakir Acar'a ait Abdulkadir Paşa Mahallesi'ndeki Çağ Caddesi üzerinde bulunan bürosunda yangın çıktı.

Çıkan yangının dumanını gören vatandaşlar, itfaiyeye haber verdi. Kısa sürede 2 itfaiye aracıyla yangına müdahale eden ekipler, yangını apartmana sıçramadan kontrol altına aldı.

Fırat Mahallesi'nde bugün çıkan çatışmalarda 41 yaşındaki Medeni Orak ile kimliği öğrenilemeyen bir kişi hayatını kaybetti.

Çatışmalarda öldürülen 2 kişinin cesetleri uzun süre vuruldukları yerden, güvenlik nedeniyle alınamadı. (...)"
CNN Türk'ün yaklaşık bir dakikalık süreye sığdırdığı haber duyurularından üçüncüsü, Diyarbakır'da gösteride öldürülen çocuğa ilişkindi: "Diyarbakır'da olaylar çıktı: 1 çocuk öldü". Evet, olaylar çıkmış, çocuk ölmüştü. Şöyle:
"Diyarbakır'da bugün gün boyu süren olaylar sırasında merkez Yenişehir İlçesi Seyrantepe semtinde göğsüne kurşun isabet eden 16 yaşındaki Şiyar Baran ağır yaralandı. Çevrede bulunanların yardımıyla Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne götürülen Şiyar Baran, doktorların yaptığı tüm müdahaleye rağmen hayatını kaybetti. Polis, Şiyar Baran'ın ölümüyle ilgili soruşturma başlattı. (...)"
Şiyar'ı kim vurmuştu, CNN Türk'e göre bu cevaplanması gereken bir soru değildi belli ki. Polisin olaydaki rolü, "soruşturma başlatmak"tan ibaretti. Kurşun, öyle "isabet etmiş"ti. Nusaybin'deki iki kişi gibi, Diyarbakır'daki oğlanın vurulup ölmesinin de "flaş"lık bir özelliği yoktu.

Zalimsiniz, yaptığınız da zulüm

Radikal, 17.12.2015

Ne umuyorsunuz? Ne bekliyorsunuz? Ne olsa rahat edeceksiniz? Ne olsa kendinizi meseleyi halletmiş sayacaksınız?

Maksadınız, “Ermeni meselesi hallolunmuştur”daki gibi halletme mi? Öyle halledince kendinizi çok mu iyi, çok mu değerli, çok mu imanlı, çok mu medeni hissettiniz? Yaptığınız hepimizi hasta etti. Hem yaşama hem yaşatma kabiliyetimiz yerlerde sürünüyor, farkında değilsiniz. Linci nasıl bu kadar doğal sayabiliyoruz? Bazı davranışlarımız vahşi doğaya şuurlu bir insanınkinden fazla yakın; neden? Unutma-yok sayma dallarında sadece bizim bildiğimiz, başkalarının bilemediği, simya ürünü, fantastik zihin ve beyin kabiliyetleri geliştirmiş olmamız neden? Bütün bunların kaynağı nedir sanıyorsunuz?

Bunlar ciddî bir hastalığın sonuçları. Durmadan inkârla onmaz hale getirilmiş bir hastalık…

Türkler nerede?

Radikal, 15.12.2015

Hiçbir şey, memleketin bir bölümünde resmen savaş çıkarılmışken toplumun “Türk tarafı”nda hüküm süren aldırışsızlığı ve tepkisizliği izah edemez.

Lâkin şu haklı soru bazılarımızın elini kolunu bağlıyor: “Peki ses çıkaralım da, nasıl?”

Daha beteri de var. Eğer ilk soru el kol bağlıyorsa, bu ters kelepçe takıp yere yatırıyor: “Diyelim ağzımızı açtık; ne söyleyeceğiz?”

Bu kahredici soru yüzünden hayatı kararmış olanlarımız, oturmuş ölüm ve zulüm haberleri bekleyenlerimiz. Kazara tebessüm etmeye, yediği şeyin tadını almaya, uyumaya utananlarımız. Haysiyetli bir toplum olsaydık çoğumuz bu halde olurduk.

Türkler nerede?

İtilen kakılan, öldürülen, evi başına yıkılan Kürtler’se, Türklerin büyük kısmı oralı olmaz, biliyoruz. Bu hafiften değişiyor sanmıştık, yanılmışız.

19 Aralık 2015 Cumartesi

Bir güzel film ve !f İstanbul'un örnek hareketi

!f İstanbul'un !f Blog'unda bir filmin özel gösterimi var. Yakup Tekintangaç'ın "Azad" filmini 20 Aralık Pazar geceyarısına kadar şuradan izleyebilirsiniz. İzleyin lütfen. Çünkü çok güzel bir kısa film. Sizi memleketin hakikatine yaklaştıracak olması da cabası. Sadece yönetmene değil, Türkiye standartlarının üzerindeki özenli çalışma için bütün ekibe tebriklerimizi sunmak boynumuzun borcudur.

!f İstanbul'u da ayrıca kutlamak ve "Batı'nın utancı"nı azıcık olsun gidermeye yönelik çabası için örnek göstermek isterim. Niyesine dair, kendi ifadelerim yerine, !f Blog'a Zaferhan Yumru'nun yazdığı açıklama-duyurudan alıntı yapmayı tercih edeceğim:
"Sıkıştım. Sıkıştık. Sıkıştılar. Türkiye’nin doğusundaki sokağa çıkma yasakları, her gün gelen ölüm haberleri... Söyleyecek bir şey bulamıyoruz, belki de bu yüzden daha çok film göstermek istiyoruz! Azad ile iki gün önce tanıştık, ona aşık olduk ve hemen sizinle de tanıştırmak istedik.

Her yıl festival programı için yüzlerce film izliyor ve içimize sığmayanları Şubat’ta sizinle salonlarda buluşturuyoruz. İlk defa bir filmi festivale aylar kala 3 gün süreyle internetten yayınlıyoruz. Neden mi? Çünkü bugün ülkemizde sokağa çıkması yasaklanmış vatandaşlarımız var. Ve bugün sokağa çıkabilenlerin çıkamayanları anlamaya çalışması için doğru gün.

Minik Azad’ın sokağa çıkması yasak. Sıkışmış. Kocaman hayal gücü küçücük evin içine sığamıyor ve sokağa taşmanın yolunu ilginç bir yöntemle buluyor..."

16 Aralık 2015 Çarşamba

Öyle böyle değil, büyük kötülük

İlk kim paylaştı resmi, bilmiyorum; galiba @otekilerpostasi, pek çok insan birbirine iletti. Kim yapmış, onu da bilmiyorum. Bilmesem keşke. Devletin sivil memurlarına ve öğretmenlere "boşaltın orayı" mesajı atmasının ardından yaşanan yürek burkucu... yok, böyle lafların yine, mermilerle delik deşik edilmiş yıkık duvar gibi kaldığı bir durum. Ne demek yürek burkucu? Kimin yüreği burkuluyor?



Herhalde bizim. Çocuklara olanı bizim hangi lafımız anlatabilir? Belki çok kötü şeylerin olacağını bile hissetmedi çocuklar. Çünkü çok ama çok kötü bir şey oluyordu. Buna tanık olan bile ağır yaralı devam eder hayata. Ya maruz kalan? Eğri büğrü zeminde bin türlü karmakarışık duygu eşliğinde çekiştirilen ucuz bavulun tekerleklerinin çıkardığı ses benim bile kulaklarımdan gitmiyor. Ya çocuklar? Bu ses hayatlarını bir ucundan yakacak hep.

14 Aralık 2015 Pazartesi

Bir fotoğraf, iki soru

Bu fotoğraf Twitter'da, devletin silahlı birimleriyle yakın ilişkisinden şüphe duyulamayacak bir hesaptan paylaşıldı. Cizre ve Silopi'de, Diyarbakır'da kan dökülmesinden korkarak, oturmuş felaket beklediğimiz saatlerde. Şöyle bir mesaj eşliğinde: "Esedullah geldi, hazır mıyız hevaller?"


Bu ülkede devlet ne durumlara düştü, buna da düşer. Üstüne laf söylemek dahi gereksiz. Sadece iki sorum var. İki grup insana. Sorulardan belli olacağı için grupları da tarife çalışmayayım.

1. Devlet böyle bir şey midir?
2. MHP sivil bir siyasî parti midir?

Cevaplarla benim yapabileceğim bir şey yok. Bunların Ankara'ya iletilmesi daha faydalı olacaktır zannediyorum.

11 Aralık 2015 Cuma

Başkasının fotoğrafı mıdır, ayna mıdır...

Radikal, 10.12.2015

Hayat bize pek çok tuzak kuruyor, başımıza olmadık işler açıyor, ama bazen de yardımcı olmak için elinden geleni yapıyor. Ayna tutuyor meselâ, olmadık zamanda.

Yalnız bundan faydalanabilmek için önce tutulan şeyin ayna olduğunu anlayabilmek, sonra bunu kabullenebilmek, bilahare icabını yapabilmek gerekiyor. Kabullenebilmek derken, ayna yani o; başkasının fotoğrafı değil!

ABD'de, Cumhuriyetçi Parti'nin başkan aday adaylarından biri, skandallar yaratmaya devam ediyor. Gerçi Cumhuriyetçi adayların birbiri ardına kırdıkları potlar, sergiledikleri cehalet başlıbaşına skandal. Meselâ biri geçen gün, Filistin'in Hamas'ıyla, yemek olan humus'u karıştırdı. Ancak şımarık işadamı Donald Trump'ın yediği haltlar bir başka kulvarın koşucuları.

Bunlardan sonuncusu, gerçekte dünya ile hiçbir alâkası olmayan toplumumuzda bile yankı bulacak cinsten. Trump bu defa, California/San Bernardino'da Müslüman bir çiftin yaptığı katliamı (14 kişiyi öldürdüler) fırsat bilerek, aklı başında sağcı Amerikalı'nın bile dudağını uçuklatacak bir ahlâksız teklifle ortaya atıldı: ABD'yi Müslümanlara kapatalım!

Kendinden bombalı yelek işine girmek

Radikal, 08.12.2015

“Gaziantep'te IŞİD'e canlı bomba yeleği üreten atelye” haberi! Sonradan öğrendik ki, IŞİD'in kendi girişimiymiş. Fakat ilk anda “asla olmaz” diyebildik mi?

- Abi, bunlar bu yelekleri nereden alıyo ya?
- Yaptırıyorlar olum, hazırı olur mu bunun?
- Tamam işte, nerede yaptırıyorlar?
- N'apacan lan?
- Abi, bombalı kamyonla her gün kaç kontrol noktası uçuruyorlar, köye kasabaya dalıyorlar, mitinglere şuraya buraya intihar bombacısı yolluyorlar...
- Ee?
- Bu işe mi girsek? Çok gider bunlardan! Brandacıya diktiririz.
- Hakkaten lan! Yalnız paket teslim yapalım, daha fazla kazandırır.
- Bombası dahil diyosun?
- He. Bilyesini de koyarız, tek ambalajda teslim! Heriflere hesaplı gelir, zahmeti de yok, Tak-Çalıştır!

Kabul edelim ki bu diyalog gerçekçidir. “IŞİD'çiler nasılsa bizi değil onları öldürüyor” diyen birileri bilyeli-bombalı intihar eylemcisi yeleği “işine” girebilir. Sanayide “bombalı kamyona zırh yapılır” levhası görsek kaçımız şaşırırız? Potansiyel müteşebbislerin tek kaygısı, müşterinin gözü dönmüşlüğü, gaddarlığı, sipariş zamanında teslim edilmez veya mal çürük çıkarsa kendilerinin başına iş gelebileceği olur. Toplumca da bundan herhangi bir rahatsızlık duyacağımızı düşünmek için sebep yok.

6 Aralık 2015 Pazar

Haysiyet meselesi – öyle bakalım

Radikal, 03.12.2015

Hayır, unutmuş gibi yapamayız. Ne mümkün zaten? Hem şükür ki böyle bir dünyada hâlâ varolabilen vefa duygumuz izin vermez hem de ne yazık ki, yeni zalimlikler, kötülükler. Suruç'tan, Ankara'dan yüzler kaldı evimin çeşitli yerlerinde. Sokaklarda da eşlik ediyorlar. Şimdi her yerde Tahir Elçi'nin yüzü. Kazara anlık bir neşe, yolunda giden ufak bir şey, gülümseten bir ayrıntı gündelik karabasanın bir köşeciğini aydınlatsa hemen karşımda beliren yüzlerin arasına katıldı.

Yılabiliriz veya daha kararlı hale gelebiliriz. Gücümüz tükeniverir veya daha güçleniriz. Felaket durumlarında insana ne olacağı belli değil.

Murat Paker, T24'te “Karanlık Çağ” başlıklı bir yazı yazdı. Bu yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Psikolojimize neler olunca ne yapmak gerektiğini bilen bir insanın elinden çıkma yazı, hayli yol gösterici.

Paker, yaşadıklarımızı kısa sürede sona erecek bir kâbus gibi görmenin bizi çıkmaza sürükleyeceği konusunda uyarıyor ve şöyle diyor: “...bu hal uzun sürecek gibi duruyor... Bunu kabul edip, ona göre konumlanırsak şimdikinden çok daha iyi tutunabiliriz. İnsan canlısı çok zor koşullara bile uyum sağlayabilen bir canlı. Dünya tarihi, en zor koşullarda bile muhalif direnişlerin sürebildiğini ve gelişebildiğini gösteren örneklerle dolu. Yeter ki kolay ve hızlı başarı peşinde olmayalım; sabır, ısrar, cesaret ve direnç gösterebilelim.”

5 Aralık 2015 Cumartesi

Sen hedef yap, öldüren bulunur

Radikal, 01.12.2015

Değerli insanlarını kaybettiğinde ne kaybettiğini anlamayan bir topluma neyin eksildiğini anlatamazsınız. Değerli insanlarıyla beraber neleri kaybettiğini anlamaya anlamaya, bırakın cevabı, soruyu bile unutmuş insanlara soru sorduramazsınız. Her insan, bir gezegen; içinde enerji, üzerinde hayat, etrafında atmosfer var. Kendi atmosferi var. Sizinkine değiyor. Başkalarınınkini itiyor çekiyor. O insan eksildi mi, bir gezegen eksiliyor. Hayat seyreliyor, azalıyor, daralıyor, sığlaşıyor.

İyi insanlar eksildiğinde hayat daralır. Bundan ötürü ruhumuz sıkışır. Zorbalar yok olunca hayat genişler. Kötü ruhlular eksilince hayat ferahlar.

İyi ve değerli insanları durduk yerde, “amansız” hastalıktan, önlenemez kazadan dolayı kaybetmiyorsak, onları hep bildiğimiz birileri, hep bildiğimiz, artık kanıksadığımız alçakça oyunlar tertipleyerek bizden koparıyor, dipsiz kuyulara atıyorsa, her şey daha bir daralıyor, daha bir sıkışıyor.

Tahir Elçi'nin ardından, söylenmemiş ne söyleyebilirim? O da bu topluma en çok lazım olan insanlardandı. Hep beraber daha güzel yaşayabilelim diye ömrünü insan hakları mücadelesine adadı. İyiydi, cesurdu. Böyle insanların eksikliğini tarif edemezsiniz. Yoklukları hep hissedilir, özlemleri hep çekilir.

4 Aralık 2015 Cuma

"Almanya'da yangın var" - Mültecilere saldırılar

Aşağıda aktaracağım bilgileri, Die Zeit Online'dan derledim. Yer yer çeviri de sayılır. Karsten Polke-Majewski'nin "Kundakçıların kaçmasına meydan vermeyin" başlıklı yazısından. Die Zeit'in, birçok muhabirini birden seferber ederek derlediği saldırı ayrıntılarına da "Almanya'da yangın var" başlıklı haberden ulaşabilirsiniz (Almanca). Harita ve şemayı da aynı kanaktan kopya çekerek yaptım.

Almanya'da iki günde bir, mültecilerin barındığı bir mekân saldırıya uğruyor. Kundaklanıp yakılıyor, su baskınına uğratılıyor, kaldırım taşlarıyla, çelik bilyelerle, molotoflarla tahrip ediliyor, gerçek mermilerle taranıyor. Saldırganlar bazı binalara dalıyor, havai fişek tomarları patlatıp insanları yaralıyor.

İçişleri Bakanı Thomas de Maizière gerçi, "bunları yapanların üzerine hukuk devletinin bütün sertliğiyle gideceğiz" dedi, ama devlet, zayıf düşmüş insanları, birilerini öldürmeyi, yaralamayı göze almışlardan koruyamıyor. Kimsenin ölmemiş olması tamamen şans eseri. (104 yaralı var.)

Bu yıl 30 Kasım gününe kadar yapılan saldırı sayısı 222! 93'ü kundaklama. Bıçak, beyzbol sopası ve başka silahlarla yapılan saldırıların toplamı 28. 93 olayda da pencerelere taş veya çelik bilyeler atılmış. Su basmasını sağlayıp binayı oturulamaz hale getirme de gözde eylem biçimlerinden; sekiz örneği görüldü.

3 Aralık 2015 Perşembe

Özgecan kararı bize de bir şey söylüyor

"Özgecan kararı" üzerine, "neyse, Türkiye'de yargı tamamen tükenmemiş" diyebilir miyiz? Hayır. Bu karar şüphesiz, siyasî iradenin itiraz etmeyeceğine, karşı çıkmayacağına, hakimlerin başına iş açılmayacağına güvenildiği için böyle şak diye alındı, katiller ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırıldılar.

Peki sadece bu sayede mi alındı? Davanın muazzam bir süratle buraya varmasında esas rol kimdedir? Bu sorunun cevabı, bu memleketin demokrasi, çoğulculuk, özgürlük isteyen insanlarının bugün kapıldığı derin karamsarlık haline karşı söylenebilecek en anlamlı şeydir.

Yıllardır ısrarla, inatla, bin türlü zorluğa göğüs gererek mücadele eden kadın örgütleri, hareketleri... onların "kadın meselesi" diye bir başlığı iri puntolarla sürekli güncel tutabilmeleri var. Erkeklerin gaddarlığının, haydi insaflı olalım, "ortamı", "çevresi", "yetiştiği toprak" konusunda anlamaya-dönüştürmeye çalışan çeşit çeşit insan var. Özgecan'ın başına gelene karşı memleketin dört bir yanında ayaklanmış insanlar var. Onlara ilaveten, kadınlara yönelik şiddet ve saldırılarda, utanmaz savcı ve yargıçların suçlu erkekleri korumak için çevirdikleri dolaplarda (ceza indirimleri, "iyi hal"ler şunlar bunlar...) mutlaka gürültü çıkaran bir sosyal medya "kamuoyu" var.

Özgecan'a yapılanları öğrendiğimizde öyle bir haysiyetli ve kararlı ses çıkardık ki, siyasetçisi ilgilenmek, yargıya yolu açmak zorunda kaldı, yargıcı da kararını, aslında her zaman olması gerektiği ama çoğu zaman olamadığı gibi, insanlık adına verdi.

Evet, doğru, Türkiye'de insana her türlü uğraşı anlamsız gösterebilecek, yaygın ve geleneksel bir kol-kanat kırpma, baş yarma, kan dondurma, ruh kurutma mekanizması işliyor. Ancak Özgecan kararı da adalet için mücadele etmenin ne kadar hayatî olduğunu gösterdi işte. Üstelik düz ve sığ siyasî mücadeleden çok daha önemli bir alanda.

2 Aralık 2015 Çarşamba

Demirtaş "Öncü Evrensel Düşünür'ler arasında
veya: Ne alâkası var ki Türkiye'nin İsrail'le?

Foreign Policy dergisi, 2015'in "Öncü Evrensel Düşünürler" listesine HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'ı da aldı. Derginin her yıl düzenleyerek gelenekselleştirdiği bu liste, "Karar alıcılar", "Meydan okuyanlar", "Yenilikçiler", "Hak savunucuları", "Sanatçılar", "İyileştiriciler"... gibi bölümlerden oluşuyor; Demirtaş "Meydan okuyanlar" bölümünde.

FP'nin sunuşu, Türkiye'de ziyadesiyle anlam yüklenebilecek bir tesadüf içeriyor. Bazılarımız bunu "Allah söyletmiş" kategorisinden sayabilir. Bakın Demirtaş kiminle dipdibe gelmiş:


İsrail vatandaşı Arapları birleştirdiği tek listeyle Knesset'e (İsrail parlamentosu) giren Arap milletvekili Ayman Odeh'le! Odeh'in çabaları sonucunda Araplar İsrail parlamento tarihindeki en büyük Arap grubunu oluşturdular. Bu aynı zamanda parlamentonun üçüncü büyük grubu.

Foreign Policy, Odeh'i neden seçtiğini anlatırken şunu vurguluyor:

"O, basit bir hareket noktasını İslâmcı, seküler, feminist, sosyalist Araplara kabul ettirdi: İsrail'in Arap vatandaşları Yahudilerle eşit haklara sahip olmalı."

Knesset'teki bir konuşmasında, "Eşitlik," dedi Odeh, "yaşadığımız ortamı zenginleştirir."

30 Kasım 2015 Pazartesi

Her şeyi anlamak istiyor musunuz?

Öyleyse bakın, hükmedenler sayesinde hayatımızı nasıl geçirdiğimizin resmi bu. Meral Danış Beştaş, Selahattin Demirtaş, Ahmet Türk, 29 Kasım Pazar günü Diyarbakır'da, bir gün önce tek kurşunla vurularak öldürülen Diyarbakır Barosu Başkanı, insan hakları mücadelecisi Tahir Elçi'nin cenazesinde. Kürtler bu ülkede ne yaşar, onca acıyla, öfkeyle yüklenerek akıl sağlıklarını, insanlıklarını nasıl korur, biriken nedir, biz insanlara devlet ve iktidar sahiplerinin yaptıkları nedir... 32 bin kısım, tekmili birden.


Bir arkadaşım -HDP Amed milletvekili Ziya Pir'in çektiği- bu fotoğrafın yanına şöyle bir not yazmıştı bugün: "Hayatınızda bir kere bu kadar derinden üzülebildiğinizde, artık zalimlik yapamayacaksınız." Denklem doğru görünüyor. Ama bu denklem artık kurulamayacak. Çok sebeple. Onlar bu kadar derinden üzülemezler. Bunu anladık. Kazara insanlığa yaklaşırlarsa, üzüntülerini ifade edecek kimse bulamayacaklar karşılarında. Henüz anlamadılar. Son olarak, zalimlik yapmama diye bir seçenekleri yok. Bu varlık biçimi, yaşama tarzı, hayattan tatmin alabilmelerinin tek yolu. Kendileri dışındaki herkesin, onlar zulmedebilsinler diye var edildiğine inanıyorlar.

Nerede, kim olarak doğmuş, hangi dili konuşuyor olursam olayım, duygum bu üç insanın duygusudur, yerim onların yanıdır.

29 Kasım 2015 Pazar

Tahir Elçi'yi de öldürdüler; evet, yaptılar!

Çok değerli bir insanı kaybettik. Öldürdüler. Yüzüstü yere yığıldı. Hrant gibi. Hayattan ne bekledikleri, ne yapmaya çalıştıkları, özlemleri, gayretleri benziyordu. Sevilme ve öldürülme sebepleriyle öldürenler de. Ben söyleyecek söz bulamıyorum.

Tahir Elçi niye önemli bir insandı, bilmeyen, merak eden varsa, Bianet'teki biyografisini okuyabilir. Cinayet (suikast) konusunda kafa yorarak üzüntüsünü dağıtmak isteyenler, Bahar Kılıçgedik'in Avukat Erdal Doğan'la görüşmesini okuyabilir. Ahmet Şık'ın cinayetten hemen sonra ortaya çıkan ve yayılan görüntüleri değerlendirdiği yazısı da aynı amaca hizmet edebilir.

Kafamı toplamakta zorlanıyorum, sağlıklısını bırakın, üç-beş dakika süreyle düşünemiyorum. En çok, yine aynı aşağılık insanların aynı rezillikleri yapmaları, muktedir İslâmcılığın alâmetifarikası haline gelmiş yüzsüzlük, pişkinlik koyuyor insana. Ölü evlerinin kapısında çalıp oynamakmış meğer eksik kaldıkları. Azıcık sakin kalmaya çalışarak cinayet görüntülerine baktığımda edindiğim ilk an izlenimini şöyle özetleyebilirim: süper organize bir suikast olmalı, kurbanı olduğumuz.

Buna karşı en güçlü argüman, polislerin de can vermiş olması. Ama bu argüman geçerli değil. Böyle işleri yapanlar, oradaki polisleri rahatça gözden çıkarır. Üzerine mermiler sıkılan kurşun geçirmez adamların kameraya doğru koşarak önümüzden geçtiği görüntüleri izleyecek hiç kimse, yapılacak başka türlü bir izahata inanmayacaktır sanırım. Ama insan evladı yine de saf, yine enayi: yanlış görmüş, yanlış düşünmüş olmayı istiyoruz. 28 Kasım 2015 günü yaşanmamış olsun, Allah o günün de suikastçilerin de belasını versin, Tahir Elçi aramızda olsun istiyoruz.

28 Kasım 2015 Cumartesi

İsminaz Ergün de gözaltında

Can Dündar ve Erdem Gül'ün tutuklanmasından sonra, bir de gözaltı. Sokağa çıkma yasağı sırasında Silvan'da olan bitene dair yazdığı yazıdan ötürü Etkin Haber Ajansı (ETHA) editörü İsminaz Ergün hakkında soruşturma açıldı. Ergün, bu soruşturmaya ilişkin belgeyi almak için İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne gitti. Fakat girişte gözaltına alındı. İsminaz Ergün'e önce, "örgüt propagandası" yaptığı iddiasıyla hakkında arama kararı çıkarıldığını söylediler. Sonra onu gözaltına aldılar, yarın savcılığa çıkarılacaksın, dediler. Ergün, "Silvan'da gerçekleri gördüm ve yazdım," dedi. "Orada namlunun ucunda haber takip eden gazeteci arkadaşlarımız vardı. Dün yine iki tane gazeteci arkadaşımız tutuklandı. Ülkede basın özgür deniyor ama değil."

Rus uçağını düşürmek gerekli miydi?

Radikal, 26.11.2015

Sert sözler edenler sadece Ruslar değildi. ABD'li emekli korgeneral Tom McInerney, Fox News'un “Real Story” programında konuşurken, “Türkler çok kötü bir yanlış yapmış, pek yanlış bir karar vermiş,” dedi. Uçak düşürmeyi “aşırı saldırgan bir manevra” diye niteledi. Demeye çalıştığı, bunun çok ötesindeydi.

McInerney, görev yapmadığı yer kalmamış, Hava Kuvvetleri'nin tepelerine yükselip oradan emekli olmuş, hem askerî hem diplomatik alanda “kaçın kurası” şahsiyetlerden. Öncelikle Rus uçağının yaptığı sınır ihlalinin süresine ve niteliğine dikkat çekti: “Bu uçak [üzerinde uçtuğu] toprağa saldırma hedefiyle herhangi bir manevra yapmıyordu. Doğru, muhtemelen limitleri zorluyordu. Ama bu yüzden onu düşürmezsiniz.” Radar çıktılarından anlaşıldığına göre ihlalin 20 ile 40 saniye arasında sürmüş olabileceğine işaret eden McInerney, Alaska'da NORAD'ın (Kuzey Amerika Hava-Uzay Savunma Komutanlığı) komutanı olarak görev yaptığı dönemde bu ölçüdeki ihlallerle sürekli karşılaştıklarını, bunlara karşı gösterilecek tepkinin uçak düşürmek olmadığını söyledi, “Asla böyle bir şey yapmazdım,” dedi.

İşin daha belâlı kısmına buradan sonra gelindi. Sunucu, “Ruslar kasıtlı olarak, kışkırtma amacıyla davranmış olabilirler mi?” diye sordu emekli korgenerale. McInerney, “Bence kasıtlı kışkırtmayı yapan, Türkiye'nin [cumhur]başkanı Erdoğan,” diye cevap verdi!

27 Kasım 2015 Cuma

"Onu öyle" bırakmadılar

Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül, Suriye'ye gönderilen MİT TIR'larıyla ilgili haberden ötürü tutuklandılar. Gerekçe, "silahlı örgüte üye olmaksızın yardım". İki gazeteci, "casusluk"la da suçlanıyorlar. Suçlamaların herhangi bir haklı zemini olduğuna, iktidar sarhoşluğu veya yalakalığından gözü dönmemiş kimse inanmıyor. Buna karşılık, aklı başında herkes, bu iki gazetecinin Cumhurbaşkanının talimatıyla tutuklandığını düşünüyor.


Yargı, eskiden bir kurumun devlet adına asıp kesmesinin aracıydı, şimdi sivil bir iktidarın hüküm yürütme aracı. Hukuksuzluk kurumsuzluğa gidişi pekiştiriyor, zaten varolmayan toplumsal bütünlük, güvenilir ortak kurumları da olmayan bir ülkede, sonraki kuşaklara feci bir gelecek hazırlıyor. Sırf muhalif oldukları için iki insanın ömründen çalınıyor ve iktidarın gazeteci kılığında piyasaya sürdüğü, iktidar sarhoşu, kompleksli, aşağılık zevat, iki gazetecinin hapse atılmasını kendilerinden geçmiş halde, sevinç çığlıklarıyla karşılıyor. Ellerinden gelse, iki gazeteci demir parmaklıklar ardına konmadan yetişip bir-iki tane de vuracaklar. Bu seviyesizliğin hastalıklarımıza ne hastalıklar katacağını şimdiden görebiliyoruz. Türk İslâmcılığı yola çıkarken ahlâkı biryerlerde unutmuş meğer. Bu, Türkiye'ye çok pahalıya mal oluyor. (Sosyal medyada çokça dolaşmış oluşuna sığınarak, kimin çektiğini bilmediğim bu fotoğrafı izinsiz kullanıyorum.)

26 Kasım 2015 Perşembe

Hamit Bozarslan'a kulak verelim

Radikal, 24.11.2015

Moral bozukluğu ve kötümserlik, bu kavramların ilk anda çağrıştırdığının aksine, ille de bireysel meseleler değil. Bazen koca toplumların, hattâ bütün dünyanın üzerine çöken uğursuz dumanlara dönüşebilir, soluk almayı zorlaştıran sis, yaşama zevkini boğan pus olabilirler.

“Afrikalı kötümserliği” diye bir kavramdan, Thomas Sankara ve Burkina Faso dolayısıyla haberim olmuştu. 1983'te kitle destekli bir darbeyle Yukarı Volta'da iktidarı ele geçiren Yüzbaşı Sankara, dünyanın en yoksul ülkelerinden birinde pek kısa sürede olmayacak işler yapmış, özellikle sömürgecilere -örneğimizde Fransa- meydan okuyuşuyla bütün Afrika halklarının gönlünde yer tutmuş, “Afrika'nın Che Guevara'sı” payesini kazanmıştı. En kalabalık iki etnik grubun dillerinden birer kelime alarak, ülkenin adını “Burkina Faso” (başı dik insanların ülkesi) yapan ve halkın dört yıl içinde kendine yetecek yiyeceği üretir hale gelmesini sağlayan Sankara, 1987'de, Fransızların tertiplediği bir darbede öldürüldü. Burkina Faso'da başarılmaya çalışılan, Afrikalıların, kendi güçleriyle, kendi tercihlerine uygun şekilde ülkelerini geliştirmeleri, hayatlarını zenginleştirmeleriydi. “Başı dik” olma, ekonomik veya diplomatik başarılardan çok önce gelen bir hedef, bir rüyaydı.

Aradan yıllar geçtikten sonra Sankara'nın ardından söylenen sözler arasında aklımda en çok yer eden, işte, “Afrikalı kötümserliği”yle ilgili olandı. Sankara'nın ortaya çıkışıyla büyük darbe alan “Afrikalı kötümserliği”, öldürülüşüyle yeniden hayat bulmuştu. Bu kötümserlik, nasılsa bir şeyin değişmeyeceği, buna izin verilmeyeceği önkabulüne dayanan, insanların özgüvenini baştan yok eden bir duygu haliydi. İzin verilmiş alanda yaşama... Kendini değersiz, işlevsiz hissetme...

Afrika'da böyle bir duygu halinin yüzyıllara yayılmış zemini var. Arap Baharı'nın yarattığı havanın ardından Ortadoğu'nun bugün içine düştüğü felaket manzarası, benzer bir karamsarlığın bu bölgede giderek yayılıp kök salmasına yolaçıyor. Zemin zaten sağlamdı, bahar havasının kışa dönmesiyle uğursuz duvarlar iyice yükselmeye başladı.

25 Kasım 2015 Çarşamba

Lavrov, Batı, Kürtler...

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov bugünkü basın toplantısında bol bol kritik sözler etti. Rusya'nın Türkiye ile meselesinin öyle diplomatik jestlerle, üç-beş günde kapanacak cinsten olmadığı anlaşılıyor. Uçak düşürme olayıyla ilgili bir-iki önemli noktayı yarınki Radikal yazımda aktardım. Uçak faslının hayhuyu içerisinde muhtemelen gürültüye gidecek fakat yakın gelecekte çok hatırlanacak bir bölümü de burada aktarayım, dikkatlerden kaçmasın istedim.

Şöyle dedi Lavrov:
“Suriye sürecinde ilerleme sağlanabilmesi için Batı'nın Türkiye'deki Kürtlerle ilgili ortak bir tutum benimsemesi gerekiyor.”
Nusaybin'de, on üç gündür süren sokağa çıkma yasağı eziyetine ve bu konudaki yaygın sessizliğe sonunda isyan eden insanlar sokağa dökülmüşken bunun anlamını üzerine düşünmek faydalı olur.

24 Kasım 2015 Salı

Cezayir'de "paralel yapı" tasfiyesi

Cezayir'in eski "terörizmle mücadele" şefi Abdülkadir Ait-Urabi, bilinen ve korku salan adıyla “General Hassan,” bugün (24 Kasım Salı) askerî mahkeme önüne çıkacak. Ülkede bugüne kadar gizli servisten bu kadar üst düzey bir subayın herhangi bir davada yargılandığı görülmedi. Urabi, ordunun emirlerini dinlememek ve hassas belgeleri yok etmekle suçlanıyor. Cezayir Teoman Koman'ı, 2013'te emekli edilmiş ve gözetim altında tutulmaya başlanmış, bu yılın Ağustos ayında da tutuklanmıştı.

İslâmcı silahlı gruplara karşı yürütülen gaddarca savaş, silahlı muhaliflerin gaddarlığını üçe beşe katlayan yöntemlerle bitirildikten sonra, yirmi yıl boyunca bu savaşı idare etmiş Urabi'nin gördüğü nankörce muamelenin gerisinde yatan, Başkan Abdülaziz Buteflika'nın istihbarat servisleri üzerinde mutlak denetim sağlamak, kendisine sadakatlerinden emin olmak istemesi. Lübnan gazetesi The Daily Star'ın aktardığına göre, Cezayir'de başkanın "paralel devlet"i ortadan kaldırmaya giriştiği söyleniyor.

Bu cümleden olmak üzere, General Muhammed Medyen'in de görevine son verilmişti. General Medyen, istihbarat servisi DRS'nin (İstihbarat ve Güvenlik Dairesi) hep geri planda ve kuytuda kalan, General Tevfik adıyla bilinen etkili reisiydi. Gizli servisin başında bulunduğu 25 yıl boyunca o kadar etkiliydi ki, ona "Cezayir'in Tanrısı" lakabını takmışlardı. Bu adama da biraz zorlamayla, Mehmet Ağar ile Veli Küçük karışımının Cezayir versiyonu diyebiliriz sanırım. Şimdi, Urabi'nin avukatı, General Tevfik'i tanık olarak mahkemeye çağırdı. Eğer 74 yaşındaki general bu davete uyar da Oran'daki mahkeme salonuna gelirse, kamuoyu kendisini ilk defa görecek!

23 Kasım 2015 Pazartesi

IŞİD'de Baas'çıların yeri, rolü

IŞİD-DAİŞ ile Saddam Irak'ının yönetici kastının, ordu ve güvenlik aygıtının ilişkisi, sözü sıkça edilen ama somut ayrıntıları o kadar sık ortaya dökülmeyen bir konu. IŞİD-DAİŞ'in "ne olduğunu" sahiden anlamak isteyen okurlar için birkaç veri aktaracağım. İşin uzmanları bunları biliyor ama nedense sözünü pek etmiyor. (Bunların çoğunu da aldığım, Charles Lister'in Profiling The Islamic State başlıklı çalışmasını İngilizce bilenlerin okumasını tavsiye ederim.)

Ceyş Rical el-Tarika el-Nakşibendiye önderi İzzet İbrahim el-Duri, 13 Temmuz 2014'teki sesli mesajında, "El Kaide ve İslâm Devleti'nin kahramanlarını ve cengâverlerini" tebrik etmişti. El-Duri, 2015 Nisan'ında Tikrit'te öldürülmeden önce, IŞİD-DAİŞ'in komuta kademesinde önemli bir konumdaydı. (Irak'ın Şii milisleri el-Duri'yi öldürdüklerini iddia ettiler, cenazesi Bağdat'a getirildi, yine de cenazenin ona ait olup olmadığı kesinleştirilemedi, ancak öldüğü kabul ediliyor.) Bu adam, Saddam'ın sağ kolu, Baas Irak'ının başkan yardımcısıydı! Saddam öldürüldükten sonra Baas'ın lideri sayılıyordu.

IŞİD-DAİŞ, Musul'u aldığında Azhar el-Ubeydi'yi şehre vali yaptı. El-Ubeydi, Saddam'ın ordusunda generaldi, Baas'çıydı.

Aynı şekilde, yine eski Irak ordusunun generallerinden başka bir Baas'çı, Ahmed Abdülraşid, Tikrit'e vali atandı.

IŞİD'in "halife"si Ebubekir el-Bağdadi'nin iki yardımcısı, yani örgütün en üst düzey iki elemanı da Baas devleti güvenlik aygıtının iki önemli elemanıydı. Bulunduğu konuma Ensar el-İslâm ve Irak El Kaidesi'nden geçerek gelen, Suriye'den sorumlu Abu Ali el-Anbari, Baas zamanında orduda tümgeneraldi. Irak'tan sorumlu, Tel Afer doğumlu Türkmen Fadıl Ahmed Abdullah el-Hiyali (Hacı Mutaz veya Ebu Müslim el-Türkmeni) önce Özel Kuvvetler'de (Özel Muhafız Birliği'nde!) çalışmış, sonra askerî istihbaratta görevlendirilmiş bir yarbaydı. (IŞİD'in askerî konseyinin başı olduğu da söylenen el-Türkmeni, 2015 Ağustos'unda Musul yakınında bir ABD hava saldırısında öldü. Öldüğünü bizzat IŞİD sözcüsü el-Adnani açıkladı.)

IŞİD-DAİŞ Askerî Konsey'inin eski başkanı Adnan İsmail Nacel Bilavi'nin (Ebu Abdurrahman el-Bilavi) saklandığı yerde 2014 Haziran'ında ele geçirilen belgelere göre, IŞİD'in "orta ve üst seviyeden" yaklaşık bin eski subayı saflarında bulundurduğu anlaşılıyordu. Örgütün kimilerini şaşırtan askerî kapasitesi ve harekât kabiliyetini, bir zamanlar dünyanın dördüncü büyük ordusu olan Irak silahlı kuvvetlerinden aldığı, niyeyse çoğu zaman yeterince hesaba katılmıyor. IŞİD'in, Irak ordusundan ele geçirdiği silah ve ekipmanı derhal etkili şekilde kullanmaya başlayabilmesinin gerisinde de bu bağlantı yatıyor.

22 Kasım 2015 Pazar

Mali ve silahlı grupları

Mali-Bamako saldırısını yapan El Murabitun'un başında Muhtar Belmuhtar var. Ya da yok, yalnız adı var. Kesin konuşulamıyor, çünkü Muhtar'ın Libya'da -özel olarak hedef alındığı- ABD hava saldırısında ölüp ölmediği bilinmiyor. Bamako katliamının arkasında o mu var, bu yüzden belli değil. Öyle kabul ediliyor.

El Murabitun'a kafadan İslâmî Mağrip El Kaidesi'nin kolu muamelesi yapılıyor, ama Muhtar'ın bir süre önce Mağrip El Kaidesi'nin başındakilerle anlaşmazlığa düşüp örgütten koptuğu, El Kaide Şurası tarafından tam on sayfalık bir mektupla (silah ve para meseleleri dahil) birçok açıdan suçlandığı da biliniyor. Şimdi beraber gözüküyorlar, ama belli ki Muhtar'ın -eğer sağ ise tabiî- ve örgütü El Murabitun'un geniş bir özerkliği var. El Kaide Sahra Emirliği'nin başındaki adam, Yahya Abu el Hammam.

Akıl mantık ne Mağrip'te ne burada...

Mali'nin başkenti Bamako'daki otelde 170 kişiyi rehine alıp 19'unu öldüren El Murabitun örgütü bildiri yayımlayıp IŞİD'i kınadı. El Murabitun, "Bağdadi cemaatinin ve liderlerinin yaptıkları, masumların kanını dökmek gibi eylemlerden Allah'a sığınırız," dedi, IŞİD'i "tövbe edip Allah'a dönmeye çağırdı. Ya Bamako'da katledilen 19 kişi masum değil ya onlarınki kan değil ya da akıl mantık iptal oldu...

Herhalde sonuncusu. En az bunun kadar saçma bir vaziyet de Türkiye'de hüküm sürüyor. İktidar yanlıları, Suriye ordusunun Rusya desteğinde ülkenin kuzeyinde El Nusra destekli Türkmen mevzilerine karşı yürüttüğü harekâtı, meşhur "MİT TIR'ları" meselesinde hükümeti eleştiren herkesi suçlamak için vesile haline getirdi. Ana tema şu: "O TIR'ları gönderttirmediniz, bakın şimdi Türkmenler nasıl savunmasız kaldı!" Oysa TIR'lar tartışmasında hükümet kanadının ve ezcümle AKP propaganda aygıtının temel motifi, TIR'larda silah değil insanî yardım malzemesi olduğuydu. Bebek bezleri yerine ulaşmadığı için Türkmenlerin dağdaki mevzilerini kaybettiklerini ileri sürmek Türkiye'nin genel akıl mantık ölçüleriyle bile tuhaf kaçıyor. Bu demagojik fırsatçılığı daha da seviyesizleştiren olguysa, engellenen birkaç TIR'a karşılık yaklaşık iki bininin Suriye'de çeşitli silahlı gruplara ulaşmış oluşu!

20 Kasım 2015 Cuma

IŞİD 'El Kaide ile rekabet'i de gözetiyor

IŞİD-DAİŞ'in yapıp ettiklerini yorumlamaya, doğrudan veya saklı hedeflerini tesbit etmeye, varsa bağlantılı amaçlarını, daha uzun vade için hesaplanmış sonuçlarını anlamaya çalışırken mutlaka hesaba katılması gereken bir etken, çoğu zaman ihmal ediliyor: Bu örgütün evrensel cihat yarışında El Kaide ile giriştiği zorlu rekabet. Yeryüzündeki tek meşru, merkezî İslâmî otorite olma hedefi güden IŞİD'in, dünyanın pek çok yerindeki pek çok radikal Müslüman çevreyi kendi buyruğu altına almasının önündeki başlıca engel, bunların daha önce El Kaide'ye biat etmiş oluşu.

IŞİD-DAİŞ'in Paris saldırılarını üstlendiği videoyu, halifesi Ebubekir el-Bağdadi veya sözcüsü Ebu Muhammed el-Adnani'nin değil de Usame bin Ladin'in sözleriyle açmasının bu anlamda bir halkla ilişkiler faaliyeti olduğu söyleniyor. Paris saldırılarına "Paris gazvesi" adını vermeleri de, El Kaide'nin 11 Eylül saldırılarını "Manhattan gazvesi" diye adlandırmış olmasına atıf olarak yorumlanıyor. (Gazve, İslâm ordusunun bizzat peygamberin komutasında yaptığı harekâtlara verilen ad, ama genel olarak din düşmanına karşı savaş-sefer manasında da kullanılıyor.) IŞİD böylece El Kaide sempatizanlarına "bayrağı biz devraldık, misyonu biz sürdürüyoruz" mesajı vermeye çalışıyor.

19 Kasım 2015 Perşembe

O silahları nereden buluyorlar?

Paris'te 129 kişinin can verdiği saldırılarda kullanılan Kaleşnikof'ları eylemcilerin nereden edindiği fazla mesele edilmedi, fark ettiyseniz. Zira gürültüsü fazla edilmese de Avrupa'da bir silah meselesi var. Rusya'da üretilip Bosna, Sırbistan ve Kosova'da savaşan gruplara aktarılan silahlar, buralardaki savaşların sona ermesiyle birlikte "açığa çıktı" ve Avrupa yasadışı piyasasında rahatlıkla alınıp satılan mallar haline geldi. Altı milyon silahtan sözediyoruz! (David Axe'in The Daily Beast'teki haberinden bilgiler aktaracağım.)

Slovakya polisinin 2014'te Bosna-Hersek'ten İsveç'e giden bir kamyonda ele geçirdiği elbombaları ve hafif silahlar, sözkonusu savaşlar çoktan bitmiş olmasına rağmen yoğun silah trafiğinin var hızıyla sürdüğünü göstermişti. Hattâ Kaleşnikof yeni modeller ürettiği için, elden çıkarılan eskileriyle piyasa zenginleşmiş bile. 2012 Mart'ında Toulouse'da üç ayrı eylemde yedi kişiyi öldüren ve keşkin nişancı kurşunuyla öldürülerek ele geçirilebilen Cezayir asıllı Fransız Muhammed Merah'ın elinde bir AK-47 (Kaleşnikof), bir Uzi, Bir Sten makineli, bir çifte ve çeşitli tabancalar varmış.

Yani silahların ilk kaynağı Doğu Avrupa ama şu anda bütün Avrupa'ya yayılmış bir yasadışı piyasa oluşmuş durumda. Bugün Avrupa Birliği sınırları içindeki kimi yerlerde 300-700 € arasında para ödeyerek Kaleş veya ufak çaplı bir roketatar edinmek mümkün, Europol yetkililerinin söylediğine göre.

"Öylesiniz" demişler ki "değiliz" diyorsunuz!

AKP Genel Başkan Yardımcısı, parti sözcüsü Ömer Çelik biz gazetecilere büyük yardım etti. Çelik'in partisinin Merkez Yürütme Kurulu toplantısından sonra söyledikleri, G20 Zirvesi dolayımında Avrupa devletleri ile Ankara arasında neler döndüğünü, Avrupalı siyasetçilerin Türkiye'ye güncel yaklaşımını anlamamızı sağlıyor. Demecinde "Türkiye toplama kampı değildir, yalnız jeopolitiğe indirgenecek devlet değildir" gibi ifadeler kullanan Çelik'in Avrupa ile ilişkilere dair sözlerini, sadece toparlayarak, yer yer kısaltarak aktaracağım. Araya girmem veya üstüne bir şey demem gerekmeyecek. Buyurun:

“Türkiye'yle ilişkilerin canlandırılması konusunda geç kalındığını düşünüyoruz. Eğer mesele Suriye meselesiyse, sadece Türkiye'yle ilişkilerin Suriye meselesine indirgenerek canlandırılması ya da canlandırılmaması şeklinde bir takvim, çok vizyonel bir yaklaşım olmaz. Ama diyelim ki Suriye meselesi küresel bir güvenlik sorunu oldu ve bundan sonra bu meseleyi canlandırmakla ilgili bir yaklaşım içerisinde oluyorlarsa açık ve net bir şekilde şunu söyleyeyim, o açıklamada beni en çok rahatsız eden kavram, 'dost çemberi' kavramı oldu.

Türkiye'nin Avrupa'nın bir parçası olarak, Avrupa'nın bir eşit unsuru olarak değerlendirilmek yerine Türkiye'nin, Avrupa'nın barışını sağlayacak bir protez gibi değerlendirilmesine kesinlikle iyi gözle bakmayız. Bu 'dost çemberi' kavramı, 2. Dünya Savaşı'nda birilerinin kullandığı çok tehlikeli bir kavram olan 'Lebensraum', Hayat Sahası gibi bir kavramı çağrıştırabilir. Türkiye, kimsenin barış ve güvenliğinin ya da refahının tampon bölgesi değildir. Dolayısıyla eğer bir barıştan bahsediyorsak, bir Avrupa güvenliğinden bahsediyorsak Türkiye, Avrupa güvenliğinin bir protezi değildir. Türkiye, Avrupa güvenliğinin diğer devletlerle birlikte eşit ve ortak bir parçası olarak değerlendirilmelidir.


18 Kasım 2015 Çarşamba

Düşürülen Rus uçağı - bomba kabinde

Rus yolcu uçağının Sina yarımadası üzerinde düşürülmesi ve 224 kişinin katledilmesiyle ilgili ayrıntılar yavaş yavaş netleşiyor. Son olarak, uçağın düşmesine yolaçan bombanın kabinde, arkalarda, kuyruğa yakın bir yerde patladığı anlaşıldı. Eldeki verilerle yapılan tahmine göre, bomba pencere tarafındaki koltuğun altına konmuş, patlama pencere çerçevesini uçurarak kabin basıncının birden düşmesine yolaçmış ki, bu da daha büyük bir patlama etkisi anlamına geliyor. Bu ihtimale göre, IŞİD'in uçağa çok büyük bir bomba sokmuş olması gerekmiyor.

Bu senaryoya göre kazanın canlandırıldığı videoyu buraya tıklayarak izleyebilirsiniz.

Nitekim IŞİD-DAİŞ, İngilizce propaganda dergisi Dabiq'te, bir Schweppes soda kutusu kullanılarak yapılmış bomba düzeneğinin fotoğrafını yayımladı ve uçağa yerleştirilenin de bunun benzeri olduğunu ileri sürdü. Olup olamayacağına dair kesin bir uzman görüşü henüz yayımlanmadı.

Böylece, bombanın bir şekilde pilot kabinine sokulduğu tezleri geçersiz kalıyor. Aynı şekilde, bombanın turist kafilesi havalimanına gelmeden önce, otelde veya valizlerin topluca aktarılması sırasında konduğu senaryoları da iptal oluyor.

Bu sabotajla ilgili gelişmeleri burada derlemiş, bomba ihtimalinin kesinlik kazanışını ayrıca duyurmuştum.

Suriye pasaportuyla intihar eylemi

Radikal, 16.11.2015

Paris katliamlarını yapan cihatçı eylemcilerden biri, bir intihar bombacısı, onlarca kurbanın âhıyla birlikte, genç bedeninin parçaları arasında bir işaret bıraktı. Bir pasaport. Suriye pasaportu. Türkiye'den Yunanistan’a, oradan -henüz tesbit edilemeyen bir güzergâh üzerinden- Fransa'ya geçmiş bir kimlik belgesi.

Fransız polisi pasaportun sahte olabileceğini söylüyor. Büyük ihtimalle Türkiye'de yapılmış.

Polisiye bir ayrıntı mı? Yoksa fazlası mı? Avrupa Birliği Sınır Koruma Teşkilatı'nın Türkiye'deki sahte pasaport piyasasıyla ilgili uyarıları bizde pek haber olmadı.

Sünnî Müslüman kardeşlerine şefkatle kucak açmış inançlı bir milletin sahalarında görmek istemeyeceği hareketler mi var yoksa ortada? Mültecilere işe yaramaz canyelekleri satan esnaf Cuma'ya gitmeyenler arasından mı çıkıyor? Hay Allah! Alnından karasinek geçmemiş Türk esnafına iftira mı atılmaktadır? Maksat yeni, büyük İslâm medeniyetinin liderine kara çalmak mı? Paris'i kana bulayan eylemcilerden biri 2013'te Türkiye'ye girmiş, fakat resmen ülkeden çıkmamış. Sansasyon gazetecisi tabiriyle sırra kadem basmış. Aslında hiçbir yere basmamış, bildiğin Suriye'ye gidip IŞİD'e katılmış. Yani birkaç yıl boyunca dünyanın çeşitli yerlerinden gelip Türkiye'de buyur edilen, Suriye'ye güvenli yoldan geçirilip şu meşum cihada katılması sağlanan müstakbel katillerden biri. E, bu da sahalarımızda görmek istemediğimiz türden hareketlerden. Olmasın demiyoruz ama! Kimse görmesin diyoruz.

17 Kasım 2015 Salı

Radikal'deki yazımda yanlış var

Bugün (17 Kasım Salı günü) Radikal'de yayımlanan yazımda bir yanlış yaptım. Fransız internet gazetesi Mediapart adına Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi'nden (CNRS) Pierre-Jean Luizard ile görüşen gazetecinin adıyla Luizard'ı karıştırdım. Böylece IŞİD Tuzağı. İslam Devleti ya da Tarihin Dönüşü kitabının yazarı da, söyleşiyi yapan Joseph Confavreux'ymüş gibi oldu! İkisinden de özür dilemek isterdim ama nasılsa haberleri olmayacak; bu yüzden özürü okurlarımdan diliyorum. (Bu önemli söyleşiyi Haldun Bayrı çevirdi, Medyascope yayımladı. Şuradan okuyabilirsiniz: “IŞİD Irak’ta başardığını Fransa’da da yapmaya çalışıyor”.)

Bu arada, hayatımda ilk defa, yazıda iki ayrı yanlış veri aktarıp, bunları bir miktar arayla fark edip, üstüste iki defa gazeteye düzeltme gönderdim. Bu anca şimdi fark ettiğim ve artık düzeltme şansına sahip olmadığım üçüncüsü! "Zalımsın TC" mi demeliyim, "Teşekkürler Türkiye" mi? Yoksa kalabilen aklın nasıl kalabildiğine mi hayret etmeliyim? Umarım bu kalıcı bir hal değildir.

NOT: Yazının blog'taki versiyonunda yanlış düzeltilmiştir.

13 Kasım 2015 Cuma

Sahte fotoğraf, yanlış bilgi, vesaire

İktidar, para, güç sahibi olmayan sıradan insanlar için sosyal medyanın ne kadar hayatî bilgi kaynağı olduğu ortada. Hele Türkiye gibi, büyük işletmeler halinde vücut bulmuş yerleşik basının giderek ideolojik propaganda aygıtına dönüştüğü, dönüşmeyen kısmına da ağır baskı uygulanan, hattâ elkonan ülkelerde. Sosyal medyadaki en ciddî mesele de, yalan yanlış bilginin hızla dolaşıma girmesi, anında düzeltilse bile bu düzeltme girişiminin fayda etmemesi, yanlış bilginin dolaşmaya devam etmesi. Bu zararlı süreç, mücadeleli, çekişmeli konularda, çoğunlukla, dönüp bilgiyi yayanı vuran bir bumerang da üretiyor.

Daha önce iki ayrı yazıda, özellikle hak-hukuk-adalet mücadelesi veren, sağlıklı bilginin, hakikatin ortaya çıkmasından yana olan insanların bu mekanizmadan zarar göreceğini anlatmaya çalışmıştım. Yazıların ilki şuydu: Hakikat aramanın lüzumuna dair bir açıklama; ikincisi de şu: Hakikat bizim kalsın, yalan onların.

11 Kasım 2015 Çarşamba

11 Kasım 2015 - geçmiş zaman

Seneleer önce, bir halı saha dönüşü grup halinde yemek yerken, nasıl olduysa böyle bir fikre ulaşmıştık. Herhalde birtakım acı gerçeklerin üzerinden gülerek ederek, kendimizi kandırarak atlamaya çalışırkendir. Hangimiz ne dedik de sonunda bu formüle ulaştık, hatırlamıyorum, ama Kemal Gökhan Gürses (Twitter'da @karga_kafasi) ile ortak "eserimizdir" diyebilirim, içerik bakımından. Şekil faslını da sonradan ben hallettim. Önce bulduğum bir fotoğrafla, rastgele yapmıştım, sonra gidip özel olarak bu fotoğrafı çektim; "yerleştirme"yi gözeterek. (Aslında sahici yerleştirme olarak da fena durmazmış!)

Istanbul is - Hakkari not

Acı olan, hakikate direnmenin koca bir ülkeyi nerelere getirebileceğini her vesileyle yeniden yeniden görmemiz, ama oraya gelineceğine inanmayışımız ya da bunu umursamayışımız. Şu can acıtıcı kıyasın yapılması bile bir ilişkiydi. Birilerinin derdiydi. Seneler geçti, onca emek, onca kurban niyeydi? Kapatayım çenemi.

Yüce Yargı'nın kadınlarla savaşı

Radikal, 10.11.2015

Hatice Kaçmaz, öldürüldüğünde 33 yaşındaydı. Katili, ona musallat olmuş bir erkekti. (Erkek dünyasında buna “aşık olmak” da denebiliyor.) Bıçağını cebine koymuş, gidip Hatice Kaçmaz'ı bulmuş, muhtemelen onsuz edemediğini söylemiş, kendisiyle evlenmesini istemişti. Ve reddedilmişti. Çekti bıçağı. Bir, iki, üç, dört... on altı defa sapladı kadının bedenine. O esnada kendince, ruhunu, hayatını esir almış o tutkudan kurtulduğunu mu düşünüyordu? İstediğini vermeyen kadından intikam mı alıyordu? Yoksa bunlardan birine ilaveten, kadının bedenine bıçağı sokup çıkarmanın derinlerdeki gizli hazzı ve tatmin duygusu da mı eşlik ediyordu cinayete?

Katilin güdüleri ve duyguları bizi ne kadar ilgilendirir?

9 Kasım 2015 Pazartesi

Twitter'da organize anti-Esad propaganda

9 Kasım gecesi 04:00 itibarıyla "syria's media outlets" (Suriye medya kuruluşları) kelimelerini girerek yapacağınız bir Twitter araması, sizi çok ilginç bir sonuç sayfasına götürüyordu. Bu sayfada, hepsi aynı metinden oluşan yaklaşık 330 tweet saydım. Metin şu: "Nearly all of Syria's media outlets are state-owned, and the Ba'ath Party controls nearly all newspapers." Yani: "Suriye'nin hemen bütün medya kuruluşları devlete aittir ve Baas Partisi hemen bütün gazeteleri kontrol eder." Bu tweet'lerin çoğunun bir yerine "#NaturalHealing" (doğal tedavi) hashtag'i iliştirilmişti.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Mısır açıkladı: Rus uçağına bomba konmuş

Mısır'ın en büyük (ve devleti de temsil eden) gazetesi El Ahram, günlerdir dünyayı meşgul eden kazaya uçağa yerleştirilmiş bombanın yolaçtığını açıkladı. Bomba ihtimalinin giderek güçlendiği, Amerikalı, Britanyalı ve son olarak Fransız uzmanlar tarafından dile getiriliyordu. Rusya ve "terör saldırısı" ihtimalinin kesinleşmesi halinde turizmi fena etkilenecek olan Mısır ise daha uzun araştırmalar gerekeceğinde ısrar ediyorlardı. Ancak karakutu incelemesi, henüz bu aşamada, kazanın motor arızasından kaynaklanamayacağını ortaya koydu. Uçuş kaydında patlama sesinin duyulduğu da soruşturmaya yakın bir Fransız kaynağa dayandırılarak bildiriliyor.

Bugün (7 Kasım) saat 00:50'ye kadar olan gelişmeleri ve ortaya çıkan ayrıntıları şurada derlemiş, güncellemiştim. Kaza nedeni araştırmasının sonucunu burada ayrıca haberleştirmeyi tercih ettim.

Bir sürü tedirgin kuşlar

Radikal, 05.11.2015

“İlk bu sabah / İlk bu sabah göğü görmedim / İlk bu sabah kaysı çiçeklerini / Hüzün ilk kez konuk gibi gelmedi / Efendim, ev sahabım / Karacamı suya indiremedim / Şahanım uçurdum döndüremedim / Dağlar / Enikli kapılar kitlendi / Taş avlular sustu, ben sustum / İlk kez bekledim ölümü / Dostu bekler gibi bekledim / Dağlar / Benim acım acıların beyidir / Canıma bir doru kısrakla gelir / Öfkeyi sabırda eritir / Umut yer / Suyunu gözümden içer bir zaman / Dağlar of dağlar.”

Gülten Akın bize bu “Güneydoğu Ağıdı”nı bırakıp gitti.

Dağlardan mı sözetmeli, taş avlulardan mı, susanlardan, ölümü bekleyenlerden mi?

Yoksa doğrudan, ölenlerden mi? Bacakları kopanlardan, ellerini, gözlerini kaybedenlerden..? Bombalanmış mezarlıklardan, saçılmış kemiklerden?

Gencecik akranlarını, arkadaşlarını pek zamansız özleyenlerden mi sözetmeli? Eşlerini, evlatlarını nafile arayanlardan mı?

Yoksa susup, kendi yolunda yürümüş bir ince şairin ardından öylece bakakalmalı mı?
“Bozkırdan günün son treni geçecek / Ben her şeye ardından bakacağım.”

Dağlar, of dağlar, hakikaten!..

6 Kasım 2015 Cuma

Soykırım yaklaşıyor, kimse oralı değil

Burundi'de ikinci bir soykırım yaklaşıyor. (İlki 1970'lerde yaşanmış, bugüne kadar çeşitli defalar yeni girişimler, provalar görülmüştü.) Haftalardır her gün insan öldürülüyor, şimdi de en yetkili ağızlar, devlet yöneticileri, taraftarlarını muhalifleri öldürmeye çağırıyor. İktidar partisinin gençlik örgütü Imbonerakure'nin bu işi çağrı beklemeksizin yapabileceğinden zaten uzun zamandır korkuluyor. Senato başkanı Reverien Ndikuriyo'nun kullandığı deyimler, "toz etmek", "kökünü kurutmak". Muhaliflerin layığı "ancak ölmek" olabilirmiş.

Suriye - Alabi ailesinin hikâyesi

Muhammed'i, kuzeni İhab'ın mezarı başında öldürmüşler. Mezarı ziyarete gittiğini biliyorlar, çünkü izlemişler. Elinde Kur'an, mezara eğildiği sırada havaya uçmuş. Bomba yerleştirmişler. İhab'ı da onlar vurmuştu. Muhammed'in annesini aramış birisi, telefonda, "Sana çok güzel bir anneler günü hediyesi vereceğiz," demiş. Sonra Muhammed'i havaya uçurmuşlar. El-Nusra yapmış. İhab da Muhammed de Sünni. Alabi ailesinin gerikalanı da öyle. Şam dışında oturuyor, Şam'da, Eski Şehir'de çalışıyorlar. Silahlı isyana katılmamışlar, muhaliflerden hain muamelesi görüyorlar. Çarşıdaki Alevi ahali onları tanıyor, biliyor. Ama bir güvensizlik girmiş araya. Alabi'ler, gece devriyelerine çıkıyor, fiilen Suriye ordusu ile birlikte çalışıyorlar. Ama devlet onlara potansiyel beşinci kol gözüyle bakıyor. "Çoluk-çocuk, nereye gidelim de yeni bir hayat kuralım?" diyorlar. "Hayat zor, pahalı." Suriye'de kendileri için parlak bir gelecek ihtimalinin varolmadığına inanıyor, çocukları için dertleniyorlar: "Bari onların şansı olsa..." Çocuklardan biri, Muhammed'in beş yaşındaki oğlu. "Baban nerede?" deyince, "Öldürdüler", "Kim öldürdü?" diye sorunca, "Özgür ordu," cevabını veriyor. Alabi'lerin hikâyesini bize Thanassis Cambanis anlatıyor.

Suriye - Muhammed'in hikâyesi

Suriye'de olan biteni siyasetin, diplomasinin sevimsiz kavramları ve mecburen gündelikleşmiş, rutinleşmiş haberlerin trafik lambası duygusuzluğundaki akışı içerisinde izliyoruz, kavramaya çabalıyoruz.

Böyle kavrayamayız ki!

Patrick Cockburn'ün -2012'den- aktardığı "ufacık" olay -çünkü bir genç adamın bacağını kaybetmesi, bırakın Suriye'yi, 2015 Türkiye'sinde dahi ufak, sıradan hadisedir- idrakimizi derinleştirecektir:

21 yaşındaki Suriye ordusu askeri Muhammed Diab (Ziyab?) Halep civarında vurulur. Şansı vardır, hastaneye ulaştırılabilir. Şansı o kadardır, sol bacağının dizden aşağısını keserler. Şansı biraz daha açılır, bacağına bir madenî protez de takarlar, yürüyebilir. Kalkar, köyüne gider. İdlib bölgesindeki Rahiya köyü. Orası muhalif silahlı grupların denetimindedir. Muhammed ne yapsın? Köyü orasıdır, oraya gider. Köye yaralı bir askerin geldiği ister istemez duyulur. Silahlı muhalifler gelir, Muhammed'i rehine alırlar. Muhammed'in şansı kapanmıştır. Protezini alıp götürür satarlar, onun yerine bacağına bir tahta parçası bağlarlar. Muhammed beş ay rehine kalır. Ailesi, uğraşır didinir, onu bin dolara denk düşen bir para karşılığı kurtarır. Muhammed'in bacağı mikrop kapmıştır. Şansı, Şam'daki askerî hastaneye ulaşmasına yardım eder.

Düşen Rus uçağı - şu ana kadarki bilgiler

Mısır'ın turistik tatil yöresi Şarm el-Şeyh'ten kalkıp St. Petersburg'a giderken Sina üzerinde düşen Rus uçağına (Metrojet Airbus 321-200) ilişkin haberler havada uçuşuyor. 7K9268 sefer sayılı uçakta 224 kişinin can verdiği kazaya ilişkin bol spekülasyon, bir miktar da ciddiye alınmaya değer olgu var. Toparlayabildiklerim:

• Uçağın hava koşullarına bağlı herhangi bir sebepten düşmediğinde herkes büyük ölçüde hemfikir.
• İlk anlarda ortaya atılan "uçak roketle vuruldu" iddiası kesin olarak geçersiz. Uçağın "dışarıdan gelen bir etkiyle" düşmüş olamayacağı söyleniyor.

5 Kasım 2015 Perşembe

Suriye'deki vaziyetin karmaşıklığına örnek

Suriye'de olan biteni izlemek çok zor. Anlamak daha da zor. Bazen bazı somut olaylar işaret fişeği niteliğinde olabiliyor, gerçeğin görünmeyen yüzüne kısmen ışık tutabiliyor. El-Nusra'nın, Suriye ordusunca kuşatılmış Kuzey Humus'un tek ikmal koridorunu ele geçirmek üzere yürüttüğü manevra, bunlardan biri. Syria:direct'in haberinden aktarıyorum.

Kapıyı usulca çekip çıkamıyor musun?

4 Kasım'da Radikal'de yayımlanan yazımda derdimi iyi anlatamamışım sanırım. Yakın geleceği koyu karanlık resmetmeyi haklı kılan seçim sonucu üzerine "enseyi karartmayın" muhabbeti yapmak değildi niyetim. Bunu yapanlar oldu ve onlara teşekkür etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yapmayışım, yapamayışımdan. Çünkü bu durumda enseler kararır, normal. Buna rağmen ayağa kalkabilsek güzel olur. Fakat kimi kalkabilir, kimi kalkamaz. Bu da normal. Bazılarımız ötekileri teşvik edebilir, bazılarımız edemez. Yine, normal.

Fotoğraf: HDP Diyarbakır mitinginde bombadan bu hale gelmiş adam, 7 Haziran seçimlerinde oy kullanıyor.

Benim derdim bir insan türüyle: "Gidecem artık bu memleketten, çekilmez burası!" diye bağırıp çağıran birileriyle. Niye bağırıyorsun suratımıza?

Ne yapılacak, mücadele edilecek

Radikal, 03.11.2015

Şu ana kadar seçim sonuçlarıyla ilgili okumadığınız tahlil, değerlendirme, öngörü vs. kalmış mıdır? Sanmıyorum. Dolayısıyla söylenmiş her şeyin üzerine bir de bendenizin bu işe kalkışması gayet fuzuli görünecek. Ancak köşeyazarlığı müessesesinde aksi görevden kaçmak sayılacağından, birkaç söz etmek mecburiyetindeyim.

Önceliği, bir siyasî tavır olarak şımarıklık mevzuuna veriyorum. Birileri, arzuları tek fiskede dünyayı değiştirsin istiyor. Minnacık bir demokratik adım için yüzlerce insanın can verdiği bir ülkede, o elini sıcak sudan soğuk suya soktu diye hayat duracak, şekil değiştirecek ve o her nereye istiyorsa o yöne dönecek. Bu şahane insan oy attı, buna rağmen sonuç alınamadı mı? O halde... batsın bu dünya da değil, batarsa bu dostumuz neyi kendi etrafında döndürecek? Nerede kime çemkirecek? Alıp başını nereye gideceğini haykırabilecek?

4 Kasım 2015 Çarşamba

Güle güle Gülten Akın

Yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti bizi
Utanırız tadına varmaktan içkilerimizin
Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir
Üşümekden değil korku, ısınır olmaktan
Yorgun savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi

Tutulmuş dağ yolları oklar ve tuzaklar
Biri dostluk adına bağışlar çirkinliğimizi
Düz yollara düşeriz yeniden oksuz ve tavşansız
Yılgın savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi.

Gülten Akın, "Üşümekten değil korku"

1 Kasım 2015 Pazar

Kobanê Günü'nü hep birlikte sahiplenme fırsatı

Ne demek lazım? Hiç. Türkiye'de aslında herkesin neyin ne olduğunu en iyi bildiği mesele, Kürt meselesi. Millet-i hakime kompleksleri kırılacak ve hastalıklarından arınmış, olgun, çoğulcu bir toplum haline gelebileceksek, bu iş Kürt meselesinin hallinden başlayacak. O halledildikçe hep beraber şifa bulacağız.


31 Ekim 2015 Cumartesi

Uyduyu Mısırlılar kaybetmemiş, suçlu tabiat

Konu hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ne Mısırlıların uzayda dolaşan Rus yapımı uydusundan haberim vardı ne de bunun kaybolduğundan. Az öncesine kadar.

Meğer Rusya'nın Energia firması Mısır için "Egypt -Sat 2" adlı bir uydu imal edip 2014 Nisan'ında uzaya fırlatmış; herhalde yörüngesine yerleştirilip işleyişi bir rutine oturtulduktan sonra, bu yılın Ocak ayında uydunun yönetimi Mısır tarafına devredilmiş. Ve geçen Nisan ayında bu uydu ile bağlantı kesilivermiş. 40 milyar dolarlık alet uzayın derinliklerinde kaybolup gitmiş.

Şerefli vatan evlatlarının ortak değerleri

Sahte içki üretip on dört (14!) [ GÜNCELLEME: yirmi üç (23!) oldu ] kişinin ölümüne yolaçan adamlar, fotoğraflarını çeken gazetecilere, "Bizi çekmeyin, askeri polisi öldüreni çekin!" diye bağırdılar. "Millî değerler" bakımından Türk toplumunun sürekliliğini ortaya koyan güzel bir örnek.

En yakın benzeri, dükkânının camına kartopu geldi diye bıçakla dışarı fırlayıp gazeteci Nuh Köklü'yü öldüren esnafın ağabeyinin cumhurbaşkanına yazdığı mektupta görülmüştü. Kabaca, "Biz de sizdeniz, davamıza bir el atıverin," diyordu katilin ağabeyi. "Sizdeniz"den kasıt, "millet"ti şüphesiz!

28 Ekim 2015 Çarşamba

"Yüzde 60 bloku"nun MHP'si

Ömer Faruk Gergerlioğlu, P24 Bağımsız Gazetecilik Platformu'nun organizasyonuyla Kayseri'ye giden ekipteydi ve izlenimlerini derleyip blogunda yayımladı. Kayseri'nin seçim öncesi havası için tamamını okuyun. Ben burada yalnız MHP Kayseri 1. sıra adayı, eski Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu'nun dediklerinden bir kısmını aktaracağım. Bazılarımız çok genç olduğu, 1980 öncesini, hattâ ’90’ları yaşamamış bulunduğu, bazılarımız şuursuz, bazılarımız da düpedüz oportünist olduğu için hâlâ halledilmemiş bir "MHP nedir?" konusu var ya; o bakımdan; bir. İki de şu: Ortalama kafa yapımız bunlara ne uzaklıkta?

26 Ekim 2015 Pazartesi

İdlib'de kadınlara kıyafet yasakları

Suriye'nin kuzeyinde, Fetih Ordusu koalisyonunun denetimindeki İdlib'de kadınlara yönelik kılık kıyafet yasası çıkarıldı. Ma’arat al-Numan'da, cihatçıların mahkemesi, kadınların nasıl giyineceğine dair kuralları belirledi:

Giysi şeffaf olmayacak, kendi başına bir süs eşyası niteliği taşımayacak, parfüm sürülmeyecek, altın veya başka takı takılmayacak, makyaj yapılmayacak, etek boyu ayak bileğini örtecek kadar uzun olacak, giysi veya çarşaf renkli olmayacak, giysi bol olacak. Kurallar sadece 50-60 bin nüfuslu Ma’arat al-Numan'da değil, İdlib şehrinde de uygulanacak.

Türkiye sınırına bitişik İdlib, ÖSO ile cihatçıların birarada bulunduğu geniş bir silahlı muhalefet koalisyonu tarafından, iddialara göre Türkiye'nin de aktif katkılarıyla ele geçirilmişti. Bölgede bir süredir "Çarşafım iffetimdir" başlıklı bir kampanya yürütülüyordu.

25 Ekim 2015 Pazar

Devlet Dilek'i de öldürdü

Küçükarmutlu'da evinin önünde vurdular, bir hafta direndi, can verdi. 25 yaşındaydı. Kürt ve Alevi bir ailenin kızıydı. Eve girerken galoş giymelerini istemiş, polislerle tartışmıştı. Polis, "Abisi silahımızı almaya kalktı, o sırada vuruldu" diye yalan söyledi. O mahallede birisi polisin silahını almaya kalksa ya o arbededen sağ çıkamaz ya "tesirsiz hale getirilip" hastanelik edilmiş ya da, en azından gözaltına alınmış olurdu. Yok böyle bir şey. Dilek, devletin son kurbanı. Ailesi hastane önünde bir hafta bekledi, hepimiz nefesimizi tuttuk, edebilen dua etti, kurtaramadık.


Şimdi muhtemelen onun örgüt üyesi, terörist şu bu olduğunu ispata yönelik yayınlar başlayacaktır. İktidar medyası, onun öldürülmeyi hak edenlerden olduğunu anlatacaktır. Millet-i hakime ve devleti, kabaca budur.

[ EK / 20 ARALIK 2015 / Dilek’i nasıl hunharca, nasıl burun çekermiş gibi, ense kaşırmış gibi, esner, hapşırır, hıçkırırmış gibi, dünyanın en basit ve tabiî eylemini, en dikkat çekmeyecek, en mesele edilmeyecek işi yaparmış gibi vurdukları, vurduktan sonraki üzüntüsüzlükleri, utanmasızlıkları, aralarından bazılarının kösele ruhuna uğrayıp geçen, "galiba başımıza iş açılacak" ürküntüsü, Dilek'in ağabeyinin çıldırasıya saldırması, polisin ambulans değil kelepçe derdine düşüşü, Dilek'in annesinin, eline geçirdiği ayakkabıları, dünyanın en derin ve ağır hakareti gibi, devletin üstüne savuruşu, devletin kendine edilen bu derin ve ağır sözü asla anlayamayacak oluşu... ve daha başka rezaletler, iğrençlikler, korkunçluklar ortaya döküldü. Nasıl olduysa, Dilek'in vurulduğu an ve sonrasına ilişkin görüntüler dava dosyasına girdi, böylece hepimizle paylaşılabildi; ve almak isteyene mükemmelen yeni bir devlet dersi sunuldu. Görüntüleri şuradan izleyebilirsiniz. ]

"Oy ve hilesi"ni anladık da, İrem Çevik kim?

AKP propaganda aygıtı veya bu aygıtın sosyal medya kolu, yeni bir atağa kalkıştı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en yüz ağartıcı girişimlerinden biri olan Oy ve Ötesi'ni karalama ve kriminalize etme operasyonunun bir ayağı olarak, Twitter'da "Oy ve Hilesi" diye bir hesap açtılar. Ve bu hemen, Hilal Kaplan başta, vazifeli popüler kimselerce paylaşılıp devreye sokuldu. Ve karşımıza, muhtemelen bir defa daha başarısız kalacak şekilde "dibi yok" dedirten bir başka sefil vaziyet çıktı.

Hile yapma derdi olanlar dışında kim Oy ve Ötesi'ne gıcık olabilir? Bu gerçek bir sorudur. Fakat şimdilik geçiyoruz, konu başka.

Jiyan.org -taze engellendi, Tor browser paketi veya VPN kullanarak erişebilirsiniz- yazarı Efe Kerem Sözeri ayrıntılı olarak anlatıyor, ben burada, büyük ölçüde ondan aldığım bilgilere dayanarak, kısa yoldan ifade edeceğim. "Oy ve Hilesi" adı altında, gönüllerinden geçeni simgeler bir isimle kurdukları hesap, aslında yeni değil. Varolan bir başka hesaba kullanıcı adı ve profil değiştirterek oluşturmuşlar. Eski hesap "Allah'ın seçtikleri" falan olsaydı, eyvallah diyebilirdik de, yanda gördüğünüz fotoğraf, işte o eski hesabın profil fotoğrafı. Adı güya "~~irem_çevikk"miş ve birtakım pek manalı sözler paylaşıyor, delikanlılardan güzel mesajlar alıyormuş. Kullanıcı numarasıyla Google araması yaptığınızda karşınıza çıkan görüntü de bu (sadece kenarındaki fuzulî şeyleri temizledim, içeriksel müdahale yok):


24 Ekim 2015 Cumartesi

"Kürt şarkıcı sahnede öldürüldü" haberi

Feci bir olaya ilişkin haber, pek çok yayın organında aşağı yukarı şu başlıkla yeralıyor: "Kürt şarkıcı sahnede öldürüldü". Burada ya sahiden feci bir olayla ya da yanlış bilgiyle, ama her hâlükârda bir gazetecilik felaketiyle karşı karşıyayız.

Selim Serhed adlı şarkıcının İstanbul/Avcılar'daki bir türkü-barda, Kürtçe şarkı söylediği için sahnede bıçaklandığı bilgisi, şarkıcının bir arkadaşının ardarda attığı üç tweet'e dayanıyor (ilki burada). Onur Akay'ın Twitter'den duyurduğu şu: "Genç şarkıcı arkadaşımız Selim Serhed bıçaklı saldırıya uğradı ve hayatını kaybetti. Daha kötüsü, Kürtçe şarkı söylediği için sahnede bıçaklandığını duydum. Oysa Selim Serhed, barış şarkıları söylerdi! Allah ailesine ve çocuklarına sabır versin."

Birçok gazete ve haber sitesi, böyle korkunç bir olaya ilişkin haberi bu ayrıntılarla yetinerek duyurdu. Duyurmayanları bir yana bırakıyor, sırtını tweet'lere yaslayarak gazetecilik yaptıklarını sananlara eğiliyorum.

22 Ekim 2015 Perşembe

Yeni bulmaca: Rakka harekâtı ve Kürtler

ABD ordusu sözcüleri ve "IŞİD'e karşı koalisyon" adına konuşan askerî sözcü, kısa süre önce Suriye’ye (Haseke) havadan atılan 50 ton silah ve cephanenin "Kürtlere değil Arap muhaliflere" gittiğinde ısrarlı. Bunu duymuştuk. Buna karşılık, Rojavalı Kürtlerin sözcüleri de bu silah ve cephaneden kendilerine de pay düştüğünü ileri sürmüşlerdi. Zaten sözkonusu "Arap güçler", YGP-YPJ ile ittifakını açıklayan "Suriye Arap Koalisyonu"!

Benzer çelişik ifadeleri, muhtemel Rakka harekâtı konusunda da duyuyoruz. Koalisyon güçleri sözcüsü Albay Steve Warren, Rakka harekâtına katılacak güçlerin Araplardan oluştuğunu, bunların bünyesinde "başka kimsenin bulunmadığını" söyledi.

Arap silahlı gruplarından yirmi kadar "lider", ABD tarafından, görüşmeler ve eğitim amacıyla bir haftalığına "Suriye dışına" götürülmüş. Bunların elinde yaklaşık beş bin kişilik silahlı güç bulunduğu varsayılıyor. Albay Warren, Rakka seferi için bu sayının "artırılması gerekeceği" görüşünde.

Sözcü Warren, "Kürt savaşçıların o kadar güneye inmek isteyip istemeyecekleri, doğrusu, şu anda belirsiz," demiş. Ancak "Suriyeli Arapların hazır olduğunu biliyoruz. İstiyorlar," diye eklemiş. Sahiden IŞİD ile baş edebilecek beş bin kişilik bir Arap silahlı gücünün varolup olmadığı sorusu bir yana, YPG veya başka bir Kürt silahlı gücünün Rakka harekâtında yeralıp almamasıyla ilgili de kritik bir soru var: Belirsizlik Kürt tarafında mı, ABD başta, koalisyonda mı? Arap nüfusu yoğun olan yerleşimleri IŞİD'den geri almada sadece Kürt silahlı güçlerinin rol oynaması tercih edilmiyor, bunu biliyoruz. Sorun bundan ibaret mi?

[ EK / 23 EKİM / 18:30 ]
Birikim Haftalık'taki yazısında Arzu Yılmaz, belirsizlikte esas payı Kürtlerin karşısına çıkan tercih imkânı veya mecburiyetine bağlıyor:

"...ABD’nin Kürt silahlı güçlerinin öncülüğünde Rakka’ya bir operasyonu yeniden gündemine almasının asıl nedeninin Rusya’nın beklenmeyen Suriye hamlesi olduğu açık. Ancak, Rojava Yönetimi bu kez karar vermekte zorlanıyor. Bu zorluğun bir nedeni ‘Demokratik Suriye Güçleri’ gibi dekoratif yapıların bir Kürt-Arap çatışmasının önüne geçemeyeceği gerçeği ise, bir başka nedeni de Rusya’nın desteğiyle Cerablus’a operasyonun yeniden bir ihtimal olarak belirmesi."

Yeni Şafak “söz söyleyin” diyor, söyleyelim

Radikal, 20.10.2015

İdraksizlikleri yüzünden “yediririz” sandıkları bir basit seçim numarası mıdır? Nihayet birilerinin aklı başına gelmiş veya dudaklarını kıpırdatacak cesareti bulmuş da harekete mi geçmişlerdir? Yoksa birileri, eridi bitti sandığımız vicdanlarının kalan parçalarından son bir insanlık hamlesi imal etmiş, hep beraber ateşe atılmamızı mı önlemek istemişlerdir? Bunları bilmiyoruz. Lâkin İstanbul'da bir polisin gencecik bir kadını evinin kapısı önünde, hiçbir geçerli sebep yokken çekip vurduğu, kızcağızın hastanede can çekiştiği günün gecesinde, hükümet propaganda aygıtının yersen seçkin-seviyeli hücumcusu Yeni Şafak birden “haydi barışalım” atağına kalkıştı. “Türkiye için siz de bir söz söyleyin” çağrısının öne çıkarıldığı bu manevra, Türkiye'nin en berbat klişelerinden biri, “hepimiz aynı gemideyiz” motifi etrafında şekillendirilmiş görünüyor.

Duyuruyu görür görmez, ilk sözümü söyledim; “Berkin'in annesinden özür dilemekle, yuhlanmasını kınamakla başlayabilirsiniz meselâ” dedim.

Yeni Şafak'ın çağrısının şu koşullarda, bırakın inandırıcı olmayı, kulak verilmesi, işitilmesi bile neden imkânsızdır?

21 Ekim 2015 Çarşamba

Türkiye-IŞİD ilişkilerine dair

IŞIN ELİÇİN


Ankara katliamı ardından CHP ve HDP’nin Başbakan Davutoğlu’na yönelttiği, Türkiye’de IŞİD’in durumuna ilişkin sorulara yanıt beklerken, bu konuda uluslararası medyada yer almış önemli bir iddiayı hatırlamalı.

İddia şu: ABD’nin elinde Türkiye hükümeti ile IŞİD arasında “yadsınamaz” ilişkilerin olduğuna dair bilgi ve belgeler var.

Nasıl ele geçmişti bu belgeler, hikayesini derledim:

ABD Suriye’de bir yıldır IŞİD’e yönelik hava operasyonları düzenliyor. Ama sadece bir kez kara operasyonu yaptı ya da karadan düzenlediği bir operasyonu şu ana dek sadece bir kez duyurdu.

Amerikan Özel Harekat Birliği’ne bağlı askerler, 16 Mayıs’ta Deir El Zor vilayetinde, Suriye’nin en büyük petrol yatağının bulunduğu El Ömer’de bir eve baskın yaparak Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) liderlerinden olduğu söylenen Ebu Seyyaf’ı öldürdüler.

Konuyla ilgili açıklama yapan Savunma Bakanı Ash Carter, Ebu Seyyaf’ın askerlere direnmesi üzerine çıkan çatışmada öldüğünü duyurdu. Baskında Ebu Seyyaf’ın 25 yaşındaki Irak vatandaşı karısı alıkonulurken, evlerinde esir tuttukları bir Ezidi kadın kurtarıldı.

Operasyon ulusal güvenlik ekibinin şiddetli tavsiyesi üzerine bizzat ABD Başkanı Barack Obama’nın talimatıyla düzenlemişti. Demek ki, Tunus vatandaşı olduğu kaydedilen Ebu Seyyaf Amerikan askerlerinin hayatını riske atmaya değecek kadar önemli bir hedefti.

Nitekim Carter yazılı açıklamasında örgüte “büyük darbe” indirildiğini belirterek, “Ebu Seyyaf IŞİD’in askeri operasyolarına müdahildi ve terör örgütünün yasadışı petrol, doğal gaz ve mali operasyonlarına da yardım ediyordu,” ifadesini kullanmıştı.

18 Ekim 2015 Pazar

Ahrar-uş Şam hakkında bazı bilgiler

Suriye'deki en büyük silahlı örgütlerden biri, "Stratejik Derinlik" teorisyeni Ahmet Davutoğlu'nun "medeniyet kurma" planlarını üzerine bina ettiği anlaşılan, Ahrar-uş Şam. IŞİD-DAİŞ ve El-Nusra Cephesi ile birlikte "üç büyükler"den biri.

Bu örgüt, IŞİD ile karşılaştırıldığında ehlî, El-Nusra ile karşılaştırıldığında "ılımlı" bulunuyor ve baş destekçileri Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar tarafından Batı'ya pazarlanmaya çalışılıyor. ABD'nin bir önceki Şam Büyükelçisi Robert Ford gibi bazıları, Obama yönetimine bunlarla görüşülmesini tavsiye etmişlerdi. Kim nasıl ayarladıysa, örgütün dış ilişkiler sorumlusu Labib Al Nahhas'a, Washington Post'ta yazı yazdırmışlardı.

17 Ekim 2015 Cumartesi

Yalanları temizlemek kolay da sonra ne olacak?

Radikal, 15.10.2015

Yıldıray Oğur'un bir yazısı üzerine Radikal'de yazdığım yazının çok okunması, paylaşılması, sosyal medyada dolaştırılması, itiraf edeyim ki, beni memnun etmedi. “Ne biçim çakmış”lardan tatmin duymuyor, huzursuz oluyorum. Bu yazıyı Oğur'un manipülasyonları nedeniyle mecburî gördüğüm için yazmıştım. İlaveten, memleket bir felaketin içerisinde, daha büyüğüne sürüklenirken, polemikler şunlar bunlar biraz da fuzuli işler.

Yine de, madem yazdım, Yıldıray Oğur cevap vermiş, yine yalandan, iftiradan, daha çok da gerçeği eğip bükmekten medet ummuş, insanların aklında şüphe kırıntıları kalmasın diye, olabildiğince kısa tutmaya çalışarak birkaç konuda birkaç şey söyleyeyim; polemik âdabı bunu gerektirir. Âdap demişken... “Yıldıray uzun sokmuş, acıyor mu” türü seviyeli dokundurmalara karşı denmesi gerekenleri burada diyemem. İslâmcılıkta bir bu rezillik eksikti, deyip geçeyim. Fenası, insanlar olmasını istediklerine, inanmak istediklerine inanıyorlar ve böylece bir şey veya başka birşey olmayı seçtiklerinin bilincinde değiller.

16 Ekim 2015 Cuma

Taşgetiren'in "katli vaciptir" yazısı

Ahmet Taşgetiren'i Türk İslâmcı camiasının aklı başında, efendi, ölçülü insanlarından biri olarak tanımıştık. Gerçi Gezi isyanı günlerinden başlayarak, televizyonlarda en berbat manipülasyonların yapıldığı arenalarda matador yardımcısı olarak görev aldı ve üstüne hiç oturmayan bir militan propagandacı elbisesinin içine girmeye çabaladı. Yine de içinde ilk fırsatta ortalığa dökülüverecek bir zehri biriktirmiş olduğunu, açıkçası, fark edememiştim. (Ben zaten İslâmcı camiadan pek çok insan hakkında feci şekilde yanıldım; siyasî bir mevzudan bahsetmiyorum, kişilikten, insanlıktan bahsediyorum.)

15 Ekim 2015 Perşembe

Alçaklığın bugünkü, dünkü, evvelsi günkü... tarihi

Radikal, 13.10.2015

İktidar propaganda aygıtının az sayıdaki akıllı cengâverlerinden biri, Ankara katliamı üzerine, üzüntünün, acı paylaşmanın, başsağlığı havasının hiçbir yerine sızamadığı, ibretlik bir yazı yazdı: “Alçaklığın dünkü tarihi”. Hiçbir başlık, gerisindekilere bu kadar uygun düşmemiştir. Yalnız Yıldıray Oğur kendine haksızlık etmiş. Bu yazı nasıl olur da tek güne ait sayılır?

Oğur önümüze “olağan şüpheli”ler atarak başlıyor. Önce “Suriye istihbaratı” ve “cemaatçi savcı ve polisler”. Reyhanlı'da 55 cana mal olan patlamayla ilgili olarak “savcının elinde katliamın emrini Suriye İstihbaratı’ndan ‘Ebu Firas’ kod adlı Anas Asalieh'in verdiğine dair onlarca sayfalık tape, istihbarat notu, ifade var”mış.

Bir istihbarat işinde, “emri şu verdi” diye “onlarca sayfalık tape, istihbarat notu, ifade”! Ne ilginç! Mütemadiyen “emri bu verdi”, “emri bu verdi” diye konuşmuşlar.

Yazarın güçlü kanıtı şu: “Suriye’nin Türkiye’ye düşmanlığı açık, muhaberatın yapıp edebildikleri dünyanın malumu...”

13 Ekim 2015 Salı

Bir dakikacık saygı gösteremeyenler

New York Times'ta Tim Arango, Türkiye toplumunu artık hiçbir şeyin biraraya getiremediğini yazdı: Ne sevinç (Aziz Sancar'a Nobel ödülü) ne üzüntü (Ankara katliamı). Türkiye'nin, ilk Nobel ödüllü insanına yaptıklarını bilmiyor olmalı. Veya toplumun hatırı sayılır kısmının ötekiler öldüğünde sevindiğini.

El Nusra liderinin savaşı kızıştırma çağrıları

El Kaide'nin Suriye uzantısı El Nusra Cephesi'nin lideri Abu Muhammed al Colani önemli bir konuşma yaptı. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ve Lübnan Hizbullahı lideri Seyit Hasan Nasrallah'ın başlarına ödüller (ilkine üç, ikincisine iki milyon €) koyan Colani, Suriye'deki savaşı bütünüyle, herkesin birleşip Sünnilere karşı yürüttüğü bir mücadele olarak takdim etti. Dolayısıyla çağrılarını da bütün muhalif-cihatçı örgütlere yaptı. Konuşmayı deşifre eden gazetecilerin seri tweet'lerinden derlediğim bazı başlıkları aktaracağım. Özetle ve kabaca, şunları dedi Colani:

10 Ekim 2015 Cumartesi

Sınırsızlık

Birileri var, tanıyoruz. Gelip buraya yerleştiler. Komşularını öldürüp evlerine elkoydular. Adam ilk karısını, ondan olan çocuklarını ve kardeşlerini öldürdü. Karılarına kızlarına durmadan tecavüz etti. Oğullarına işkence etti, onları yağmacı, linççi etti, katil etti. Lafını dinlemeyeni öldürdü. Aileye söz söyletmez, evinin içine pek kimseyi sokmazdı. Şimdi, son olarak, kendi yatak odasını da genelev haline getirdi.

Utanmamız da mı yok?

Radikal, 08.10.2015

Çok korkunç şeyler yaşıyoruz.

Evet. Çok sıradan laf. Başka kelimeler bulamıyorum. Öyle şeyler yaşıyoruz ki, akıl ve ruh sağlığı yerinde bir toplum olsak her şeyi durdurup bunları halledip hayata ancak öyle devam edebilmemiz gerekirdi. Ama biz devam edebiliyoruz. Çünkü tek eksiğimiz akıl ve ruh sağlığı değil.

Varto'da çatışmada öldürülen HPG gerillası Ekim Wan'ın (Kevser Eltürk) ölü bedeninin çırılçıplak sokağa atılmış halde teşhir edilmesi, ülkede “hayatın olağan akışı”nı aksatmadı. Hacı Birlik'in cenazesinin Özel Harekât aracına bağlanıp galiz küfürler eşliğinde sürüklenmesi de vicdan sahibi az sayıda insanın infialiyle sınırlı tepkiye yolaçtı. Son olarak Bismil'de göğüs bölgelerine, başlarına onlarca mermi sıkılmış, birinin de başı koparılmış dört gencin görüntüleriyle karşılaştık. Hayat devam ediyor.

9 Ekim 2015 Cuma

"ABD'li yetkili"ye bu inanç ve aşk niye?

Rusya'nın Suriye'deki IŞİD ve El Nusra hedeflerine Hazar Denizi'nden füze atmasının yarattığı sansasyon sürüyor. Bazı haber ajansları ve gazeteler, "adının açıklanmasını istemeyen" bir "ABD yetkilisi"ne dayanarak, Rus Hazar filosundaki gemilerden atılan yirmi dört füzeden dördünün hedeflerine ulaşamayıp İran topraklarına düştüklerini iddia etti. (Çok yerde var, link vermiyorum.)

8 Ekim 2015 Perşembe

Kürtlere savaş açılması, Suriye yüzündenmiş

Al Jazeera Türk'ten Gonca Şenay'ın eski içişleri bakanı, başbakan yardımcısı, AKP Van milletvekili adayı Beşir Atalay'la yaptığı görüşme, iktidarın Çözüm Süreci'ni bitirmesinin geri planı konusunda önemli bir iddia -belki itiraf- içeriyor: Rojava meselesi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürtlere böylesine geniş kapsamlı ve sert bir saldırı başlatmasının esas sebebi!

"Çözüm Süreci'nin mimarı" sıfatıyla sunulduğu görüşmede, eski bakan, önce, bugün yaşananların sertliğiyle, âdetâ dönüşü olmayan yola girmişiz görüntüsüyle taban tabana zıt, iyimser sözler ediyor, "Şu yaşadığımız ortamı konjonktürel görüyorum" diyor:

"Bu konulara konjonktürel bakmamak lazım... toplumla beraber yürütüyorsunuz. Toplumu ikna etmelisiniz, şeffaf olmalısınız. Bu süreçleri yürütürken bazen kızgınlıkları üzerinize çekersiniz. Bazen daha olumlu tepkiler gelir. Onlara bakarak süreç yürütemezsiniz. Bu süreçler zor süreçlerdir. İniş çıkışlar olur, kesintiler olur. Her ülkede böyle olmuştur. Başladığı ile bitmesi 9-10 yılı alır genelde... Bu sorunların köklü çözümü yine o tür çalışmalarla olur. Bazen aksaklıklar da olur, bazen de istediğiniz gibi gitmez."