Aşağıda aktaracağım bilgileri, Die Zeit Online'dan derledim. Yer yer çeviri de sayılır. Karsten Polke-Majewski'nin "Kundakçıların kaçmasına meydan vermeyin" başlıklı yazısından. Die Zeit'in, birçok muhabirini birden seferber ederek derlediği saldırı ayrıntılarına da "Almanya'da yangın var" başlıklı haberden ulaşabilirsiniz (Almanca). Harita ve şemayı da aynı kanaktan kopya çekerek yaptım.
Almanya'da iki günde bir, mültecilerin barındığı bir mekân saldırıya uğruyor. Kundaklanıp yakılıyor, su baskınına uğratılıyor, kaldırım taşlarıyla, çelik bilyelerle, molotoflarla tahrip ediliyor, gerçek mermilerle taranıyor. Saldırganlar bazı binalara dalıyor, havai fişek tomarları patlatıp insanları yaralıyor.
İçişleri Bakanı Thomas de Maizière gerçi, "bunları yapanların üzerine hukuk devletinin bütün sertliğiyle gideceğiz" dedi, ama devlet, zayıf düşmüş insanları, birilerini öldürmeyi, yaralamayı göze almışlardan koruyamıyor. Kimsenin ölmemiş olması tamamen şans eseri. (104 yaralı var.)
Bu yıl 30 Kasım gününe kadar yapılan saldırı sayısı 222! 93'ü kundaklama. Bıçak, beyzbol sopası ve başka silahlarla yapılan saldırıların toplamı 28. 93 olayda da pencerelere taş veya çelik bilyeler atılmış. Su basmasını sağlayıp binayı oturulamaz hale getirme de gözde eylem biçimlerinden; sekiz örneği görüldü.
Bütün bu olayların dörtte birinden azında soruşturma yürütüldü, sadece on ikisinde dava açıldı, bunlardan sadece dördünde mahkeme hükme vardı. Özellikle tehlike yaratan kundaklama eylemlerinden sadece birinde yargılama ve karar görüldü. Delil yetersizliğinden takipsizlik kararı verilen olay sayısı 24.
Polis ve savcılara neden bu kadar az soruşturma yapıldığını sorduğunuzda, eylemler genellikle gece oluyor, saldırganlar çabucak kaçıyor... gibi cevaplar alıyorsunuz. Kundaklamaların çoğu arabayla, geçerken yapılıyormuş, yanıcı maddeler aceleyle, kapı altlarından içeri sürülüyormuş... Ya da kundaklama öylesine ustaca yapılıyormuş ki, delil sayılabilecek bütün izler de yanıp kül oluyormuş... Tanık derseniz, neredeyse hiç çıkmıyormuş... Saldırıya uğrayan mülteciler açık açık konuşup tanıklık etmeye çekiniyorlar ve polise güvenmiyorlarmış... Hemen hiçbir zaman, saldırganla kurbanı arasında kişisel ilişki yokmuş, birbirlerini tanımıyorlarmış bile... Saldırganlar, eylem yapınca üstlenen sol grupların bildirileri gibi metinler de bırakmıyorlarmış olay yerlerine.
Vellhâsıl, polis ancak tesadüflerin yardımıyla birtakım şüphelilere ulaşıyormuş ulaşabilirse. Böyle bir durumda da, şüpheliyle eylem arasında bağ kurmak için uzun teknik çalışma ve personelin çok fazla mesai harcaması gerekiyormuş.
Meseleye başka yönden bakınca, saldırganların kendilerini bu kadar güvende hissetmesine hem federal düzeyde hem de eyaletler düzeyinde yöneticilerin yardımcı olduğu görülüyor. Yöre sakinlerinin protestolarıyla karşılaşmamak için, mülteciler çoğunlukla ücra yerlerde barındırılıyor. Issızlıkta, komşusuzlukta, saldırılar daha kolay tertipleniyor.
Federal hükümet de, mültecilere kapı açarken, kendi yurttaşlarını böyle bir vaziyete hazırlayacak, gerekirse ikna edecek ciddî çabalar göstermiyor. Hattâ yer yer aksine yarayacak işler yapıyor. İnsanlar ellerinde yiyecek paketleri ve oyuncaklarla mültecileri karşıladılar, sonra hükümet iltica yasasını sertleştirdi.
Bir anket, büyük tehlikeyi ortaya koydu. Yabancılara karşı kaba kuvvet kullanıp kullanmayacağı sorulanlardan yüzde 15'i, "yapabilirim" dedi. Oranı vahim kılan, bu insanların "aşırı sağcı" diye tasnif edilen gruptan olmayışı!
Savcılar, polisler, istihbaratçılar ve kurbanlarla ilgili çalışanların hepsi aynı olguya işaret ediyor: dipte bir dalga var ve saldırganlar, kamuoyunun içinden geçeni dışavurduklarına inanabiliyorlar. Sessiz çoğunluğun kendilerini onayladığını hissediyorlar. Önyargıların eylemlerini meşrulaştırdığını, kibirinse desteklediğini düşünüyorlar.
Şu ana kadar bağlayıcı sayılan toplumsal normlar dağılıyor. Sıradan vatandaş sayabileceğiniz insanlar radikalleşiyor ve eyleme geçiyor. Mültecilere karşı şiddete başvurmanın özsavunma olduğu teranesine uygun hareket ediyorlar. Pegida ve başka sağcı-popülist hareketlerin varlığını, kendi düşünüş tarzlarının, davranışlarının doğruluğuna kanıt görüyorlar. Bielefeldli çatışma araştırmacısı Andreas Zick, "İlk tarihî cinayet toplumca kahramanca bir eylem gibi karşılandığında," diyor, "bunu ona öykünenler izleyecektir."
Sınırların nasıl tahkim edileceği, mültecilerin ailelerini getirmelerinin nasıl engelleneceği yüksek sesle tartışılınca ortam buna göre oluşuyor haliyle. En tepelerde, insanlardan bahsederken "sürü", "çığ", "akıntı", "denetlenemez yığınlar" gibi kelimeler kullanıldıkça, buradan topluma önyargılarla dolu, olumsuz bir hava pompalanıyor.