30 Aralık 2015 Çarşamba

Yıldönümünde Roboski vesilesiyle: Sorun sensin

Radikal, 29.12.2015


Dün (28 Aralık 2015), devlet ve toplum olarak üzerine pişkinlikle, yüzsüzlükle yatılmış bir katliamın dördüncü yıldönümüydü. Görmek duymak istemeyen dışında herkese bu ülkede neyin ne olduğunu anlatmaya bol bol yetecek bir faciadır, Roboski Katliamı. Ülkenin yönetim şekli olan gaddarlığın, hayat tarzımız olmuş umursamazlığın, eşitsizliğin sadece simgesi değil bizzat vücut bulmasıdır. (Roboski için yaptığım “Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim” filmini izlemek isterseniz tıklayın.)

Bugün artık en aymaz olanlarımızca bile fark edilmeye başlanmış “manevî kopuş”ta Roboski hayatî bir eşikti. Eğer Aynur'un sesi gibi, ne yapsan karşı durulamaz bir şey değilse “Doğu”dan gelen hiçbir tınıyı duyamayan, hiçbir esintiyi hissedemeyen çoğunluk kulağı, oradan yükselen feryadı, haliyle, işitemedi. Kazara işitebilen, anlayamadı.

Anlayabilen, daha çok kalekol yaptı. Devlet için Roboski gibi bir mevzunun parçalanan çocuk ve genç bedenleriyle alâkası yoktu. Öncelik, emri kimin verdiğini gizlemekteydi. Çünkü belli ki, “şunlar şöyle olursa şöyle yaparsınız” diye bir ön emir verilmiş, en ufak şüphede, kimsenin elini -ve vicdanını- tutan hiçbir şey olmadığından, uçaklar kaldırılıp bombalar yağdırılmıştı. Veya belki daha fenası, başka hesaplar da güdülerek, katliam bile bile yapılmıştı. Ordu, hükümetin kendisini harcayıp harcamayacağı hususunda endişeleniyordu; hükümet, özellikle dönemin başbakanı, katliama zemini kendilerinin hazırladığının ortaya çıkmaması derdindeydi. Güzelce anlaştılar. Sorumluluk gizlendi.

Ancak derinlerde belli belirsiz bir huzursuzluk seziliyordu. Katliam, nasıl olduysa, Türk İslâmcısının bile vicdan telini kısmen titretmişti. Çünkü, alışıldık usûlle, bu işi ordunun yaptığı, Reis ve imanlı yönetici ekibin masum olduğu, gönülleri alacağı şu bu sanılıyordu. İslâmcı yazar-çizer camiasında, ilk anlarda bir kıpırdanma olduysa da, sonradan “iş bizim işimiz” mesajı ve uyarısı alındı, artık yerleşik hale gelmiş ahlâksızlık çizgisine dönüldü.

Hayasızca inkâra yönelmek, olmayacak yalanlar uydurmak bizde yalnız kabahati yüzünden okunan çocuklara özgü değildir. Basbayağı yetişkin davranışıdır.

Kadri bilinmeyen ve sonradan -herhalde Cemaat'e yakınlıktan, bilmiyorum açıkçası- gözden düşen, dönemin faşizan içişleri bakanı, televizyonlarda, devletin bombalarla paramparça ettiği insanları “bunlar PKK'nin kaçakçıları” diye itibarsızlaştırmakla meşgûldü. Tayyip Erdoğan, “o kadar yüksekten”, kaçakçılık yapan köylülerle gerillayı ayırt edemeyen Silahlı Kuvvetler'i savunuyor, “e, kılık kıyafet...” diye söze giriyor, karşısındaki ayarlı propagandacı takımı, “aynı!” diye atılıyor, tamamlıyordu.

Roboski süreci, kısa zamanda, Türk İslâmcısının bir tür manifestosuna dönüştü. Manifestonun ilk maddesi şuydu: “Ahlâkla merhametle falan işim olmaz, ben iktidarıma bakarım.” İkinci madde, Kürtlere sesleniyordu: “Sizi öldürürken elim titremez, ona göre!”

Katliam, Türkiye'nin yapay fay hattının bir anlığına gözden kaybolmasına, ülke hakikatinin bütün berraklığıyla zuhur etmesine de yolaçmıştı. Katledilmiş Kürtlere “katır” demeye getiren Cumhuriyetçi çoksatar yazarı esas meselemizin nerede yattığını ve çözeceksek nereye el atmamız gerektiğini gösterdi. Lâkin bunu da idrak etmek kimsenin işine gelmedi. Çünkü Kürtler deyince akan sulara güvenlik barajı yapmakta herkes birleştiği gibi, “katır”dan “bidon kafa”ya fazla bir mesafe yoktu ve işler karışabilirdi.

Oysa bakın, katliamın yıldönümünde Akit gazetesi, ilk sayfasına HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'ın boy fotoğrafını basıp -”Kürtlerin bağımsız devleti olacak” dediği gerekçesiyle- şu çağrıyı yaptı: “Bu adama haddini bildirin!” (Kışkırttığı potansiyel saldırıdan ötürü sorumlu tutulmamak için spota “yargı bildirsin”i ekleme kurnazlığı göstermesi “millî değer”lerimizle fevkalâde uyum içerisindedir.) Bu doğrudan göndermeyi bilenlen bilmeyenlere, yaşlılar gençlere izah etsin: Milletvekili seçildiği Meclis'e başörtüsüyle gelen Fazilet Partili Merve Kaçakçı'yı salondan atma harekâtı esnasında Demokratik Sol Parti lideri Bülent Ecevit'in, “Bu hanıma haddini bildirin!” demesi hatırlatılıyor.

Ve pek isabet buyuruluyor. Zira asla birbirine herhangi bir şey göndermez sanılanlar arasında, Kürtler sözkonusuysa böyle bir kargo trafiğinin pekâlâ mümkün olduğu ortaya konuyor.

Ülkemizde güzellik tükenmez. Roboski Katliamı’nın olduğu yıl da, Türk İslâmcısı, şu andaki gibi, başkalarına hayatı zehir etme peşindeydi. Devletin uçaklarla parçaladığı çocuklar, gençler umurunda değildi, fakat birilerinin biryerlerde yılbaşı kutlayacak olması onu fena halde rencide ediyordu. Üst dairede çam ağacı süslerlerse alt kattakilerin de doğrudan cehenneme gideceğine inandığından olmasa gerek; kendisini huzura kavuşturacağını sandığı yegâne amacı dünyevî iktidar ve tahakküm olduğundan. Aklı kendisinin inanç ve ibadet özgürlüğünde değil, başkasınınkini boyunduruk altına almakta olduğundan.

Bu yıl da aynısı oluyor. Roboski Katliamı’nı dert edinmek için geç midir? “Nasılsa dört yıl geçti, öldürdük gitti, şimdi zaten bebeği, yaşlısı, başka Kürtleri öldürüyoruz, mevzu değişti...” falan mı deniyor? Acaba ne yapılıyor, böyle korkunç suçları yalayıp yutup sindirebilmek, mideyi, kalbi rahatlatmak için, çok merak ediyorum.

Gelelim Türk İslâmcısının kızdığı ve kutlanmasını önlemek için göz yaşartıcı bir uğraş verdiği “Noel!?” konusundaki tutkusunu katliam nedeniyle bile terk etmeyen öbür ahaliye. Noel’le yılbaşını aynı şey sanarak bunca gürültüyü koparan İslâmcılar gibi bu modern büyükşehir insanları da ayrıca takdiri hak ediyor şüphesiz. Eğer dört yıl önceki 28 Aralık katliamı Batı'da yılbaşı kutlayanlara karşı korkunç bir kin biriktirmediyse, tek sebebi, Roboskililerin yas nedeniyle birkaç gün televizyon açmamış olmalarıdır.

Ancak kaçınılmaz olarak, bütün bunlardan haberleri oldu. Gümbür gümbür sokak kutlamaları ve buralardan heyecan içerisinde coşku haberleri veren televizyonlar mı daha feci bir manevî kopuşa yolaçmıştır yoksa “Roboski'yle yatıp kalkıyorsunuz!” diyen başbakan mı?

Sırf katliamın yıldönümü diye yeniden ortaya getirmedim Roboski konusunu. Kürtlerle, Kürt siyasî hareketiyle, PKK ile, HDP ile ilgili herhangi bir mevzu konuşulurken çoğu zaman bütün bunlar olmamış gibi davranılıyor. Şu anda da benzer bir aymazlık sergileniyor. Geçmişi bir kenara itemezsin ki! Haydi ittin diyelim, insanların bebeğini karnında vurup öldürmemişsin, altı aylık bebeği -iki kurşunla!- vurmamışsın, onu hastaneye yetiştirmeye çalışan dedesini de öldürmemişsin, bir ana vurduğun kızını buzdolabında saklamamış, başka bir ana vurulmuş ölmüş halde günlerce sokağın ortasında kalmamış gibi konuşamazsın ki!

Ama efendim hendek!.. Hendeğin içine bat da üstüne kapansın inşallah!

“Kürt sorunu”, hendek değil, YDG-H'nın kaleşli gençleri değil, PKK değil, HDP değil, DBP değil, özyönetim değil, demokratik özerklik değil. Abdullah Öcalan da değil. Bunların hepsi, “Kürt sorunu”nun çeşitli ürünleri, sonuçları, şekillenişleri ve güncel aktörleri. Hepsi ortadan kalksa, sen bu kafada gittiğin sürece “Kürt sorunu” ortadan kalkmaz. Çünkü düşman ettin insanları kendine. Çünkü aslında sorun sensin.

Kürt sorunu, senin “her ihtimale karşı” Kürt köylülerin üzerine bomba atmayı hak görmen, memleketin öbür tarafında birbirini yiyen iki ana toplumsal grubun iş buraya gelince, iyi ihtimalle kıçını dönmesi, kötü ihtimalle daha çok kan istemesi. Sorun sensin.