30 Eylül 2015 Çarşamba

Öldürmek ve öldüren niye sorun değil?

Radikal, 29.09.2015

Bunca cinayetin işlendiği ülkede, maalesef kısmen de haklı nedenlerle ihmal ettiğimiz bir şey var. İhmal ettiğimiz için, bir türlü tamamlanamadığımız, insanî ve toplumsal bütünlüğe kavuşamadığımız şeylerden. Tamamlanamayış bir yana, biraz daha eksilmemize yolaçıyor bu ihmalimiz.

Ve bu, aynı yöndeki tek ihmalimiz değil. Alışık dahi sayılırız bu bilinçli ihmallere. Kendimize soru sormamızı, mazallah, en ufak yüzleşmeyi gerektirecek işlemler bizim için ihmal edilebilirdir.

Bunca cinayet işleniyor ve biz ister istemez yalnız kurbanları görüyor, onlarla, onların kurban edilmiş oluşuyla, onların eksikliğiyle yaşıyoruz. Öldürenlere bakmıyoruz. Onlar hakkında düşünmüyoruz. “Kırk bin insan öldürüldü” diyoruz meselâ. Bu, iyimser bir tahminle, en az bir kişi öldürmüş otuz beş-kırk bin arası insan demek.

26 Eylül 2015 Cumartesi

Roller değişti, kurban biziz

Radikal, 24.09.2015

Burası artık kimsenin “bayram geldi, dargınlar barışsın” diyebileceği bir ülke değil. Dargınlığımız artık, giderilebilir türden bir mesafe değil. Görünen o ki, birarada yaşamanın katlanabileceğimiz tek şekli, bazılarımızın mahkum, bazılarımızın gardiyan olduğu bir vaziyet.

Birbirimize ilişmeden, olabildiğince temas etmeden yaşayabilirdik, birbirimizden haz etmesek de. Böyle değil. “Asmayalım da besleyelim mi”ye pek uzak değiliz.
Toprağın kabahati var mı, bilmiyorum; yoksa suçlu başımızdan geçenler mi? Damarlarımıza kimin ne zaman zerk ettiğini bilemediğimiz o zehir hepimizin hayatını karartıyor.

Tahammülsüzlük mü demeli? Olmaz. Hafif kalıyor. Yok etme arzusu mu? İlk bakışta öyle görünüyor. Ama etrafta ezecek, aşağılayacak birileri olmadığında da rahat etmiyoruz.

Yerli ve millî – Son kalkışma

Radikal, 22.09.2015

Elbette başka pek çok insan, başka pek çok mesaj da denk gelebilirdi, bunlar geldi. CHP İstanbul milletvekili Mahmut Tanal, birden göğsünü sıkıştıran muhalefet mesuliyeti ve zihninden taşan vasata kendini bırakıp, şöyle bir tweet atmıştı (yazımına dokunmuyorum):

“Amerika uşağı mvekili Değilim Yahudi Madalyam yok.Halkımızın vekiliyim.Antiemperyalistim.Yolsuzluk ve hırsızlık yapanların korkulu rüyasıyım.”

Tanal başka bir mesajında da, “Yahudi Üstün Madalyası”ndan sözediyordu. Maksat yine aynıydı: “Yahudi”den madalya aldığı için Tayyip Erdoğan'ı kınamak.

Türkiye'de, herhangi bir kimseyi kınamak için “Yahudi'den madalya aldı” diyebilirsiniz. Size laf edecek pek az kimse çıkar. “Neye yaradı senin antiemperyalistliğin?” diyen de muhtemelen çıkmaz. “Yahudi”nin kafadan kötü olduğu önkabulünden şüphelenmek, Türk usulü antiemperyalizmin yükümlülükleri arasında değildir. “Amerikan uşağı” olma, yeter.

Belirli bir insan grubunu doğuştan sahip olduğu ve değiştiremeyeceği bir kimlik özelliğiyle damgalamak, şişede durduğu gibi durmaz. Şişenin gülsuyu veya içki şişesi olması gayet önemsizdir; hiç fark etmez. Türkiye'de “Yahudi”ye, “Ermeni”ye, “Rum”a kolaylıkla yönelen ırkçılık, “Arap”ı da es geçmez, bir tabaka aşağıya aynı kolaylıkla yayılır, bu defa “Kızılbaş”a, “Zerdüşt”e sıra gelir... böyle gider...

22 Eylül 2015 Salı

Burkina Faso'da darbe - 2

Burkina Faso'da darbe ve sonrasındaki gelişmeleri olabildiğince izlemeye, güncellemelerle duyurmaya çalışıyorum. 22 Eylül akşamüstüne, yani düzenli ordu ile darbeci Muhafızlar'ın başkentte karşılıklı mevzilendiği, Batı Afrika zirvesinde soruna diplomatik çözüm arandığı saatlere kadarki gelişmeleri, güncellemeler halinde, şuradan okuyabilirsiniz.

22 Eylül akşamüstüne kadar olan biteni derli toplu bir özet halinde şurada bulabilirsiniz.

Bu başlık altındaysa, 22 Eylül akşamüstünden itibaren meydana gelecek gelişmeleri, yine güncellemelerle izleyeceğim.

[ 23 EYLÜL / 23:40 ]
Darbe lideri Diendéré, "Darbe geride kaldı. Artık bu konuda konuşmuyoruz," dedi! Ancak sokakta toplanan demokrasi yanlısı iki bin kadar protestocu, darbecilerin cezalandırılmamasına razı değil. "Katillere af yok!" diye bağırıyorlar.

Burkina Faso - Şu ana kadar neler oldu?

Burkina Faso'da darbe ve sonrasındaki gelişmeleri olabildiğince izlemeye, güncellemelerle duyurmaya çalıştım. Ancak olan biteni derli toplu öğrenmek isteyenler için de her şeyi burada özetliyorum:

Ülkenin 27 yıllık diktatörü Blaise Compaoré geçen yıl halk ayaklanmasıyla devrildi, ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Demokratik, yeni bir rejime geçiş sürecini yönetmek üzere ülkenin Birleşmiş Milletler nezdindeki eski büyükelçisi Michel Kafando Geçici Devlet Başkanı seçildi. 11 Kasım'da seçimler yapılacak, yeni yönetim düzeni oluşacaktı.

20 Eylül 2015 Pazar

Burkina Faso'da darbe

[ GÜNCELLEME / 22 EYLÜL / 17:15 ]

Burkina Faso ordusu başkent Ougadougou'da. Darbeci Başkanlık Muhafızlarının silah bırakması için darbecilerin liderleriyle görüşüyorlar. Ordunun, başkanlık sarayı yakınındaki Camp Naaba askerî üssüne saldırmaya hazırlandığı iddiaları var. Başkanlık Muhafızları, başkanlık sarayı ile ulusal radyo ve televizyon binalarında ve çevresinde mevzilenmiş. Ordu, halka sokaklardan çekilmeleri çağrısı yaptı, buna büyük ölçüde uyuluyor. Ulusal televizyon bu esnada vahşi hayvan belgeselleri gösteriyor.

[DÜZELTME: Fildişi Kıyısı'nın İstanbul'u Abican-Abidjan değil!] Nijerya'nın başkenti Abuja'da da bir Batı Afrika liderleri (ECOWAS) zirvesi sürüyor. Darbecilerin lideri eski genelkurmay başkanı Diendéré, basın toplantısı düzenlemiş, atacağı adıma karar vermek için bu toplantının sonucunu beklediğini söylemiş.

Karayılan'ın mesajları • Bir anlama gayreti

Olan biteni anlamaya, neler olabileceğini kestirmeye çalışan herkesin ilk ortak sorusu: PKK, iktidarın savaş teklifini neden çabucak kabul etti? Zihinleri meşgul eden başka sorular da var: Şehirlerdeki silahlı direnişlerin hedefi nedir? Silahlar eşliğinde ilan ediliveren “özyönetim”lerle nereye varılmaya çalışılıyor?

ANF'nin kendisiyle yaptığı, 17 Eylül günü yayımlanan görüşmede PKK Yürütme Konseyi üyesi Murat Karayılan, bazı başka PKK yöneticilerinin aksine, onu bunu azarlamak, HDP'yi aşağılamak yerine, mevcut durumu anlamaya yarayacak açıklamalar yaptı. Karayılan'ın dediklerinden çıkarabildiklerimi toparlamaya çalışacağım. Şu an için, PKK'nin amacı, yaklaşımı, nihaî hedefi konusunda, günün bazı sorularının cevaplarını da bulabileceğimiz en güncel kaynak bu. Her şeyi bütünüyle yerli yerine oturtmamızı sağlamasa da, bazı noktalarda gerçeğe uzanmamıza elvermese de en derli toplu kaynak.

Başlık başlık ilerleyelim.

SAVAŞ NEDEN ÇIKTI?

Karayılan'ın bu soruya cevabı, bütün görüşmedeki en önemli unsurlardan biri. Net ifadeyle, “esas olarak Erdoğan 400 milletvekili için bu savaşı yürütüyor” diyor. Bu tesbit savaşın muhtemel gidişatını Türkiye'deki siyasî gelişmeye bağlıyor.

Karayılan'ın buna eklediği bir olgu daha var: “Devlet içindeki birtakım inkârcı-imhacı eğilim taşıyan kesimler”in de “ittifak halinde” savaş sürecine katıldığını belirtiyor. Yani hasmı sadece Erdoğan ve/veya AKP'den ibaret saymıyor; yine de, savaş iradesinin esas olarak AKP'de cisimleştiğine inanıyor. Zira, “Biz de biliyoruz ki,” diyor, “bu savaş böyle sürerse seçimler olmaz.” AKP'nin, oyları düşerse seçim olamasın diye savaşı sürdüreceğini, eğer savaşla oy yükseltirse de bu yüzden devam edeceğini, dolayısıyla, seçime kadar AKP'nin savaşı sürdürmek isteyeceğini ileri sürüyor.

AKP'NİN SAVAŞINA NEDEN KATILDINIZ?

Bu durumda akla gelen soruyu ANF muhabiri Karayılan'a sormuş, “madem savaşı AKP kendi hesapları için çıkardı, siz de katılarak onların planına hizmet etmiş olmuyor musunuz?” demiş.

Karayılan'ın cevabı önce “savaş mantığını” izah ederek, saldırıya karşılık vermenin kendileri için “hayatî mesele” olduğunu söyleyerek başlıyor:

“...Darbe yememek için misilleme yapmak durumundayız. O her uçak kaldırıp bizim alanlarımıza saldırı yaptığında, biz farklı gerilla yöntemleriyle onun misillemesini yapmak durumundayız. Yine şehirlerde gerçekleştirdikleri her sivil katliamına karşı biz de güvenlik kuvvetlerine dönük misilleme yapmak durumundayız. Böyle yapmazsak saldırıları daha fazla gelişir ve bizi zorlar noktaya gelir.”

Trajik olamayan bir karakter

Radikal, 17.09.2015

Abi-abi'ci, öncelikle ulaşabileceği ortamları gözden geçirir, hangilerinde kavşaklar bulabileceğini araştırır. Kavşaklar, farklı yönlere uzanan yollar... Yolların ucunda fırsatlar, imkânlar, üzerlerinde belki sapaklar, yeni yeni yollar bulunur. Buralardan yürüyecektir. O yürüyüşçüdür. Parayı mı, iktidarı mı, şan şöhreti mi, neyiyse artık, getirecek olan, yürümektir. Hedef yolda değişebilir. Yürüyeceksin. Yeni imkânlar belirebilir. Yönünü değiştir, yeter ki yürümene devam et.

“Yürümek”, son yıllarda bir mecazî anlam daha kazandı: birine yaklaşmaya çalışmak, yerine göre yılışmak veya asılmak; sokulmak, diyelim. Herhangi bir amaçla, çıkar umarak sokulmak.

Yürümek, işte, hedefe, çıkara, imkâna... yaklaşmaktır.

Abi-abi'cilere abi-abi'ci denmesinin ilk sebebi, bir basamak yukarı çıkabilmek için ilk önemli şartın bir abiden el almak olduğuna inanmalarıdır. Bu ihtiyacı bir şart olarak kavradıklarını her şeyden önce abi adaylarına hissettirmeleri gerekir.

16 Eylül 2015 Çarşamba

Saat, bomba, Ahmed, sarışın!

Teksas'ın (ABD) MacArthur Lisesi'nde okuyan Ahmed Muhammed, evde yaptığı saati okula getirip öğretmenine gösterecek, muhtemelen sınıftaki arkadaşlarına da azıcık hava atacaktı. Bunun yerine elleri kelepçelenerek sorguya alındı. Çünkü başka bir öğretmen, orasından burasından kablo sarkan elyapımı saati gördü, bomba düzeneği olduğuna hükmetti ve polisi çağırdı. Polis de, on dört yaşında çocuğu, ellerini kelepçeleyerek götürdü.

Ahmed, "kendimi suçlu gibi hissettim" dedi sonradan. Sağcı alçaklar dışında herkes onu teselli etmeye girişti. Ahmed'in başına bu işin gelmesinin görünür sebebi, kendisinin Müslüman oluşu, işgüzar ihbarcı öğretmenin, Ahmed Müslüman olduğu için onun "terörist" olabileceği ihtimalini aklına getirmesiydi.

ABD Başkanı Barack Obama, "Güzel saat, Ahmed," diye tweet attı. "Onu Beyaz Ev'e getirmek istemez misin? Senin gibi başka çocukları da bilimle ilgilenmeye teşvik etmemiz lazım. Amerika'yı büyük ülke yapacak şey budur."

Barış, öncelikle siyasî bir talep değil

Radikal, 15.09.2015

Türkiye'den bir yönetmenin filmi, Avrupa'daki bir festivalde ödül aldı. İlk iş, bu adamın ülkeye girişini yasaklayabiliriz. Fakat bu fazla temiz, kesin ve sürüncemesiz bir tedbir olur. Bize yakışanı, devletin karanlık bölmelerinden birileriyle “adam kaldırma” işlerinde uzmanlaşmış korumalı bazı faşistlerin biraraya gelmesi, suikast planları yapması, bir fırsatını bulup ona “akıllı ol!” tehditleri savurması olur. Böylece yönetmen korumayla gezmek zorunda kalır. Memleketin yazma-çizme dışında herhangi bir “terör faaliyetine” bulaşmamış pek çok muhalif insanının yaklaşık yedi-sekiz yıldır yaptığı gibi. Sonra kendisine adı konmamış bir ambargo uygulamaya başlarız. Sesi işitilmez, resmi görülmez olur. Filmini zaten sinemalarda şöyle bir gösterip kaldırırız. Bunlara, muhalif saflardan gelen ambargo eklenir. Galiz küfür ve hakaretlerle onu itibarsızlaştırır, seyircisiyle buluşmasını, diyeceği varsa demesini, tecrübe paylaşmasını engelleriz. Böylece bize rağmen başkalarının takdirini kazanmış bir kültür-sanat insanını daha içinde debelendiğimiz kaynayan bok kazanına geri çeker, yaratıcı kapasitesinin bir kısmını yok eder, köküne, yaşadığı yere bağlılığını zayıflatır, bir süre sonra hayata kahreder hale getirebiliriz.

Diyeceksiniz ki, genel itibarsızlaştırma, değersizleştirme, hadım etme, sakat bırakma prosedürü tamam da, suikast ve ambargoları gerektirecek bir şey yapmadı bu adam. İlk bakışta doğru görünüyor. Fakat kendisini topun ağzına sürükleyen vahim bir suçu işledi, üstelik ilk defa da işlemiyor: Yurtdışında başarı kazandı! Bu, Türkiyeli bir sanatçıyı bütün Türkiye'nin gözünde hedef haline getirmeye yeter.

13 Eylül 2015 Pazar

Ermenistan'dan fotoğraflar

Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin Yavaş/Gamatz Yaz Okulu için 9-16 Ağustos arasında Ermenistan'daydık. Ölmeden soykırım anıtına çiçek koyabildiğim için mutluyum. Bazı günlerde azıcık aceleyle ve telaşla da olsa geziler yapabildik. Genellikle, gördüklerimi aktarma amacıyla sınırlı fotoğraflar çekebildim. Fotoğrafları işledim, düzenledim, bulabildiğim temel ve kısa bilgilerle birlikte ipernity sitesindeki sayfama koydum.

Khor Virap & Ararat

Türkiye'deki insanlık dışı durum başımızı kaldırmaya, ufka bakmaya, azıcık geniş ve uzun vadeli düşünmeye elvermediği gibi, kalıcı kültürel, sanatsal her türlü faaliyeti de neredeyse imkânsızlaştırıyor. Çünkü bu faaliyetlerin kendilerinden beklediği insanların ruhunu, zihnini yaralıyor, parçalıyor. Gözler dondurucuda saklanan cansız çocuk bedenini görüyorken hangi hayalgücü? Ancak her şeye rağmen hikâyeler romanlar yazmaya, fotoğraf çekmeye, filmler yapmaya, aktarmaya, anlatmaya, gelecek kuşaklara birşeyler bırakmaya mecburuz. Elimizden geldiği kadar.

Ermenistan fotoğraflarıma buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.

10 Eylül 2015 Perşembe

Müjde! Bölünme tehlikesi artık yok

Eğer 1991 yılının 6 Kasım günü Türkiye Cumhuriyeti'nin parlamentosu, o güzel yüzlü genç kadının ne demeye, ne yapmaya çalıştığını azıcık kavrayabilse ve bu memlekette devleti yönetenler halk çocuklarının beşer onar ölmesi karşısında azıcık üzüntü duyabilse, bugünümüz bambaşka olacaktı. Leyla Zana sadece "biz varız" demek istemişti. Devlet ve millet-i hakime zulümle karşılık verdi; "hayır, yoksunuz" dedi. Görüldü ki, varlar.

Şimdi Leyla Zana yine bir çağrı yapıyor, yine hayatını ortaya koyuyor. Millet-i hakimenin nihayet kulağını, gönlünü açması zayıf ihtimal; devletinse daha fazla kan, daha uzun süreli savaş dışında bir hedefi olmadığı belli. Çünkü bu devlet demokrasisiz, baştakilerin keyfi dışında hiçbir gerekliliğe tâbi olmadan ve millet-i hakimenin köklü korku ve kompleksleri dışında hiçbir kayıt tanımadan, başka türlü idare edilemiyor. Türkiye Cumhuriyeti adlı resmî yapının ilk büyük ve yapısal korkusu, çoğulcu bir demokrasi haline, hukuk devleti haline gelmektir. Öbür temel korku da, devletin yeni doğan her millet-i hakime evladının damarlarına daha velet sütten kesilmeden zerk etmeyi başardığı zehir, bölünme korkusudur.

TC rejimi her zaman, yüzsüzce, çoğulcu bir parlamenter sistem olduğunu iddia etti. Değildi. Olma fırsatını ilk defa az buçuk yakalayabildiği bir seçimden sonra, şimdi de değil. Üstelik şimdi eline düştüğü riyakâr zalimler façayı da önemsemiyor, mış gibi yapmaya dahi gerek görmüyor. Yine de iktidar için asgarî bir meşruiyet zeminine ihtiyaçları var. Başka bütün şanslarını kaybettiklerinden, temel korkuyu, bölünme korkusunu ortaya sürdüler. Ve şu işe bakın ki, hiç istemeden, korkulanın nihayet gerçekleşmesine yolaçtılar. Sebebi ortadan kalkınca korku da hemen ortadan kalkmaz. Yani Türk toplumunun patolojik vaziyetine birden halel gelmez; telaşa mahal yok... Kavranması da zaman alacaktır, aşırı beklentilere girmenin de âlemi yok.

İnsanların öldürülmüş çocuklarını, annelerini derin dondurucuda saklamak zorunda kalması, pet şişelere su doldurup dondurarak cesetlerin kokmaması için eğreti düzenekler kurmaya çalışması ve ölmüş yakınlarının başında aç, susuz, mermilerin duvarlarını delmesini izlemesi, "devlet teröristleri yakalıyor"la falan izah edilebilecek bir hal değildir ve böyle bir hali insanlara yaşattığınızda bunun giderilemeyecek sonuçları olur. Cizre'deki intikam harekâtının bütün Kürt illerinde oraya doğru yürüyüşlere yolaçmış oluşu, tarihî bir gün yaşandığının resmidir.

Bu tür hakikatler kolay sindirilmez, tekrar edeyim. Ezcümle ırkçı, milliyetçi, vatan-millet'çi tayfayı belki yıkacak belki sevindirecek bir aşamaya ulaştık: Artık Türkiye'nin bölünmesi diye bir tehlike yok. Çok korkulan bu hadiseyi başarıyla geride bıraktık. Sınırlar aynı kalsa bile bu ülke artık bölündü. Şu demek yani: Bundan sonra hayatına asla bugüne kadar olduğu şekliyle devam edemez. Bundan sonra herkesin meselesi, ancak Türkiye'nin yeniden bütünleştirilmesi olabilir. O da, millet-i hakimenin kimseyi ezmeden, kimseyi aşağılamadan, kendinden farklı birileriyle birarada yaşamak gibi bir niyeti varsa...

Allah'tan haber almak, peygamber adına konuşmak

Radikal, 03.09.2015

Tayyip Erdoğan'ın dünya Müslümanlığının lideri oluşuna, Hayrettin Karaman'ın Müslüman olsun-olmasın herkesin nasıl yaşayacağına dair hüküm yetkisine kavuşmasına, Ahmet Davutoğlu'nun yüzyılları birleştiren, benzemezleri kavuşturan kelamının kitap şeklinde vücuda gelişine kadar, Müslümanlar Allah hakkında başka türlü konuşurdu. Daha doğrusu fazla konuşmazlardı. Allah vardı, her yerdeydi, hakkımızda son kararı verecek olandı, Müslüman'a düşen, Allah'ın kelamına uymaktı.

Daha çok yeni yetme ve delikanlı kavgalarında, “yukarı”daki Allah'a işaret etmek kadar, “Allah'ı karıştırma!” itiraz ve uyarıları yaygındı. Böylelikle kavga edenler arasında birbirini yok etmemeyi de sağlayabilecek olan bir ortaklık, iki tarafın da aynı Allah'a tâbi olduğu hatırlanır, aynı zamanda, bir başka şarta atıfta bulunulurdu: Aramızdaki günlük, süflî işlere, hele kendine dayanak olarak, Allah'ı karıştıramazsın!

Kurulmak istenen diktatörlük yönetiminin manevî dayanak çemberini oluşturması beklenen AKP İslâmı'nda başka türlü bir Allah kavramı var. Evrenin, hattâ belki evrenlerin tek yaratıcısı, görülmez duyulmaz, yeri tesbit edilmez, biz basit insanların beş duyusuyla kavranmaz bir büyük ilahî varlıktan sözetmiyorlar. Karşımıza çıkardıkları, gündelik politikayla ilgilenen, âdetâ partiye, liderine, hükmettiği zor aygıtına bir üst akıl gibi yaşam ve politika koçluğu yapan bir Allah.

Ve elbette Allah kavramının böyle bir içerikle yeryüzüne, seviyemize indirildiği ortamda, peygamberin de aynı tahvil işleminden nasibini almaması düşünülemez. İslâm peygamberiyle ilgili de nahoş tasavvurlar dolaşıyor ortada.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Millet-i hakime ve devlet Kürtlere ne diyor?

Radikal, 01.09.2015


Türk Millî Eğitimi, aile içi eğitim, mahalle tedrisatı ve devlet dersi aracılığıyla Millet-i hakimeye kazandırılmış en önemli özelliklerden biri, sıçrama'dır. Bulunulması gereken yerden bir adım öteye, okunması gereken paragrafın bir altına, düşünülmesi gereken konunun hemen ötesine, tartışma konusu tarihin az gerisine, az ilerisine... ama mutlaka sıçrama.

Ermeni soykırımı, meselâ, öncelikle bu yüzden tartışılamaz. Çünkü soykırımın planlayıp yürütüldüğü aşama üzerine konuşmak bir türlü başarılamaz. Hep sonrasına geçilir. Çünkü sonrasında Ermeni intikam eylemleri vardır ve planlı kitlesel kıyım ve tehciri, malın mülkün zorla el değiştirmesini bunlarla meşrulaştırma hamlesi oynanır. Maksat “ama ama!”larla yaratılacak kargaşada esas meselenin gündeme gelmesini önlemektir. Bu, saldırgan, şirretçe bir üslûpla münasip dozda birleştirildiğinde ortaya lezzetine doyum olmayan, bize özgü tavır çıkar. (“İrlandalı alkollüydü”!)