25 Nisan 2014 Cuma

Türk solu ve 24 Nisan: ÖDP örneği

Birkaç yıldır 24 Nisan'larda düzenlenen soykırım anmalarına Türk solunun belli başlı gruplarının katılmayışını alışageldiğimiz ufak siyasî hesaplara bağlıyordum. Anmalar Dur-De Girişimi'nce düzenleniyor, dolayısıyla Dur-De'nin DSİP bağlantısı, bu partiyle birarada eylem yapmak istemeyenler için katılmama bahanesi yaratıyor sanıyordum. Meğer sorun, aslında bilmeme rağmen bilmezden geldiğim yerdeymiş. Bir defa daha, hem de çok acı bir vesileyle, Türk solunun basbayağı "Türk" solu olduğu gerçeğiyle yüzyüzeyiz.

Soykırım anmaları başladığından beri, bu mütevazı gösterilerin düzenlendiği her yerde, protestoya gelen bir siyasî grup var: Halkın Kurtuluş Partisi. Taksim'in açık olduğu 1 Mayıs'ta alanın ön tarafında yer tutmuşlardı. Gezi'de havuzun etrafında bayraklarını görmüştüm. Bu partiden insanlar, soykırım anmalarının yakınına sokuluyor, sessizce saygı duruşu yapılan anlarda bile bas bas bağırarak, soykırımın "emperyalizmin yalanı" olduğunu tekrarlıyor. "Esas soykırımcı", "ABD-AB emperyalizmi" imiş. Türkler de suçsuz oluyor bu durumda. Polis, diyelim soykırım anmasını protesto edecek faşistleri civara yaklaştırmazken, bunlara her sene aynı fırsatı tanıyor. Şimdiye kadar herhangi bir sol-sosyalist grubun, HKP'nin bu rezilce eylemini eleştirdiğine, onları bu sabotajcılığı terk etmeye çağırdığına rastlamadım. Kimsenin onların bu eyleminden şikayeti yok.

Bu durum başlı başına merak ve eleştiri konusu olması gerekirken, bu konuda sorusu olan bile yok.

"1915'in yıldönümünde ÖDP Eş Genel Başkanları Alper Taş ve Bilge Seçkin Çetinkaya'nın açıklaması" olarak yayımlanan metni okuyunca, HKP'nin tavrından öbür sol-sosyalist hareketlerin rahatsız olmasını beklemenin ne büyük hıyarlık olduğunu bir defa daha anladım. Bu açıklamayı ele alacağım. Başlığı şöyle: "Ermeni Kardeşlerimizin Acısını Paylaşıyoruz / Artık Gerçek Bir Hesaplaşmanın Zamanıdır."

24 Nisan 2014 Perşembe

Devletin 24 Nisan açıklaması üzerine

24 Nisan'ın yıldönümüne ilişkin başbakanlık açıklamasının mana ve ehemmiyetinden bahsedeceksek, hükümetin ve başbakanın mâlûm hallerinin, bu hallerin hepimizde yarattığı tepkilerin ötesine geçmeliyiz. Burada, adımı atan kim olursa olsun, yakın zamanda ortaya dökülen marifetleri ve yakın gelecek için öngördüğü gaddarca işler ne olursa olsun, öznesini kenara ayırıp, atılan adım üzerinde durmamız gerekir. Bu, tarihî bir açıklamadır ve önemi, her türlü duygusal etkenden bağımsız olarak, başbakanlık adına, devlet adına dokuz dilde yapılmış bir duyuru oluşundan geliyor.

Önce ayağımıza dolanan şu "samimiyet" meselesinden kurtulalım: "Samimi değil!", böyle bir bildirim karşısında takınılacak tavır olamaz. Devlet tavrının samimi olması gerekmez. Hattâ olmasa daha iyi olur. Samimi olmasın, zorunlu olsun. Mâkûl olsun, kararlı olsun, pratik sonucu olsun; samimi olmasın. Samimi değil diye böylesine ayırt edici bir açıklamanın önemi azalmaz.

21 Nisan 2014 Pazartesi

Yılmazer'i izliyorum, gözlerim açık

Eski istihbaratçı polis müdürü Ali Fuat Yılmazer'in sanal âlem faaliyetini takip ediyor musunuz? Ben olabildiğince ediyorum. Kendisini, âdetâ bir reality show dizisi gibi üç defa ardarda çıktığı televizyon ekranında izledikten sonra, haliyle, bundan geri duramazdım.
Çünkü arkadaşım öldürüldüğünde İstanbul polisinin üst düzey yetkililerinden biriydi. Hrant'ın, katillerinin önüne doğru itildiği, öldürtüldüğü, cinayet anındaki kamera kayıtlarının yok edildiği, sahte evraklar düzenlendiği, devlet içindeki katiller ve emir vericiler saklandığı, kollandığı, mahkeme adı altında müsamereler yürütüldüğü sırada bu şahıs üst düzey bir istihbaratçıydı. Belki hiç günahı yoktur; bilemem. Ama televizyon ekranlarında kırk değişik konuda kırk saat konuşup da Hrant Dink "operasyonu" hakkında tek laf etmediğini görünce, bütün projektörlerimi kendisine doğru çevirmiş bulunuyorum.

Ancak Ali Fuat Yılmazer'i izlememin tek sebebi bu değil. Cemaat-hükümet kapışmasında, dediklerine, yaptıklarına bakarak birşeyleri biraz daha anlayabileceğimiz kimselerden olduğunu sanıyorum. E, haliyle çok şey bilen biri, falan.

Ancak, ne yalan söyleyeyim, performansı beni hayal kırıklığına uğratıyor.

20 Nisan 2014 Pazar

Korku filmi böyle korkunç değildir

Ne demeli? Gazeteci sıfatıyla A Haber televizyonunda "Yaz Boz" adlı programı yürüten iki kişi, Ergün Diler ile Bekir Hazar, 17 Aralık yolsuzluk operasyonunun bir numaralı ismi Rıza Zarrab'ı karşılarına alıp bize bir dehşet gecesi yaşattılar. Şu anda gazetecilik yapan veya hayatının bir döneminde bu mesleği yapmaya çalışmış herkesi ya oturduğu yere çakan, yerinden kalkamaz hale getiren ya da ayağa fırlatıp sinir krizleri geçirmesine yolaçan program, her şeyden önce derin ve yaygın bir utanç duygusu yarattı. Meslek adına değil sadece. Toplumumuz adına, genel ahlâkî standartlarımız adına. Belki de kısaca "insanlık adına" deyip geçmek lazım.

Başbakanın, sözünden çıkmayacak gazetecileri karşısına alıp gerçekleştirdiği, başlıbaşına bir tür haline getirdiği "çanak röportaj"ın varabileceği sınırı görmek hakikaten yıkıcı oldu. Daha doğrusu, bu işin herhangi bir sınırının varolmadığını gördük. Programı ele alıp didiklemenin bir manası yok, çünkü karşımızdaki, şu ya da bu sebeple hataya düşülmüş, eksikli kalmış vs. bir gazetecilik hadisesi değil. Belli ki, daha büyük bir operasyonun ilk büyük adımı bu. Yolsuzluk meselesi sıfırlanmak isteniyor. Yani tek tek problemleri çözmek değil, dersi bütünüyle kaldırmak gibi bir şey; izah edeceğim.

17 Nisan 2014 Perşembe

Bir gazeteci olarak hayatım / Marquez

Gabriel Garcia Marquez'in Inter-American Press Association toplantısında yaptığı konuşmadan derlenmiş, Index on Censorship dergisinin 25. yıldönümü özel sayısında (Mart 1997) yeralmış metni, Mustafa Dağıstanlı çevirmişti, ben de haysiyet.com'da yayımlamıştım. Marquez artık yok. Haysiyet.com da. Ama yazı kalır. Kulağımız Marquez'de:

Elli yıl kadar önce gazetecilik okulları yoktu. İşi haber merkezinde öğrenirdi insan, matbaada, civardaki kahvede ve Cuma akşamı meyhanelerinde öğrenirdi. Tüm gazete, gazetecilerin üretildiği ve ıvır zıvır tartışmalar olmaksızın haberlerin basıldığı bir fabrikaydı. Biz gazeteciler daima omuz omuza dururduk, ortak bir hayatımız vardı ve öylesine tutkuyla bağlıydık ki işimize, başka hiçbir şeyden konuşmazdık. İş, kişisel hayata çok az yer bırakan sıkı arkadaşlıklar geliştirirdi. Rutin editoryal toplantılar yoktu, ama her akşamüstü saat beşte tüm gazete haber merkezinin bir köşesinde kahve molası için toplanırdı. Bu, gazetenin her bölümündeki günün konularını tartıştığımız ve ertesi günkü gazeteye son rötuşlarımızı yaptığımız açık bir toplantıydı.

Günün denklemi - Kim değişebilir, kim değişmeli?

Çoğumuza göre, Türkiye'nin güncel açmazı, demokrasiden otoriter rejime doğru doludizgin yol alan, üstelik yolsuzluğa batmış bir lider partisinin yakın vadede seçimle devrilemeyecek oluşu. Hattâ kuvvetler ayrılığının imhası, iktidar gücünün tepedeki tek kişide yoğunlaştırılması, demokrasinin olmazsa olmazlarının terk edilmesi süreçlerinin baş mimarı olarak sahne alan Başbakan Erdoğan'ı başlıbaşına "Türkiye'nin açmazı" payesine layık görsek kimse saçmaladığımızı söyleyemez.

Recep Tayyip Erdoğan neden başlı başına bir açmazın vücut bulmasıdır? Birincisi, karşımıza bir Muhaberat devleti projesiyle çıkan kişi, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük demokratikleşme hamlesi olmaya aday "barış süreci"nin kurucularındandır. İsteyen istediği kadar, bu süreci yalnız bir tarafın gösterdiği "sabır" veya basirete bağlasın, bu asla tek taraflı bir girişim değildir ve Erdoğan bu politikayı devlet adına, hükümet ve iktidar partisi adına resmen sahiplenen, üstlenen kişidir.

Ancak süreçteki bu konumu, Erdoğan'ı ikinci bir yönden daha "açmaz" statüsüne yerleştiriyor. Erdoğan'ın böyle bir politikayı, aslında içerikçe buna hiç de gönüllü olmayan bir örgüte sorgusuz sualsiz buyurabilmesi, onun lider olarak gücü, yani tek adamlığı sayesinde oldu. Belki aynı kararlılıkla kavgaya da sürüklenebilecek geniş kitlelerin süreci itirazsız kabullenmesinde bu etken daha da belirleyici. "Erdoğan barış sürecini rehine aldı" deniyor. Doğru. Soru, "nasıl alabildi?" olmalı. Ve bunu yaparak, kendisini bir tür sigorta durumuna getirdi. Yani başka politikalarıyla bütün memlekete kısa devre, kontak… ne varsa yaptırıp toplumu havaya uçurma tehlikesi yaratan bir siyasetçi, bu alanda sağladığı hegemonik konumla, barış sürecine angaje olmuş herkesi kendine muhtaç kılıyor.

Erdoğan bunu nasıl başarıyor? Bir yandan günde sekiz-on kitlesel kavga, katliam, linç girişimi vs. çıkarabilecek hırçın tavırları, galiz sözleri, haşin nutuklarıyla korku salmaya çalışırken bir yandan insanları nasıl "barışın sigortası" olduğuna ikna edebiliyor?

14 Nisan 2014 Pazartesi

"Utanılacak hal"in sözlük anlamı

Seymour Hersh'ün "Şam'daki sarin saldırısına Türkiye katıldı" iddiası o kadar göz alıcıydı ki, aynı yazıda bununla birlikte yeralan başka birçok olgu hiç sözü edilmeden kaldı. Oysa Hersh ABD'nin Suriye politikasına ilişkin bir çerçeve çiziyor, Libya'dan Kaddafi'nin silahlarının Suriyeli muhaliflere aktarılması hattında Türkiye'nin rolünü anlatıyordu. Hersh'ün kurduğu mantık ve tasvir ettiği yapı, sözkonusu saldırıyı Suriye rejim güçlerinin yapmış olması halinde bile sarsılacak cinsten değil. Bizde işin bu tarafı neredeyse bütünüyle ihmal ediliyor.

Oysa The Independent'te yazan Ortadoğu uzmanı, yine tecrübeli, bol ödüllü gazeteci Patrick Cockburn, tam da işin bu yönü üzerinde duruyor ve Libya'dan Suriye'ye silah aktarılması operasyonunun, ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar arasındaki bir anlaşmaya dayandığını belirtiyor: "MI6, the CIA and Turkey's rogue game in Syria".

Madem öyle...


Madem öyle, niye daha aşağıda duruyor ve anca beline kadar geliyorlar? Madem üreticiler, niye mermi taşıyorlar? Mermi taşıdıkları için mi efendidirler ürettikleri için mi? Üretseler de mermi de taşısalar aşağıda ve ufak mı kalmalılar? Benim ömrü dolmuş, lüzumsuz sorularım işte.. Ama bizim ömrümüz de bunlarla doldu geçti. Kınık'taki (Kalkan yakını, Antalya) heykel.

13 Nisan 2014 Pazar

Hersh, Sarin, ateş, duman

Kısa yoldan şöyle izah etmek isterim ki, şuursuzluk büyük bela, muhterem okurlar. Nasıl bir meseleyle karşı karşıya olduğumuzun bile farkında değiliz, öyle görünüyor.

İyi niyeti olabildiğince koruyarak başlayayım istedim, bu yüzden "şuursuzluk" dedim. Yoksa, cehalet, küstahlık, atgözlüklü tarafgirlik vesair hastalıklarımızı yanına eklemek, ayrıca bir süredir her meselede karşımıza çıkan, yalancılığın en sakil, kandırıkçılığın en ilkel yollarından da dem vurmak lazım. Konumuz, Seymour Hersh'ün analitik haber-yorum yazısı: 2013'ün 21 Ağustos'unda Şam'ın Guta semtinde yaklaşık 1400 insanı öldüren kimyasal silah saldırısını Suriyeli muhalifler mi yaptı, bunlara Türkiye yardım etti mi? Bu kadar hayatî bir meselede bir defa daha gördük ki, herhangi bir mevzuyu akılla mantıkla ele alıp tartışma kabiliyetinden yoksun ve aciziz. Kim yapmış, ona bakıyoruz. Yapan bizdense iyidir, ölenler onlardansa iyidir, falan...

Durumu daha da vahim kılan, iyi kötü mürekkep yalamış insanların da bu hastalıklara karşı bağışık olmaması, üstelik, özel ilgisi ve bilgisi olmayan ortalama insanların barındırmadığı başka mikropları ortalığa saçması.

12 Nisan 2014 Cumartesi

Hepsi bizim olabilirdi, "biz" böyle bir şey olabilirdi

[ UYARI: Yandaki videoyu göremiyorsanız Youtube'a girmenin yolunu bulmalı ya da buraya tıklayıp Vimeo'dan izlemelisiniz. ] Almanya'da, Morgenland Osnabrück Festivali'nde (2012) Doğulu ve Batılı müzisyenler birarada. Aynur'la birlikte İbrahim Keivo vokalde. Kinan Azmeh (klarinet), Cemil Qoçgiri (saz), Rony Barrak (darbuka), Hüseyin Zahawi (erbane), Naci Özgüç'ün yönettiği Morgenland Oda Orkestrası önünde çalıyorlar. Aynur'un meşhur ettiği "Keçê Kurdan"ı orkestra için düzenlemişler, ayrıca öndeki "Doğulular" bol bol emprovize yapıyor, sololar atıyor. Bir "Keçê Kurdan" düzenlemesi olarak ahım şahım sayılmaz, ama performans olarak güzel. Özellikle darbukacı Barrak ile erbaneci Zahawi'nin atraksiyonları çok keyifli. (Erbane gibisi var mı ya!) Ve müziği, başka hiçbir şey bizi rahatsız etmeden "izliyoruz", video tamamen müzik performansını eksene oturtarak çekilmiş, kurgulanmış - o da Alman yönetmen Günter Wallbrecht'in başarısı.

Peki ben bunu buraya niye aldım? Birkaç sebebi var. Lütfen performans sonunu, sahnedeki kucaklaşmaları falan bir izleyin hele... Sonra da ben vaziyeti izah edeyim.

9 Nisan 2014 Çarşamba

Seymour Hersh ve My Lai katliamı

Size uzuun bir yazı sunuyorum. Suriye'deki sinir gazı saldırısıyla TC hükümetinin ilişkisine dair iddiasıyla gündeme gelen gazeteciyi tanıyabilmeniz için. Aynı zamanda, gazetecilik denen meslek hakkıyla yapıldığında neler olabiliyor, hep beraber hatırlamamız için. Seymour Hersh, Irak'ta, Abu Grayb hapisanesinde Amerikan askerlerinin yaptıkları işkenceler ve işledikleri insanlık suçlarından haberdar olmamızı sağlayan insandır. Olan biteni öğrendikten sonra, bunları yazılabilecek kıvama getirmek için beş ay uğraşmıştı. Sabırla çalışmanın ve iğneyle kuyu kazmanın gazeteciliğin şartlarından olduğunu bildiği için. "Belge aradım," diye anlatmıştı bu beş ayı nasıl geçirdiğini, "çünkü elinizde belge yoksa ortada hiçbir şey yoktur, belge yoksa hiçbir yere varamazsınız." Sarin ve Suriye meselesiyle ilgili düşünürken onun bu lafını unutmak doğru olmaz.

(Hersh'ün günümüz gazeteciliğine dair eleştirileri ve gazeteciliğe yaklaşımı hakkında fikir sahibi olmak isterseniz: Lisa O'Carroll, "Seymour Hersh on Obama, NSA and the 'pathetic' American media". Türkçesi de şurada: "Seymour Hersh’le Obama, NSA ve 'hastalıklı' Amerikan medyası hakkında". EK: Umur Talu'nun 10 Nisan'daki yazısı Hersh üstüne; Talu, Amerikalı gazetecinin önce yalanlanıp sonra doğru çıkan pek çok önemli haberini sıralıyor.)


Seymour Hersh, ABD ordusunun Vietnam'da yaptığı My Lai katliamını da ortaya çıkaran insandır. My Lai katliamından dünyanın ve özellikle Amerikan kamuoyunun haberinin olması, tarihin akışını etkilemiş olaylardandır. Bu katliamı, içinde yaşandığı koşulları, gazetecinin bu konuda hakikate ulaşmak için izlediği yolu zamanında çeşitli kaynaklardan öğrenebildiğim kadarıyla aktarmış, yazı dizisi haline getirip yayımlamıştım. Burada tamamını tek seferde sunuyorum (bazı ufak eklemeler-çıkarmalar yaptım).

"Apocalypse Now"un sahicisi


1968 yılında ABD Vietnam Savaşı'na boğazına kadar batmıştı. 500.000 askeri, tuzak dolu tropikal ormanların içerisinde, bir görünüp bir kaybolan Vietkong gerillalarıyla çarpışıyor, Vietkong hiçbir yerden tam anlamıyla temizlenemiyor, ABD yönetimi ve özellikle ordu komuta kadrosu giderek sıkışıyordu. Bölge ele geçirememe, ABD ordusunun en büyük sorunuydu. Vietkong kayboluyor ve yeniden ortaya çıkıyordu. Yürütülen operasyonlarda ne ölçüde başarı sağlandığı bile tam anlaşılamıyordu. Bu, Amerikalıları "ceset sayma" adıyla meşhur olan yönteme sürükledi. Bölge temizlendi mi, şüpheliydi, ama ölü Vietkonglu, şüphe götürmez şekilde ölüydü. Böylece, ABD komuta kadrosunun başarıyı ceset sayarak ölçmeye yönelmesi, tek tek Amerikan askerlerine de daha büyük bir öldürme arzusu ve daha geniş bir öldürme serbestisi veriyordu.

3 Nisan 2014 Perşembe

CHP, sen nesin?

Başbakanın her an bütün spotları üzerine çevirtebilme başarısını hepimizin teslim etmesi lazım. Bütün gözler kulaklar ona dikiliyor, sadece onun sesi duyuluyor. Gözünü kapatan onun yüzünden kapıyor, kulaklarını tıkayan onun yüzünden tıkıyor. İktidarı eleştirecek, suçlayacak olan ona yükleniyor, sevecek olan onu seviyor. Çünkü o başkasının ortalıkta, hele önde, hele, mazallah, dilim varmıyor, sahnede olmasına tahammül edemiyor. Sesi gitti, yine sahneyi bırakmadı. Çünkü oyunu öyle bir hale getiriyor ki, yalnız kendi oynayabiliyor. Siyasî analiz, AKP'nin, ama öncelikle liderinin ne düşündüğü, düşüneceği, ne yapacağı edeceği hakkında laf gevelemekle eş anlamlı. Seçim sonucu hakkında değerlendirme yapılacaksa, onun performansı, şöyle yapsaydı ne olacağı, böyle yaptığı için ne olduğu tartışılıyor.

Ve biz bu pek acayip durumun yalnız sonuçlarıyla ilgileniyoruz. Oysa başımızı sebeplerine çevirdiğimizde zihnimiz açılabilir, görüşümüz berraklaşabilir.

Fotoğraf 2011 Mayıs'ından, Dersim'den (Hızık).


Pek çok sebep bulunabilir şüphesiz. İlk akla gelmesi gereken, ama niyeyse artık akla bile gelmeyen, akla gelse söze dökülmeyen, söze dökülse, duyanların içini karartan, ruhunu buruşturan (evet, ruh buruşur!), insana ardarda sekiz başbakan nutku dinlemekten bile daha sıkıcı gelen sebep, elbette "ana muhalefet partisi" adına bastırılmış kartvizitle dolaşan ne idüğü belirsiz siyasetçi topluluğu. (Hemen burada kimi insanları tenzih etmek zorundayım, biliyorum. İsim isim sayamam; doğru olmaz. Hem birilerine haksızlık olur diye korkarım hem de bizler bazı milletvekillerinin devleti değil bizi temsil ettiğine inanırsak onları bir daha milletvekili yapmayabilirler. Memleketin yakın tarihindeki günahları açıkça konuşmaktan çekinmeyen, Meclis'ten "illegal" canlı yayın yapan, TOMA'ların önüne otururken parti hesabı gütmeyen, isyana "doğal olarak" katılan, "bizim adımıza" orada bulunduğunu bilen, buna göre davranan sınırlı sayıda insana saygılarımı gönderiyor ve devam ediyorum.)

Sen nesin CHP? Sahiden nesin?

1 Nisan 2014 Salı

Her şey de kapkara değil

Tanıyanlar bilir, pek iyimser bir insan sayılmam. Bu yüzden, "herif Polyanna'lık yapıyor" deyip geçmeyin. Memleket siyasetine ömrünü harcamış, felaket tecrübesi gelişkin insanlardan bile "game over" lafları duyduğumuz bir günde "her şey kapkara değil" diye yazı yazmamı pelteleşme sendromuna bağlamayın. İyilik güzellik sınırlı olabilir; bulup çıkarmak, görmek, hissetmek lazım. Anlamının hakkını vermek lazım.

Bakın, bu Februniye Akyol (Fabronia Benno), Mardin Belediyesi Eşbaşkanı:


Akyol, hem devletten hem Kürtlerden eziyet görmüş Süryani halkının genç (25 yaşında) bir temsilcisi. Kürt siyasetinin emektar ve saygın isimlerinden Ahmet Türk'le birlikte insanlığın hazinelerinden birini, Mardin şehrini yönetecek. Birçok evde kadınların hâlâ erkek misafirin yanına çıkamadığı bir coğrafyada. Daha yakından tanımak isterseniz, Bianet'teki röportajını okuyabilirsiniz: "Mardin Adayı: Süryaniler Şaşkın ve Mutlu".

Kadınlar, coğrafya falan demişken, bakın, bu fotoğraftaki de Berivan Elif Kılıç:


Berivan Kılıç'ın öyküsü internette birçok yerde var; meselâ T24 sitesi, Dicle Haber Ajansı'ndan alıp yayımladı, tıklayın, okuyun lütfen: "'Çocuk gelin'di şimdi belediye başkanı". Küçücük yaşında evlendirilip, 16 yaşında anne oldu, şiddet gördüğü kocasından boşanmayı başardı ki, içine tıkıştırıldığı koşullarda bu fazlasıyla rizikolu bir bireysel eylem sayılmalıydı. Şimdi de seçim yarışına girip Diyarbakır'ın Karaz=Kocaköy Belediyesi'ne eşbaşkan olan Berivan bir masal kahramanı değil; olay "mahallemizde" cereyan ediyor.

Son olarak, Leyla İmret'i sunmak istiyorum size:


27 yaşında, Şırnak'ın Cizre ilçesinde belediye eşbaşkanı. "Ora"ları beş yaşındayken terk etmiş. Çünkü babasını öldürmüşler. Dönüp, 32 bin küsur seçmenin yüzde 83'ünün oyunu aldı, "başkan hanım" oldu. Sizce kimleri çatır çatır çatlatır böyle bir poz? Ha? Gözünüzün önüne getirin, belki azıcık keyiflenirsiniz.

Februniye, Berivan ve Leyla'nın yüzlerine bakıp bakıp neler diyebiliriz? Türkiye sadece vicdansızlığın, zulmün, yolsuzluğun aklandığı bir ülke değil. Kadın-erkek ilişkilerinin kadınlar aleyhine çok büyük sorunlarla yüklü olduğu bir yörede gencecik kadınların erkeklere meydan okuyabildiği, onları yönetmeye talip olduğu, bu hakkı ve yetkiyi kazanabildiği bir yer. Polyanna'lık mı? Asla değil. Hakikat bu. Hem de bir başka hakikate işaret ediyor: Sakın Gezi isyanını küçümsediğimi sanmayın, onun esas önemi ve ağırlığı da başka yerde; ama orada hayat tarzımızı koruyorduk, buradaysa bu genç insanlar -ve elbette onlara bu fırsatı tanıyanlar- hayatı dönüştürüyorlar.

Size bir tavsiye: 30 Mart seçimleri aklınıza geldiğinde, başbakanın haykırmasını, balkondaki manzarayı filan hatırlayacağınıza, açın, Februniye, Berivan ve Leyla'nın fotoğraflarına bakın. "Game over" teraneleri, saçmalıktır, şımarıklıktır.