29 Haziran 2014 Pazar

Cemaat dışarıdan nasıl görünüyor?

Abdülhamit Bilici'nin 28 Haziran'da Zaman'da yayımlanan, "Bizden geçmiş insanlık bile!" yazısı, ne zamandır üstüne konuşmak istediğim bir dizi konuyu gündeme getirme şansı veriyor. Bunların hepsinin ortak noktası şu: Cemaat adına konuşan, yazan veya sadece olan biteni izleyip tepki gösteren insanlar, tarihlerinin, faaliyetlerinin, konumlarının, tavırlarının başkalarına nasıl göründüğünün hiç farkında değiller. Oysa olmalılar. Belki bu umurlarında da değil. Oysa o da olmalı. (Bunun niyesi elbette ayrı yazı konusu.)

Okuyacağınız yazının bir gerekçesi daha var: Bu cinsten bir yazıyı Abdülhamit Bilici'ye borçlu olduğumu da düşündüm. Çünkü Twitter'da kendisine birkaç defa rahatsızlık verdim. Sadece ona da değil. Cemaat'e yakın birkaç kişinin çevresinde, bol vızıltı çıkaran bir sinek gibi dolandım ve neredeyse her yazdıklarına bir laf ettim. Twitter, bütün kısıtlayıcılığına rağmen, bazen epey bir görüş alışverişine imkân tanıyor. Ama derinlik elbette bir yere kadar. Devamlı vık vık edip, diyeceğimi 140 140 vuruşlara bölüp yüzeyde gürültü çıkaracağıma derine inip derli toplu konuşmam herkes için daha yararlı.

26 Haziran 2014 Perşembe

Kazım için bir film...

Kazım Koyuncu için yaptığım Şarkılarla Geçtim Aranızdan filmini artık özel Vimeo kanalından izleyebilirsiniz: Şarkılarla Geçtim Aranızdan.

Kazım'la tanışmak kısmet olmadı. Ama ona hayatımda verdiğim yerin ancak bir arkadaşınkiyle kıyaslanabileceğini onu kaybedince anladım. Çok önemli bir insandı, çok şeyi değiştirebilecek bir insandı. Onun için bir film yaptım, sadece kendisinin konuştuğu, anlattığı, kızdığı, bağırdığı... ve o şahane sesiyle şarkılar söylediği. "Kazım üstüne" olmamasına özen göstererek. Benim insanlara söylemek istediğim hemen her şeyi söylüyordu zaten, ona aracı oldum.

İlaveten diyeceklerimi de, film için özel bir site yapıp oraya yazdım: www.kazimkoyuncufilmi.com. Hem Kazım'a dair düşüncelerimi hem müziğine dair görüşlerimi, Zuğaşi Berepe'nin "mana ve ehemmiyetini", filmi yaparken başıma gelen korkunç işleri... ayrıntısıyla anlattım. Buraya tıklarsanız, siteye gidip bunları okuyabilirsiniz.


Şarkılarla Geçtim Aranızdan'ı DVD olarak piyasaya çıkarmış, gelirini Umut Çocukları Derneği'ne aktarmıştık. Kazım'ın başlıca dertleri olan yoksulluk ve çocukları biraraya getiren böyle bir eylemin anlamlı olacağına inanmıştım. Bu yüzden filmi bu zamana kadar internete koymamıştım.

25 Haziran 2014 Çarşamba

Ekonominin Unsurları/8 - İşgücü arzı

Eşitsizliğin vücut bulduğu en yürek burkucu kurumlardan biri herhalde "amele pazarı"dır. Ahalinin büyük kısmının yere düşürse umursamayacağı kadar bir para için sabahın köründe katı yürekli iş sahiplerinin ya da onlardan daha katı yürekli kalfaların karşısında kendilerini güçlü, her işe yeterli göstermeye çabalayan aç bilaç adamların halini görüp de dünyadan nefret etmeyene insan denir mi, bilemem. Haydi, dünyadan etmesin de, dünyanın düzeninden etsin. Nefret de yetmez amele pazarının yolaçtığı hasarı gidermeye. Cam kırığından bakarsınız artık dünyaya. Devir değişince, manzara da değişiyor, çünkü kurum değişiyor. İşçileri pazarlayan dayıbaşları, ekipbaşları, babalar, komisyoncular türüyor. Fotoğraf Letoon antik kentine giden yoldan, Fethiye'den.

Labour supply / Emek arzı

Fotoğrafı daha büyük, doğru dürüst görmek için üzerine tıklayın. Ekonominin Unsurları dizisinin tamamına ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

23 Haziran 2014 Pazartesi

Radikal mevzuunda zorunlu bir açıklama

T24'te şimdiye kadar süper röportajlarını okuyup takdir ettiğim Hazal Özvarış ne yazık ki benim tesbit edebildiğim ilk hatasını benimle ilgili bir konuda yaptı. Özvarış'ın Radikal'in kurucu genel yayın yönetmeni Mehmet Yılmaz'la söyleşisinde ('Radikal kötü yönetildi, aktif gazetecilik yapılsa kapanmazdı') şöyle bir soru yeralıyor:
Ümit Kıvanç 28 Şubat’ta Radikal ile yollarını ayırmak zorunda kaldığını yazdı. Gösterdiği sebep: Önce bir yazısının yayınlanmaması, sonra “general” ifadesinin geçtiği eleştirel bir [ifadenin -ük] yazısından çıkarılması.
Mehmet Yılmaz buna şöyle cevap veriyor:
Hiç böyle bir olay hatırlamıyorum, doğrusunu isterseniz.
Tabiî, o hatırlamaz. Eminim hatırlamıyordur... Ben size doğrusunu "Radikal ve benim Radikal maceram" yazımda anlattım. Bunu geçiyorum, zira şu anda konumuz bu değil. Sorun, Hazal Özvarış'ın bana atfen, varolmayan bir iddiayı dile getirmesi. "Önce"-"sonra" diye zikrettiği şeylerden "sonra" olanı doğru: yazımdan birşeyleri atmışlardı. Ama yayımlanmayan herhangi bir yazım olmadı.

Buna üzüldüm, çünkü Özvarış'ın ne kadar dikkatli bir gazeteci olduğunu yaptığı söyleşilerden anlıyorum. Özellikle Mehmet Yılmaz'ın pişkin pişkin inkâr edeceği (veya bizler önemsiz olduğumuz için sahiden hatırlamayabileceği) belli olan bir durumu onun önüne koyarken bu yanlışa düşmemiş olmasını dilerdim.

20 Haziran 2014 Cuma

Ekonominin Unsurları/7 - Ticaret

Ticaret, modern kapitalizmin anası değilse ebesi. Düzenin temel taşı olma payesini önce sanayiye sonra malî dalaveralara, para oyunlarına kaptırdıysa da, mekanizmanın hayatını sürdürebilmesinin hem önkoşulu hem bahanesi hem görünür izahı. Toplumsal ahlâkın omurgasını, sınırını, rengini, kuvvetini belirleyen bir varoluş tarzının adı.

Commerce / Ticaret

Bu yüzden, ticaretin inananlara helâl kılındığını müjdeleyen İslâm peygamberi, bu müjdenin peşine bir sürü uyarı, kayıt kuyut takmış. Ancak, sonunda yapılan işin yapan insanı şekillendireceğini bildiğinden, "sözüne ve işine güvenilen, dürüst tüccar"ı, "nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraber" saymış. Çünkü pek az bulunacağını biliyor. “Ey tüccar topluluğu!" diye seslenmiş. "Hiç kuşkusuz, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karışır. Bu yüzden, bu eksikliği sadakalarınızla telafi ediniz!"

"Dürüst ticaret" nasıl olur? Ya da olur mu? Buradan girerseniz, kendinizi çocukların madende çalıştırılmasını onaylarken bile bulabilirsiniz. Ruhunuz verimlilik, kârlılık çamurlarına bulanmış, kirlenmiş olabilir. Ticareti helâl kılmakla "güzel ahlâk" bağdaşır mı? Buradan girerseniz de, dindar bir yöneticinin, "Ayaklar baş mı olsun!" diye haykırdığı bir dünyada açabilirsiniz gözlerinizi.

Ticaret... zor bir mevzu. Fotoğraf, muhtemelen inanmakta zorlanacaksınız ama, 1990'ların ortalarından, Kastamonu'dan. Refik Durbaş'la birlikte, Cumhuriyet'te yayımlanan "Küçülen Şehirler" dizisi için geziyorduk; o yazıyordu, ben çekiyordum.

Fotoğrafı daha büyük, doğru dürüst görmek için üzerine tıklayın. Ekonominin Unsurları dizisinin tamamına ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

Bu 3. sayfa, başka 3. sayfa

Raziye (Meryem) İbrahimi, 14 yaşında evlendirildi, 15 yaşında anne oldu, 17 yaşına geldiğinde kocasını öldürdü, şimdi 21 yaşında, cinayetten idam edilecek. Kocası uyurken tetiği çekmiş Raziye. Çocuğu şimdi altı yaşında falan olmalı.

İfadesinde şöyle anlatmış: "14 yaşındaydım, kim olduğuma, hayatın ne olduğuna dair fikrim yoktu. Babam, komşumuzun oğluyla evlenmemi istedi, çünkü o okumuş bir adam, bir öğretmen, dedi." Ancak bu okumuş adam Raziye'ye hiç iyi davranmadı, onu horladı, hattâ dövdü de.

Okumuş adamın ailesi isterse Raziye idamdan kurtulabilir. İran'da yasa, son sözü maktûlün ailesine bırakıyor. Okumuş adamın ailesi, oğullarını öldüren "kadını" affetmedi.

Raziye'nin hikâyesi, ne kadar çarpıcı, yürek burkucu olursa olsun, aslında pek bir özelliği yok. Çünkü bu tür hikâyelerden sadece biri. Ferzane Moradi de 15 yaşında zorla evlendirilmiş, 16 yaşında çocuk doğurmuş, 19'unda başka bir adama aşık olmuş ve kocasını öldürmekle suçlanmış, 28'inde asılmıştı.

İran'da yasalara göre, "cezai sorumluluk", erkekler için 15, kızlar için 9 yaşında başlıyor. Niye? Vardır daha karışık ve derin cevapları mutlaka, ama ilk sebep şu: çünkü iktidar erkeklerde.

Kızlar 13, erkek çocuklar 15 yaşında evlendirilebiliyorlar. Ne demek 15 yaşında koca, 16 yaşında baba olmak? Felaketin bu yüzü gölgede kalıyor. Çünkü genellikle olan kızlara oluyor: Sadece 2012'de, İran'da 10 yaşın altında 1537, 10-14 yaş arasında 29 bin 827 kız çocuğunun evlendirildiği belgelenmiş.

Yani dokuz-on yaşındaki kız çocuğunun yıllar boyu her gece tecavüze uğrayarak büyümesi yasal.

Bunun bir bedeli olmalı. Raziye için bu bedeli ödetme arzusu, belli ki canından bile kıymetli oluvermiş bir an.

Said Kamali Dehgan, The Guardian'a, İran'ın Mehr haber ajansına dayanarak 19 Haziran'da vermiş bu haberi, oradan aktardım. Tamamı için tıklayın.

19 Haziran 2014 Perşembe

"Direniş Sergisi"

Bursa Nilüfer Belediyesi hayırlı bir iş yapmış, belediyeye ait Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde bir "Direniş Sergisi" açılmış. Konu, Gezi isyanı. Sergi Kemal Aslan’ın fotoğraflarından, Ayşegül Özmen'in tasarımlarından oluşuyor; küratörü Attila Durak. 30 Mayıs'ta açılmış, 30 Temmuz'a kadar açık kalacak. 13'ünde Nilüfer'de, Üç Fidan Parkı'nda 16 Ton filmimin gösterimi, ardından da söyleşi vardı, 14'ündeyse, Romanya, Almanya, Ukrayna ve Brezilya'dan konukların da katıldığı bir panel yapıldı. Bu vesilelerle oradaydım, gitmişken sergiyi de gezdik. Kısaca belirteyim: Çok güçlü bir sergi olmuş. Meramı gayet güzel anlatıyor, yaşamayana Gezi isyanının ne menem bir şey olduğunu açıklayabiliyor. Eğlencesiyle, şiddetiyle, acısıyla.

Direniş Sergisi

Serginin girişinde, bir TV ekranında penguen belgeseli dönüyordu. Gördüm, sanki dünyanın en normal şeyini görmüş gibi "ha!" deyip yürüdüm. Sonra dank etti: çok saçmaydı! Yaşadığımız hayat bu kadar saçmaydı işte. İddia ediyorum: Türkiye'nin bu koşullarında -ki ne zaman çok daha farklıydı, şahsen bulamadım şimdi- sanata dair her türlü kavram, bizzat sanat kavramı yeniden tanımlanmalı, ters yüz edilmeli, başaşağı çevrilip içindeki birşeyler dökülmeli, içine başka birşeyler tıkıştırılmalı...

Direniş Sergisi

Birisine gayet sıradan bir şey anlatır gibi anlatmaya koyulsam: İşte, yüz binlerce insan sokağa dökülmüştü, sabahtan gecenin bir vaktine kadar üstlerine gaz fişekleri yağdı, tazyikli sular sıkıldı, dünyanın belli başlı şehirlerinden birinin en merkezî meydanı savaş alanına dönmüştü, o sırada dünyanın en meşhur haber televizyonunun Türkiye'deki şubesi penguenleri gösteriyordu... En ufak bir hayret belirtisi göstermiyorsunuz, "biliyoruz, ne var!" diye omuz silkiyorsunuz muhtemelen. Tıpkı benim o serginin girişindeki penguenlere kapı kolu, pencere pervazı, çöp sepeti muamelesi yapmam gibi. Halbuki şu anda dünyanın en absürd olaylarından birinden sözediyoruz. Kimin aklına penguenler gelir öyle bir durumda? Ama geldi işte. Ve penguenler, yaz sıcağında milyonlarca insanı ayağa kaldıran bir hadisenin doğal unsuru oluverdiler. Penguenleri serginin girişine sanat koydu, ama "onu oraya koyun" diyen hayattı. Hiçbir sergideki hiçbir penguen görüntüsü, Gezi isyanı patladığında CNN Türk ekranında gösterilen kadar sanatsal olamaz. Hayat bazen sanatı köşeye sıkıştırıyor, ona kıpırdayacak yer bırakmıyor.

Direniş Sergisi

Bazen de hayattan öyle şeyler eksilmiş oluyor ki, sanat ne yapsa bu eksiği gideremiyor. Devlet, Gezi isyanını, şenlikli gürültüsüyle hatırlanacak, hatırlandıkça keyiflenilecek bir yaşantı olmaktan kolayca çıkardı. En iyi bildiği şeyi yaparak çıkardı. İnsan öldürerek. Gencecik çocukların hepimizi yaşıyor olmaktan utandıran anıları kaldı havada asılı. Direniş Sergisi, kaybın hüznünü atlamadan, hem güçlü hem kapsayıcı karelerle isyanın coşkusunu, camekânlarda sergilenen gaz fişekleri ve baretlerle olan bitenin absürdlüğünü layıkıyla yansıtıyor bence. Kolayca sapılabilecek hamaset yollarından medet umulmamış, isyan çiğleştirilmemiş, yaşanan yontulup bundan haşmetli bir siyasî heykel çıkarılmaya çalışılmamış. Emeği geçen herkesin eline sağlık.

18 Haziran 2014 Çarşamba

Radikal ve benim Radikal maceram

Radikal gazetesinin artık basılmayacak ve hayatını sanal âlemde sürdürecek oluşu, bir yandan üzücü bir gelişme, insana bir kayıp duygusu veriyor; bir yandan da bütün okuryazarlar için ilginç ve heyecan verici bir deney. Bakalım bir gazete bu şekilde yaşayabilecek mi? Etkisi, ciddiye alınırlığı ne düzeyde olacak?

Radikal'in son hali bana arada derede kalmış görünüyordu. Tabloitti, ama sanki tabloit olmamaya çabalıyordu. "Ciddî gazete"ydi ama öyle değilmiş yapmaya uğraşıyordu. Basın-yayın âleminde genellikle düşülen bir hatanın kurbanı olmuştu sanki: Her yayının bir kimliği, kişiliği vardır ve başkalarına büyük okur ve para kazandıran birtakım işleri siz yaptığınızda hiç de öyle kazançlı çıkmayabilir, aksine, kimliğinizi zedeler, kişiliğiniz hakkındaki izlenimi bulandırır ve birşeyler kaybedebilirsiniz.

Radikal zaten bıçak sırtı bir konumdaydı.

17 Haziran 2014 Salı

Ekonominin Unsurları/6 - Zanaatkâr

Fotoğraflarımı sergilediğim ipernity sitesinde bu fotoğrafın altına biri, "işte, onurlu emek, dürüst çalışma var burada," diye yazmıştı. Zanaatçı emeğiyle karşılaştığımızda ruhumuza bir çeşit ferahlık, bir çeşit huzur veren şey nedir acaba? Zanaatçıyı çalışırken görmek, bir bütünlük, tamamlanmışlık hissi yaratır; nedendir? Büyük ihtimalle, sanayiin alâmeti farikası olan yabancılaşmaya uzaklığından, hattâ zıtlığından. Herkes bilir ki, kırk senelik zanaatkârın elinden çıkma bakır kap o kırk seneden birşeyler barındırır. Oysa üretim bandındaki işçi kaç senedir orada ömür tüketiyor olursa olsun, vakumlu ambalajlarıyla kolilere doluşan fabrika mâmûllerinin hiçbir yerinde hiçbir işçinin izini bulamazsınız. Unutmayalım: Kurduğumuz dünyada, "ekonomi" ilerledikçe zanaatçı yok olur. Ekonomi dedikleri, bu bakımdan da kötü bir şeydir.

Artisan / Zanaatkâr

Fotoğrafı daha büyük, doğru dürüst görmek için üzerine tıklayın. Ekonominin Unsurları dizisinin tamamına ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

Tanıl Bora, Richard Sennett'in Zanaatkâr kitabına dikkatimi çekti. İlk fırsatta okuyacağım, çünkü tanıtımında şunlar yazılı: "Zanaatkâr, temel bir insani içgüdüyle ilgilidir: bir işi başka bir şey için değil de yalnız o iş için yapmak. Sözcük, endüstri toplumunun gelişiyle yitmekte olan bir yaşam tarzını akla getiriyor olsa da, zanaatkarın dünyası maharetli el emeğinin çok ötesine, bugüne, bütün insan uğraşlarına uzanıyor. Dolayısıyla, bu kitap bilgisayar programcısının, doktorun, ebeveynlerin, kısacası her yurttaşın iyi zanaatkârlığın değerlerini öğrenerek neler kazanacağını anlatıyor." Daha fazlası için buraya tıklayabilirsiniz.

16 Haziran 2014 Pazartesi

Ekonominin Unsurları/5 - Vergi

Eski Mısır'dan kalanları görmek, birçok bakımdan, yaşanabilecek en kapsamlı tecrübelerden biri. Hiyerogliflere baktıkça, bunun insanlık henüz yeterli soyutlama kabiliyetine ulaşmadığı için derdini işaretler, resimlerle anlatmasından ibaret bir haberleşme aracı olmadığını anlıyorsunuz. Gündelik iletişimin ya da resmî kayıt tutma işlemlerinin etrafı sanatsal halelerle örülmüş gibi. Bir yandan her şey çok net, doğrudan, somut; öbür yandan, en ufak çizginin bile rastgele olmadığını sezmek insanın kulağına sürekli, anlatılanın gördüğünden ibaret olmadığını fısıldıyor. Sınıflı toplum, Eski Mısır'dan ancak 2500 sene sonra falan, bu kadar kanlı canlı resmedilebildi. Hiyerarşinin toplumsal da değil neredeyse "doğal" sayılması, aslına bakarsanız, bugünün sözümona acayip gelişmiş toplum hayatında da sınıfsal ayrımın sürebilmesinin önkoşulu.

The Tax / Vergi

Fotoğrafı daha büyük, doğru dürüst görmek için üzerine tıklayın. Ekonominin Unsurları dizisinin tamamına ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

12 Haziran 2014 Perşembe

IŞİD Karaman'ı ne zaman alır?

Haber bültenlerinin yeni kahramanı IŞİD ne yapıyor? En büyük infiali uyandıran marifetinden başlayalım: Kafa kesiyor. Bakmaktan titizlikle kaçındığım ama geçen gün bir-ikisine yakalandığım videolarda gördüğüm kadarıyla, sadece kafa da kesmiyor. IŞİD'in geçtiği yer, kolu bacağı kesilip öldürülmeden kaldırımlara atılmış insan "kalıntıları"yla kaplanıyor. Ve herkesin gözünü bu vahşet alıyor.

Midemiz kaldırırsa, vahşetin gerisindekine bakmaya çalışalım. Çünkü hiçbir siyasî veya silahlı hareket, saf vahşet yapma amacıyla kurulmaz, işlemez, yaşamaz. Bu vahşet bir gaye için yapılıyor. Bir IŞİD'çiye sorsak, muhtemelen şöyle diyecektir: "Allah'ın dininin egemenliğini sağlamak ve yerleştirmek için."

İşte bu nokta, siyah üniformalarını kana bulaya bulaya ilerleyen gözü dönmüş "cihatçı"larla, bir plaza veya "media center"daki odasından âleme nizam vermeye çalışan sözümona medenî İslâmcı yazarçizeri birden kankalaştıran çok tehlikeli bir ortak hattın üzerinde.


İslâm bilirkişisi ve kendinden menkûl fetvacı Hayrettin Karaman'ın, demokrasi, çoğulculuk ve laikliğe reddiyesi üzerine geçenlerde yazmıştım ("İslâm bilirkişisinden tahakküm manifestosu"). Karaman kabaca, "Allah'ın dininin müdahale etmediği" herhangi bir bireysel veya toplumsal alanın varolamayacağını, dolayısıyla, hem toplum yaşamının dinî gereklere göre tanzim edilmesi gerektiğini hem de bireylerin yaşamlarını bu disipline göre şekillendirmek zorunda olduklarını ileri sürüyor. İslâm'a uygun hayatı değerli, "diğerini" ise "adi, bayağı, terk edilmesi gereken bir şey" sayıyor.

Ekonominin unsurları/4 - İşbölümü

"Ekonominin Unsurları"nda bu defa başlığımız "işbölümü". Ekonomicilere göre verimliliğin, Marksistlere göre yabancılaşmanın, birçok kötülüğün anası. Kabul edilemez durumları hayatın olağan akışı saydıran ideolojik sakatlıkların zemini. Birbirini anlamamanın, birbirine duyarsızlaşmanın, giderek, kendi konumunu başkalarıyla kıyaslayıp, daha iyiyse, ötekilerin altta kalmasını istemenin altyapısı. İşbölümünü mazur gösterecek bin türlü gerekçe bulursunuz. Çoğu da kulağa mâkûl gelir. Yarattığı sonuçlarsa, "ekonomi" dediğimiz, kutsallıklarla bezeli âlemde hiç görülmez, konuşulmaz. İnsanî olan, ekonomiye yabancıdır. Kanıtı, işbölümünün mutlaklaştırılması, bireyin toplumdaki konumunun buna göre belirlenmesidir.

Division of labour / İşbölümü

Fotoğrafı daha büyük, doğru dürüst görmek için üzerine tıklayın. Ekonominin Unsurları dizisinin tamamına ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

11 Haziran 2014 Çarşamba

1. yılında "Kabataş meselesi"

Kabataş'taki muhayyel saldırı meselesiyle ilgili yazıların linkleri toplu halde. Ne olduğunu ne olmadığını, daha doğrusu ne olmadığını fakat buna rağmen kimlerin ne hallere girdiğini açıklıkla ortaya koyabildiğimi sanıyorum. Büyük sahtekârlık ve riyakârlık hadisesi. Bu blog'taki Kabataş yazılarını okuyanlar için yeni bir şey yok. "Elim hadise"nin birinci yılı münasebetiyle, linkler birarada.

Kabataş meselesi - Yangında ilk okunacak
Kabataş meselesi/2 - Sis, pus, hamaset arasından
Kabataş meselesi/3 - Serbest uçuş halleri
Kabataş meselesi/4 - Hilal Kaplan herkesi suçluyor

Ekonominin Unsurları/3 - Mikro-Makro

"Ekonominin Unsurları" fotoğraf dizisine devam ediyorum. Bu seferki kare, Eylül 2012'den; İzmir, Kordon, Alsancak'tan, iskelenin pek yakınından. Üstüne ne söylenir, bilmiyorum. Fotoğrafı beğenen bir gezgin, "biri yakında ve kocaman, öteki uzakta ve ufak, ama hangisinin hakim hangisinin ötekine tâbi olduğu çok belli" demişti. Herhangi bir şekilde belirleme gücü -buna şu ya da bu oranda "iktidar" da diyebiliriz- bulunmayan bireylerin, grupların, "ekonomi" denen muazzam çark karşısındaki konumları çaresizcedir. Ekonomi, hepimize yer veren, mâkûl bir oturma düzeni değildir. İhtiyaç duymadığını hemen işlevsiz, geçersiz kılan, dışarı atan bir öğütücüdür. Aynı zamanda, bize dünyayı olduğundan başka türlü gösteren bir hileli dürbündür. Şansımız varsa = yani işine yarıyorsak, perdesinde kendi yansımamızı, ama bozulmuş, çarpıtılmış olarak! izlediğimiz bir karanlık âlemdir. Bir kesesine milyon dolarlık yakıt taşıyan kocaman tankeri, öbür keseye sabaha karşı Körfez'e balık tutmaya çıkan adamı koyabileceğiniz bir terazi yoktur.

Micro-macro / Mikro-makro

Fotoğrafların burada tek tek yayımlanmasını beklemeyeyim, dizinin tamamını göreyim diyenler şuraya tıklayabilir: Ekonominin Unsurları. Fotoğrafa tıklarsanız daha büyük, doğru dürüst görebilirsiniz.

10 Haziran 2014 Salı

Ekonominin unsurları/2 - Bireysel Girişimci

İnternette yayımladığım bazı fotoğraf dizilerine burada da yer vereceğim. Geçen yılın Mayıs'ında Flicker'da yapılan korkunç değişiklikler yüzünden oradan göçen birçok fotoğrafçı ve istikrarlı fotoğraf amatörü, ipernity sitesine geçtik. Ben de o vesilesiyle fotoğrafları derleyip toplama, yeniden işleme ve sergileme şansı buldum, çeşitli diziler oluşturdum. Ipernity yol geçen hanı cinsinden bir site olmadığı için, fotoğraflar daha çok meraklısına sunulmuş oluyor. Oysa, özellikle dizi mantığı içerisinde biraraya getirilmiş olanların yayımlanmasının mana taşıdığına inanıyorum.

"Ekonominin Unsurları" dizisiyle başlamıştım, devam ediyorum. İkinci fotoğraf: Bireysel Girişimci.

Individual entrepreneur / Bireysel girişimci

Bu kare, 1980'lerin ortalarından, Zonguldak'tan. Kömürün değersiz artığı sahile dökülüyor, insanlar gidip eşeleniyor, topluyorlar. Derme çatma kulübeler yapılmış, simsiyah çamur balçık içerisinde küreklerle, eleklerle, sepetlerle deniz kenarından kömür artığı toplanıyor. Küfelerle taşınıyor. Eziyet, yoksulluk bir yana, yoksulların feci şekilde aşağılandığı bir manzara oluşturuyor bütün bunlar. "Serbest piyasa" düzeninde içselleşmiş acımasızlık, vicdansızlık, riyakârlık, arkanızı şehre yüzünüzü denize verdiğinizde, ayaklarınızın dibinde baştan başa uzanıyor.

Fotoğrafların burada tek tek yayımlanmasını beklemeyeyim, dizinin tamamını göreyim diyenler şuraya tıklayabilir: Ekonominin Unsurları Fotoğrafa tıklarsanız daha büyük, doğru dürüst görebilirsiniz.

(Twitter ahalisi için not: Twitter'da paylaştığım iki fotoğrafla başlıyorum. "Bunu görmüştük" diyenler haklıdır, iki fotoğraf sonra durum düzelecek.)

9 Haziran 2014 Pazartesi

Tacizciyi kollayan Diyanet güya açıklama yapmış

Chutzpa. Bu kavramdan, Nuray Mert'in, Diken'deki yazısı sayesinde haberdar oldum. Bir Yiddiş (Cermen kökenli Aşkenaz Yahudi dili) kavram bu. Anlamı, yüzsüzlük'ün, küstahlık'ın karşılayamadığı, o yönde ve içerikte davranış. Herhalde gerisindeki ruh durumunu, duygu halini de barındırıyordur kavram. Benim özellikle ilgimi çekti; önce filmine yaptığı siteye, sonra da bloguna "riya tabirleri" adını koymuş biri olarak. Keşke bizde de olsa, istedim. Özellikle bu iktidar döneminde yaşanan pek çok şeyi adlandırmada, muktedirlerin davranışlarını, iktidar medyasındaki ruhunu satmışların karakterlerini tasvirde işi tek kelimeyle halledebilirdik. O muhteşem içeriğiyle, geçmişe de uzanabilir, hem her türlü faşistimizin hem de dünyayı özel otoparkı, başka insanları doğal hizmetkârı sayan modern büyükşehir ahalisinin üzerine cuk diye otururdu chutzpa.

Ancak dindarlar adına herhangi bir güç, yetki, iktidar kullanan kimseler, kavramı kimselere bırakmamakta kararlı görünüyorlar. Son talip, Diyanet İşleri. Birkaç gün önce, Diyanet'in Alo Fetva hattı kanalıyla yarattığı rezaleti öğrenmiştik: "Diyanet: Özür dilediyse tacizci babayı affedin" Baba kızını taciz ediyor, kız annesine anlatıyor, anne Alo Fetva hattını arıyor ve habere başlık olan karşılığı alıyor. Birçok insan tepki gösterdi, işte, yazdık çizdik.

Meğer o arada Diyanet İşleri'nin Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği bir açıklama yapmış.

Kalekol yalanı

Lice'de askerin halka ateş açması ve iki kişinin ölmesi, hükümetin kalekol inadı yüzünden; bunun tartışılacak tarafı yok. Seri halde kalekolların yapılması, bir "barış süreci" içinde bulunulduğuna dair derin şüpheler yaratıyor. Şu soru elbette çok haklı bir soru: Amaç barışsa savaş araçlarını çoğaltmak niye? Madem amaç bir "terör örgütü"nü terör yapmaz hale getirmek ve militanlarını dağdan indirmek, o halde süreç başarıya ulaştığında ortada kendisine karşı kalekol kurulmasını gerektirecek kimse kalmayacak. Hükümet barış sürecinde samimiyse amacın bu olması gerekiyor. En azından, halkın, yakın geçmişte yaşanan bir sürü felaket nedeniyle özellikle hassas ve tepkili olduğu yerlerde bu meretleri inşa, insanları tahrik etmekten vazgeçilebilir.

Lice böyle bir yer. Devletin 1993'te topyekûn saldırdığı bir ilçe. Aşırı acılı, aşırı hassas, aşırı gergin, aşırı militan... Sonra, göğüs hizasından ateş açıp insan öldürmek ne demek oluyor? Silahlı çatışma falan yok. Lice'de yapılan "imha ederiz!" anonslarının, '90'ları hatırlatan tavırların, ateş açmanın falan hiçbir izahı olamaz. Diyecek başka söz yok, geçiyorum.


Kalekol yapımını meşru ve mazur göstermek için yetkililer "sınırları koruma" bahanesine de başvuruyorlar. Sunduğum haritada, Diyarbakır-Lice arasına kalekol yapımı ile Türkiye-Suriye sınırını korumanın ilişkisini görüyorsunuz. Palavra. Böyle bir ilişki olamaz. Lice sınırdan yaklaşık 230 kilometre uzakta! Twitter'a, "kurşundu fişekti derken resmî yalandan öleceğiz" yazdım, bir sürü faşistten, "derdi sana mı düştü?" yollu mesajlar aldım. Kendine yalan söylenmesini sorun etmeyen bir ahali her şeye müstehaktır.

7 Haziran 2014 Cumartesi

Sosyal medya fenomeni olarak Şırnak kazası

3 Haziran günü öğle saatlerinde, Şırnak'ta, Cudi Dağı eteklerindeki Toptepe (Avka Masiya) köyünde bulunan 1 nolu kömür ocağında göçük meydana geldi. Yerin 100 metre altındaki göçük yüzünden maden işçisi İbrahim Sağnak hayatını kaybetti. 30 yaşındaki işçinin cansız bedeni, kazadan iki buçuk saat sonra, arkadaşları tarafından battaniyeye sarılıp, aşağı inmek-çıkmak için asansör yerine kullanılan bidona konarak yeryüzüne çıkarıldı. Göçük sırasında aşağıda bulunan yedi işçi, önemsiz yaralarla kurtuldular. Kaza yerine gelen Şırnak valisi, sanki başkasının sorumluluğundaymış gibi, ocağın kaçak çalıştırıldığından yakındı, ceza verdiklerini, buna rağmen kaçak çalışmanın sürdüğünü söyledi. Önleyememişler yani.


Şırnak'taki kaza, ister istemez, 301 madencinin can verdiği Soma kazasının gölgesinde kaldı. Bunu telafi etmek için, sosyal medyada yoğun bir seferberlik başladı. Şırnak'taki kazayı hatırlatan tweet'ler, mesajlar birbirini izliyordu.

6 Haziran 2014 Cuma

TÜBİTAK raporu - Bir hezimet daha

Önce hatırlatayım. Ses kayıtlarının "patladığı" günlerde yazdığım, gayet ayrıntılı yazılar şurada: Ses kayıtları ("tapeler") üzerine yazılar. Sonra da meseleyi güncelleme faslına geçelim.

6 Haziran 2014 Cuma günü, başbakan ile oğlu arasında geçen telefon görüşmesi kayıtları hakkında TÜBİTAK'ın rapor hazırlamış olduğu ortaya çıktı. Şu ana kadar raporun tamamına ulaşamadım. Radikal'in bir haberinden şunları öğrenebildim:

• TÜBİTAK, ses kaydını Youtube'dan indirmiş ve "yaygın olarak bulunabilen yazılımlarla" incelemiş. Yani, benim veya bu meseleyle uğraşan başkalarının yapabildiğinden fazlası değil. Bu konuda kayıtlar ilk çıktığı zaman yazdıklarımı okursanız, Youtube'dan indirilmiş, sıkıştırılmış bir dosya ile bu incelemenin niye çok sağlıklı yapılamayacağını anlayacaksınız.

• TÜBİTAK raporunda şu ifade yeralıyor: "Yapılan spektrum incelemesi sırasında tespit edilen, kaydın içinde gözlemlenen çok sayıda 'çıkıntı' bu kaydın çok sayıda farklı kayıttan yararlanılarak oluşturulmuş bir montaj olduğunu ortaya koymaktadır."

"Çıkıntı"dan kasıtlarının ne olduğunu, ses programı kullanmayı bilmeyen kimse doğal olarak anlayamaz. Düzenlilik göstermesi gereken bir dalga şeklinin bazı yerlerde anî kesintilere uğraması, yumuşak bir geçişle şekil değiştirmesi gerekirken şeklinin birden değişmesi falan demek.

Ses kayıtları ("tapeler") üzerine yazılar

17 Aralık operasyonundan sonra ortaya dökülen ses kayıtlarının "montaj" olduğunu ispatlamak için iktidarın propaganda makinesi yoğun çabalar gösterdi. Ben de kendimce, kayıtların sahte olup olamayacağını, montajsa, bunun içeriği değiştirip değiştirmediğini araştırdım. Özellikle iktidar medyasının kayıtların bir şekilde sahteliğini kanıtlamak için yaptıkları, yapmadıkları, kısa süre içinde, kayıtların doğruluğuna dair en güçlü kanıtlar haline gelmeye başladı. Teknik analizler, olgulara dayalı akıl yürütmeler içeren birkaç yazıyla, ses kayıtları konusunda kesin bir kanıya vardım ve bunları yayımladım. Üstünden zaman geçtikten sonra konuyla ilgilenenlerin yazıları toplu halde bulması daha yararlı olur diye linkleri buraya -tarih sırasıyla- topladım; işte:

Sahici mi sahte mi - Uzun bir gece
En gelişmiş stüdyo - Bu nasıl haber?
Çürütecek ayrıntı bizzat çürük
Ses kayıtları raporu - Bizi aptal yerine koymayın
Amerikalı uzmanlar maalesef fos çıktı
Kayıtların ABD macerası - Rezilliğin ileri aşaması
Star'dan yeni rapor - Yalan alışkanlık yapıyor

Bu yazıları okursanız, kayıtların sahiciliği-sahteliğiyle ilgili tartışılacak hemen hiçbir unsurun bulunmadığını göreceksiniz. Bir tek noktayı burada tekrar vurgulayayım: Telefon kayıtlarının sahteliği, çok kolayca kanıtlanabilir. Bunun için, o saatte öyle bir görüşmenin yapılmadığını belirlemek, görüştüğü ileri sürülenlerin yerini, o sırada ne yaptığını saptamak yeterli. Yani uzun teknik analizlere gerek yok.

5 Haziran 2014 Perşembe

Çocuklarmış - haydi oradan, alçaklar!

Bu ülkede hüküm süren düzeni hiçbir şey, çocuklara reva görülen muameleden daha iyi anlatamaz. Bu düzenin ilk özelliği, siyasî veya ekonomik terimlerle anlatılamayacak bir şey, acımasızlıktır. Her şey araçtır. Her şey devletin bekâsı için kullanılabilir, harcanabilir, tüketilebilir, şekilden şekile sokulabilir, yontulabilir, budanabilir, kesilebilir.

Son günlerin gözde konusu, "dağa kaçırılan çocuklar". Konunun başlığı böyle konuyor diye bunu tekrarladım, yoksa, en yaygaracı propaganda elemanı bile biliyor ki, kimsenin kimseyi kaçırdığı falan yok. O çocuklar kendi istekleriyle koşa koşa oraya gidiyor olmasa, PKK bugüne kadar çoktan erir giderdi.

Önce şunu aradan çıkaralım: Çocuklarını geri isteyen insanlara laf edilemez. Anababa, çocuğunu ister. Selahattin Demirtaş doğru mu söylüyor, aralarında bu iş için para almış olanlar var mı, hiç fark etmez. Çoğunun sadece çocuğunu geri istediği açık. Ve elbette haklılar. Onlar anababa.

Ama mevzuyu siyasî amaçlarla kullananlar niye haklı olsun? Ancak şu durumda olabilirdi: Biz çocuklarını el üstünde tutan bir toplum olurduk, devlet, çocukların iyi yetişmesi, korunması için her şeyi yapan bir devlet olurdu, konu çocuklar olduğu için aşırı hassasiyet gösteriliyor diye düşünürdük. Hepimiz biliyoruz ki, bunun tam tersi sözkonusu.

Türk Millî Eğitimi: Çocuğa daha büyük kötülük olur mu?


Cumhuriyet'in asker hegemonyasında geçen uzun onyılları boyunca, çocuklar, çocuklarımız, kendilerini dünyadan koparacak bir beyin yıkama ameliyesine tâbi tutuldular. Türk Millî Eğitimi denen öğütücü mekanizma, öyle basitçe milliyetçiydi, şuydu buydu deyip geçiştirilecek bir şey değildir; böyle bir şeyi kurup yürütmek neredeyse bir insanlık suçu sayılır. (Hâlâ sürdürülüyor!)

4 Haziran 2014 Çarşamba

Günlerden gün, gecelerden gece...

Bir yıl önce, Haziran'ın ilk gününde Ankara Güvenpark'ta göstericilerin arasında kalan bir polis silahını çekti, az ötesindeki uzun boylu genç adamı yere yıktı. Ethem Sarısülük'ün ağır işlerde güçlenmiş kuvvetlenmiş bedeni ölüme iki hafta direndi, sonunda pes etti.


O hastanedeyken, 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz'ı Eskişehir'in karanlık bir sokağında döverek perişan ettiler. 2 Haziran'ı 3 Haziran'a bağlayan gece. O da günlerce direndi gitmemek için. Daha çok gençti. Kurtulamadı.


Doktor "Git, polise ifade ver gel!" hainliğiyle Ali İsmail'i ölüme iterken, Hatay'da Abdullah Cömert'i gaz fişeğiyle başından vurdular. Haziran'ın 3'ü olmuştu. Üç gün. Koca bir ayın ilk üç günü. Abdullah da gencecik gitti.


Eski uğursuzluklar, belalar, kötülükler üzerine yazılmış ne kadar ağıt varsa ortalıktadır bizde hep. Talihsiz ayların kötücül günlerinden bahseden eski şiirler ortalıktadır. Sandıklarımızın kapakları hep açıktır. Tavanaraları, bodrumlar boştur, bütün hayaletler odalarımızda dolaşır, koltuklarımıza serilir, masalarımızı işgal eder. Rahat oturamayız. Gencecik ruhlar, sokaklarımızı arşınlar, haksız ve zamansız koparıldıkları hayattan paylarını isterler. Bu yüzden hayatı hep birilerine borçlandığımızı hissederiz. Gönül rahatlığıyla gezemeyiz sokaklarda. Devlet zorbalığından korkumuz değil adımlarımızı cılızlaştıran, ayakizlerimizi silikleştiren. Vakitsiz koparılıp alınanlara karşı duyduğumuz mahçubiyet, bizim olmayan bir suçun ağırlığı; suçlular bütün vurdumduymazlıklarıyla beslenir, büyür, kötülüğü büyütürken.

Ali İsmail için ufak bir görsel hazırlayayım, insanlar hatıra diye saklar, dedim, onu yaparken, "Ama bir dakika, üçü de Abdo'ydu, dur dur, e, Ethem birinde değil miydi..." böyle gidiyor işte. Birinin derdine düştüğünde öteki çoktan gitmiş oluyor. Halbuki hâlâ o uğursuz üç günün içindeyiz. Mehmet'e ne olmuştu? Ayvalıtaş Mehmet'e? Taksi çarpmıştı. 20 yaşındaydı, kanı kimbilir nasıl kaynamış, nasıl safça atlamıştı otoyola trafiği kesmek için. Şehir canavarı insana acımaz; otomobil vurdu öldürdü çocuğu.


Elbette insanlar ikiye ayrılır: Umursayanlar ve umursamayanlar. Ve düşünün, henüz ayın ilk üç gününden sözediyoruz. Unutamayız ve affedemeyiz. Bu zulmün sorumlularını hesap verirken görmeden huzura kavuşamayız. İsteyen istediği kadar kendini kandırmaya çalışabilir: bu delikanlıların ruhları katiller, alçaklar, kalpsizler ve yüreksizler dışında herkese varlığını duyurmaya devam edecek. Çok gençtiler; çok...

2 Haziran 2014 Pazartesi

Sokağa dehşet salma projesi

"AKParti Dışilişkiler" (@AKDisiliskiler) diye bir hesaptan atılmış, AKP Genel Başkan Yardımcısı, akademisyen Yasin Aktay tarafından RT'lenmiş (aktarılmış) bir twitte şöyle deniyor (cümle düşüklüğüne takılmıyoruz):
Muhalefet gezi olaylarıyla ne yapmak istediklerini bilmiyorlar. Bir ağaçtan medet ummak düşüncesi putperestliktir.
İlk bakışta sıradan görünse de, bu epeyce önemli bir tanımlama-konumlandırma. Başbakanın "bunlar ateist, bunlar terörist"iyle biraraya getirildiğinde, "millet"in karşısındaki "düşman"ı tarife yarıyor. Bu "millet", biliyorsunuz, Tayyip Erdoğan'a göre AKP seçmen kitlesiyle özdeş.

İmanlı insanlar, sapkın, tehlikeli ve tam da İslâm peygamberinin mücadele ettiği şeyi (putperestlik) temsil eden, imhası giderek kutsal vazife halini almaya başlayan bir düşmanla karşı karşıya. Bu teröristlerin suçu vandallık, yakıp yıkmak olabilir; bu ateistlerin suçu başörtülü bacıma saldırmak, camiye pabuçla girmek olabilir; bunları döversin, birkaçının gözlerini çıkarırsın, birkaçını öldürürsün, olur. Ama karşında milyonlarca putperest varsa, olanca fetih ruhunla onlara karşı ayağa kalkman, sopayı, palayı, ne bulursan eline alman ve gereğini yapman kaçınılmazdır.