29 Haziran 2014 Pazar

Cemaat dışarıdan nasıl görünüyor?

Abdülhamit Bilici'nin 28 Haziran'da Zaman'da yayımlanan, "Bizden geçmiş insanlık bile!" yazısı, ne zamandır üstüne konuşmak istediğim bir dizi konuyu gündeme getirme şansı veriyor. Bunların hepsinin ortak noktası şu: Cemaat adına konuşan, yazan veya sadece olan biteni izleyip tepki gösteren insanlar, tarihlerinin, faaliyetlerinin, konumlarının, tavırlarının başkalarına nasıl göründüğünün hiç farkında değiller. Oysa olmalılar. Belki bu umurlarında da değil. Oysa o da olmalı. (Bunun niyesi elbette ayrı yazı konusu.)

Okuyacağınız yazının bir gerekçesi daha var: Bu cinsten bir yazıyı Abdülhamit Bilici'ye borçlu olduğumu da düşündüm. Çünkü Twitter'da kendisine birkaç defa rahatsızlık verdim. Sadece ona da değil. Cemaat'e yakın birkaç kişinin çevresinde, bol vızıltı çıkaran bir sinek gibi dolandım ve neredeyse her yazdıklarına bir laf ettim. Twitter, bütün kısıtlayıcılığına rağmen, bazen epey bir görüş alışverişine imkân tanıyor. Ama derinlik elbette bir yere kadar. Devamlı vık vık edip, diyeceğimi 140 140 vuruşlara bölüp yüzeyde gürültü çıkaracağıma derine inip derli toplu konuşmam herkes için daha yararlı.

İnsan bir görüşe, harekete, gruba mesafeli olabilir, onunla farklı kamplarda yeralabilir, mücadele edebilir, ama bireylerle nezaket sınırları içinde tartışabiliyorsa öyle yapmalıdır. Bu da bir siyasî görüş; nâçizâne. Siyasetin hayatı kapsayan, geniş anlamıyla...

Nadir rastlanan bitki: Özeleştiri


"Bizden geçmiş insanlık bile!" başlıklı yazı, her şeyden önce, bu memlekette dindarların yönettiği, yazdığı-çizdiği bir yayın organında pek ender rastlanabilecek bir metin. Çünkü çok ağır özeleştiri içeriyor. Muhtemelen her türden İslâmcı şimdi diyeceğimi duyunca hayretle karışık bir inkâr tutumu takınacaktır, ama Türk İslâmcılığının en karakteristik özellikleri, son sınırına varmış benmerkezcilik ile her türlü günahı başkasının üstüne atma çocuksuluğudur. Bu yüzden, hele Bilici'nin dokunduğu derinliklere uzanan özeleştiri, nadir ve kıymetli bir ürün.

Abdülhamit Bilici, Ramazan ayına atfen, "Gurur, kin, haset ve cimrilik gibi kötülükleri temsil eden nefsin dizginlenip; tevazu, hoşgörü, cömertlik, diğergamlık gibi güzellikleri temsil eden ruhun güçleneceği bu mevsimde," diyor, "kendimizden başlayarak İslâm dünyasında ters giden şeylere de keşke kafa yorabilsek. Çünkü İslâm her ne kadar insanlığın muhtaç olduğu ulvi değerlerin adı olsa da Nijerya’dan Irak’a, Afganistan’dan Suriye’ye birçok yerde müminler olarak dünyaya verdiğimiz fotoğraf tek kelimeyle korkunç." Bunun ardından sorduğu soruları olduğu gibi alıyorum buraya:
"Niçin adalet timsali olarak dünyaya örnek göstereceğimiz bir İslam ülkesi yok? Neden ırk, dil, din ayrımı yapılmadan insan haklarının el üstünde tutulduğu bir ülkemiz yok? Neden kadınların en fazla şiddete uğradığı, gelir uçurumunun en fazla olduğu, rüşvet ve yolsuzluğun en yaygın olduğu, eğitimde kalitesizliğin, fakirliğin en ağır olduğu ülkeler İslam dünyasında? Neden dünyada işçi ölümleri en fazla İslam ülkelerinde? Verimliliğimiz neden dünya ortalamasının yarısı kadar? En az gelişmiş ülkelerin yarısı neden İslam dünyasında? Müslüman yönetimler niçin hep kaos ve diktatörlük arasında gidip geliyor? Niye adam gibi demokratik bir İslam ülkesi yok? Estetiği ile örnek gösterilecek bir şehrimiz var mı?"
Bilici, "İslam’ın şekil şartlarını iyi kötü yerine getirsek de ahlak, adalet ve demokrasi değerleri açısından halimiz pek feci," diye devam ediyor. "İnsan hakları, adalet, hayat hakkı, çevreye saygı, yargının bağımsızlığı, kadının durumu gibi İslam’ın da öngördüğü değerler açısından 208 ülkeyi karşılaştıran bir araştırmaya göre en İslamî ülkeler Yeni Zelanda, Lüksemburg ve İrlanda. Türkiye 103, Suudi Arabistan 131, İran 163’üncü sırada."

Buraya kadar, gözü dönmüş hükümet propagandacıları dışında kimsenin Abdülhamit Bilici'yi susturmaya çalışacağını sanmıyorum. Bir de, en büyük karakteristiği söylenene değil söyleyene bakmak olan apolitik solcu tayfası caz yapabilir belki; konuşan Zaman yazarı diye. Bilici'nin dediklerinin pek itiraz kaldırır tarafı olmadığını çoğumuz teslim ederiz.

Bir yanda IŞİD-Boko Haram, bakın öbüründe ne?


Bu şimdilik burada dursun. Bilici'nin yazısını okumaya devam edelim. Zaman yazarı önce, "bugünlerde İslâm dünyasından gelen haberler" diyerek, Nijerya'da Boko Haram'ın yediği haltlara, IŞİD'in vahşetine örnekler sunuyor. Sonraysa, iyi niyetli Cemaat'çilere derdimi özellikle Bilici'nin bu yazısı üzerinden anlatabileceğimi vehmetmeme yolaçan paragraf geliyor: Türkiye'den örnek. Bunu aktarmadan, tekrar vurgulayayım: dünyadan verilen örnekler, insanların topluca katledilmesi, yüzlerce kız çocuğunun kaçırılması, 1700 esirin infaz edilmesi, öldürülenlerin eş ve kızlarının militanlara "helal olduğuna" dair fetva yayımlanması; bu düzeyde feci olaylar. Boko Haram ve IŞİD'in yanına Abdülhamit Bilici'nin koyduğu örnek şu:
“İstanbul Büyükşehir Belediyesi zabıta ekipleri, herhangi bir ikazda bulunmadan gece yarısı FEM Dershanesi’nin tabelalarını söktü. Dershane yetkilileri, tabelalar için izin alındığını ve vergilerinin ödendiğini açıkladı.”
Şöyle devam ediyor Bilici:
"İslam dünyası içinde belki görece en demokratik olan ülkemizde, İslami referansları olan bir siyasetçi kimliğiyle Erdoğan’ın, kendisi gibi milyonlarca mümin vatandaşa aylardır yaptığı 'haşhaşi, virüs, çete, vb.' hakaretler ve 'Size su bile yok' gibi tehditler, Müslümanlar olarak acıklı halimizi anlatıyor."
Erdoğan ve AKP iktidarının Cemaat'e -haydi böyle diyelim- "zulüm ve iftira" etmeye başladığı dönem içerisinde Türkiye'de İslâm açısından sorun yaratan en çarpıcı hadise, dershane tabelasının indirilmesi! Ve ne halde olduğumuzu kendisine bakarak anlayacağımız temel hadise, Cemaat'e gösterilen tavır! Pek tuhaf değil mi bu?

Benmerkezcilikten ve dışarıdan nasıl göründüğüne aldırmamaktan kastım tam da bu. Bu süre içerisinde polisin öldürdüğü çocukları, kitlece katledilen maden işçilerini, onların acılı ailelerine gazla tomayla saldırılmasını, Lice'de insanların üstüne ateş açılıp iki kişinin öldürülmesini, daha yeni, bir çocuğun beyninin kaldırımlara saçılmasını, yakılan yıkılan, birilerine peşkeş çekilen, yok edilen ağacı yeşili... hepsini geriye itip dershane tabelasını zulüm listesi Top 10'in başına yerleştirmek için nasıl bir gerçeklik algısına sahip olmak lazım? Şahsen, Abdülhamit Bey veya gözünü iktidar hırsı bürümemiş herhangi bir insanın rastgele sıraladığım bu vahşet örneklerine kayıtsız kalacağına ihtimal veremiyorum. Bunca Hıristiyanın katledildiği, sürüldüğü, soyulduğu, hâlâ kiliseye bıçakla saldırılan, Alevilerin durmadan yeni kurbanlar verdiği, üstüne aşağılandığı, tehdit gördüğü, cemevi avlusunda cenaze beklerken katledilebildiği... uzatmayayım, bunların olduğu bir yerde, sadece Cemaat'e yönelik hakaret, baskı ve tehditlerden sözedebilmek için, gözünü etrafa ne kadar kapamış olmak gerekir? Yüzde 45'in desteğiyle yüzde 55'i sindirmeye, yok saymaya doğru son hız giden bir iktidarın günahı diye bula bula Cemaat'in -aslında iktidar ortaklığından uzaklaştırılma diye tanımlanması gereken- kenara itilmesini ortaya sürmek, basitçe kötü niyet ürünü olamaz; burada bir görmezlik var.

Abdülhamit Bilici, yazının devamında, İslâm'ın, "bırakın insanları", hayvanlara bile saygıyı öğütleyen bir din olduğunu bir anekdot eşliğinde anlatıyor. (Gerçi bir hayvana yapılan haksızlığı gidermek için bir başka hayvanın kesildiği, biraz tuhaf bir anekdot, ama konuyu saptırmamak için bu fasla takılmıyoruz.) Ve yazısını Mehmet Akif'in şu dörtlüğüyle bitiriyor:
Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile
Âlem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile
Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir
Müslümanlık bilmem ama galiba göklerdedir!
(Bunları deyip yakınan şahıs, bildiğiniz üzre, "kahraman ırkım" diye şiirler döktürmüştür. Aradığı "Müslümanlık", göklerden yere inerse "kahraman ırk" onun neresinde nasıl yeralacaktır? Başka ırkların bu kahraman ırk karşısındaki konumu ne olacaktır? Şairimiz ayrıca "insanlık"ı "Müslümanlık"tan aşağıya yerleştiriyor. Bu, "Müslüman"a, "insan" karşısında âdetâ doğal bir üstünlük vermek mi demek? Bilici'nin şikayet ettiği pek çok sorunun kaynaklarına dair işaretleri buralarda bulabiliriz. Sapmamak, uzatmamak için atlıyorum.)

Neler nasıl görünüyor?


Şimdi, yukarıda "burada dursun" dediğimiz fasla dönelim. Bilici'nin -Türkiye dahil- İslâm ülkelerinde eksikliğinden en çok yakındığı veya olmasını İslâm'a da uygun idealler olarak gördüğü şeyleri sıralayalım:

Adalet / yargı bağımsızlığı / ırk, dil, din ayrımı yapılmamalı / insan haklarının üstünlüğü / kaos-diktatörlük döngüsünden kurtulunmalı / "adam gibi" demokrasi olmalı / rüşvet ve yolsuzluk önlenmeli / kadınlar şiddet görmemeli / gelir eşitsizliği azaltılmalı / eğitim kalitesi yükselmeli / işçi ölümleri önlenmeli / verimlilik artmalı / azgelişmişlik aşılmalı / estetik duygusu-kavramı geliştirilmeli / çevreye saygı.

Cemaat'e dışarıdan bakanlar, orada, ciddî maddî imkânları ve kadro kapasitesi olan, devletin kritik kurumları yargı ve poliste belirleyici güç ele geçirmiş ve bunu kendi siyasî tercihleri doğrultusunda kullanmış bir grup, bir hareket görüyorlar. "Ahmet Şık-Nedim Şener olayı" basit bir şey değildir. Meselâ benim gibi birinin kendini bu gazetecilerden biri yerine koyup, her an sebepsiz yere, üstelik alâkası olmayan bir suçtan hayatının karartılabileceğini düşünmesi tabiîdir. 1. Ergenekon
İddianamesi'ni okudum. Ek klasörlerinin iki yüz adedini de okudum. Binlerce sayfa. Bırakın orada derin devletin sahici sırlarının ortaya dökülmesini, Veli Küçük'ü doğru dürüst mahkûm edebilecek delil var mı, tartışılır. İlhan Selçuk'un neye dayanılarak sabaha karşı baskınıyla içeri atıldığını Zekeriya Öz çıkıp ortalama insanı tatmin edecek düzeyde anlatsın, Taksim'de gaz altında Klose taklası atarım. (Herhalde biliyorsunuz, ben Ergenekon davasının en kararlı destekçilerinden biriydim, esasen hâlâ çok hayatî bir dava olduğunu düşünüyorum.) Bunları uzatmak anlamsız. Sadece adalet, yargı bağımsızlığı vs. alanlarında dışarıdan bakanın ne gördüğünü somutlayabilmek için örnekledim.

Cemaat'e dışarıdan bakan, azgelişmişlik, ekonomi, verimlilik gibi alanlarda, öncelikle, bir tür eğitimli İslâmî burjuva ve yönetici sınıfı yaratma faaliyeti görüyor. Peki işçi haklarına dair mevzularda? Cemaat'ten işçi sınıfının haklarını korumasını, genişletmesini, güvence altına almasını teşvik edecek bir öneri, bir hareket gören olmuş mudur? Sanmıyorum. Fakat buna rağmen, AKP ile papaz olduktan sonra sendikalar kurmaya kalkışıyor ve, "emek ile sermayeyi ruh ve ceset gibi bir bütün kabul etmekten" bahsediyor. Ne demektir "işveren ve işçiyi karşılıklı taraf ve güç kabul ederek; ortaya çıkan problemlerle meşgul olmak yerine taraflar arasında mülayemetle denge ve uyum sağlamak"? Şu demektir: "Biz işçi sınıfının hak ve mücadele örgütü değiliz. Dinî etkimizi de kullanarak işçinin uysal uysal çalışmasını sağlayacağız." Zekât, sadaka gibi kavramlara kutsallık atfeden bir Cemaatçi burada bir tuhaflık bulmayabilir; ama kapitalizmin ne olduğunu bilen herkes, sendika adı altında böyle bir iş yapılmasına pek fena adlar koyacaktır. Azgelişmişliğin aşılması, "adam gibi demokrasi" ve benzer konular bakımından iç açıcı olmayan bir manzara.

Cemaat'e dışarıdan bakanlar, iç örgütlenmesine dair hiçbir şey bilmedikleri ama örgütlü hareket ettiğini sezdikleri, başbakanı tukuklamaya -haklı veya haksız diye tartışmıyoruz şu anda- kalkışabilecek yoğunlukta operasyon gücüne sahip bir bünye görüyorlar. Cemaat'e karşı giriştiği temizlikte hükümetin yüzlerce savcıyı, binlerce polisi oradan oraya sürmesi gerekti! Bu nasıl bir güç, nasıl bir bünye? Üstelik bu bünye, pek çok yönüyle bugünkü iktidarın etrafında oluşmuş mekanizmaya benziyor, çok paraları var, çok elemanları var, TV'leri var, gazeteleri var, bunlar tek yerde alınmış kararla senkronize yayınlar, kampanyalar yapabiliyorlar, propaganda aygıtları olarak iş görebiliyorlar, vs...

"Irk, dil, din ayrımı yapılmasın" gibi dilek ve temennileri, Cemaat'e dışarıdan bakan birilerinin samimi bulması çok zor. Haydi, Senegalli ve Endonezyalı çocuklara Türkçe yarışı yaptırmanın geri planı gibi mevzuları şimdilik konu dışı bırakalım. Cemaat'in Türkiye'deki temel ırk ve dil ayrımı meselesinde -Kürt meselesi- yıllardır sergilediği militan tavrı gözönüne almamak mümkün mü? Cemaat'in Kürt politikası -ki böyle bir politika vardır- aşağı yukarı ılımlılaştırılmış bir '90'lar resmî politikası gibi. JİTEM yok, Yeşil yok, insanlar sokak ortalarında öldürülmüyor, ama hiçbir terör eylemine karışmamış yüzlerce kişi, kelepçelenip toplama kampındaymış gibi sıraya sokuluyor, hapse atılıyor. İste veya isteme, sonunda kendini siyasî muhatap olarak kabul ettirmiş silahlı Kürt örgütü ile görüşülmesin, Öcalan ve PKK muhatap alınmasın diye resmen sabotaj yayınları yapılıyor, kışkırtıcı işler hâlâ sürdürülüyor. "Silahlı örgüte diz çöktürülmeden görüşülmesin" demenin fiilî sonuçları belli değil midir? Cemaat'e dışarıdan bakanlar, KCK konusunda Cemaat sözcülerine kulak verdikçe, Cemaat'in âdetâ kendisiyle benzer bir işe kalkıştığı için KCK'ya bu kadar diş bilediğini düşünmenin eşiğine geliyor: Alternatif bir devlet örgütlenmesi oluşturmak. Bu sadece latife olabilir; ama Cemaat'in PKK ile Kürtler üzerindeki hakimiyet yarışından ötürü gayet tehlikeli ve kanlı sularda yüzmeyi göze alabileceğine dair çok işaret var.

Çevre ve estetik gibi konuları, Abdülhamit Bilici'nin özel duyarlılığı hanesine yazıyor ve geçiyorum. Çünkü dışarıdan bakanlar bu alanlarda Cemaat'in herhangi bir özgün tutumunu (veya hayrını) görmüş değiller.

Niye konuşuyoruz?


Esas olarak diyeceğimi dedim, ama bütün bunları niye konuşuyoruz, bu konuda da bir-iki laf ederek bitireceğim. Bugün tanımlanmış bir hiyerarşik yapı içerisinde bulunmayan Cemaat sempatizanlarının sayısının hayli fazla olduğunu sanıyorum. Bilmiyorum, sadece sanıyorum. Özellikle bu insanlar, özellikle iktidar çevresinden ve duygusundan zorla uzaklaştırıldıkları, hakarete uğradıkları, kendilerini tehdit altında hissettikleri bugünlerde, Cemaat hakkında söylenen her söze Tayyip Erdoğan'dan gelmiş gibi tepki gösteriyorlar. Ve Türk Müslümanı oldukları için, herhangi bir durumda dönüp kendilerinde kabahat aramaya alışmamışlar. Çünkü Kendine Müslümanlık, bizdeki asıl din. Halbuki böyle bir altüst olma, savrulma dönemi, pek çok şeyi gözden geçirmek için fırsat da olabilir. Önerim, "iktidar" hissini nasıl bu kadar kolayca benimseyebildiklerinden başlamaları, meselâ.

Dönüp kendine bakma konusunda şu ana kadar ikna edici olamadıysam, Hrant Dink cinayetini, öncesini ve sonrasını hatırlatayım. Geçenlerde Twitter'da biri -muhtemelen Cemaat'e yakın birisi-, "Kardeşim, her şeyi de getirip Dink cinayetine bağlıyorsun!" diye çıkıştı. O sırada yine bitiştirilmiş twitlerle bildiri yazmaya çalışan eski polis müdürü Ali Fuat Yılmazer'e laf ediyordum, "Hrant Dink cinayeti hakkında bildiklerinizi anlatmazsanız size kulak vermeyeceğiz," diye. Bakın yine lafı buraya getirdim. Niye? Çünkü güya ne yapıyorsa demokrasi, insan hakları, gelişme, adalet vs. için yapan Cemaat'in pek çok has adamı, bu cinayet öncesinde devletin basbayağı önemli yerlerindeydi. Cinayet işlenirken oralardaydılar. Cinayetten sonraki süreç içerisinde, paşaları deste deste içeri atabilecek kuvvete kudrete eriştiler. Cinayet soruşturmasında, davasında adaletin yerine gelmesi için yardımcı olmadılar. Bildiklerini anlatmadılar. Bu pisliğe devletin bütün kurumları ve devlet içi etkinlik yarışındaki bütün fraksiyonlar karışmıştı. Cemaatçilerin katılımı yoksa, pisliği ortaya döküp insanlığa hizmet edebilirlerdi. Ya da Müslümanlığa; artık nasıl adlandıracaksak...

Hemen bitirilmezse kitap hacmine doğru evrilebilecek bu yazıya noktayı koyuyorum. Sanırım Cemaat yönünden, "haksızlık, hakaret, ne münasebet!" yollu sağanak yağış-kasırga, Cemaat'e karşı olan sol taraftan "ne özeleştirisi! bu ne hoşgörü! onlar düşman!" yollu dolu-kar-fırtına, bir sürü şeyin altında kalacağım. N’apalım... ilk defa olmayacak. Derdim cemaatler, örgütler değil, insanlar.