31 Aralık 2015 Perşembe

Hasan Karakaya başarmış olarak öldü

"Camiye ayakkabılarıyla giren iki ayaklı hayvanlar caminin içinde bira içtiler, sigara içtiler ve öpüştüler, seviştiler."
Hasan Karakaya, 15 Temmuz 2013

"Çok cesur ve etkin bir kalemimizi Hasan Karakaya’yı kaybetmenin üzüntüsü içerisindeyiz."
Ahmet Davutoğlu, Başbakan, 1 Ocak 2016

Akit gazetesi Türkiye'nin özgün fenomenlerindendir. İsteyen, "millî değer"lerimiz arasına da katabilir. Faşizan İslâmcılığın bayraktarı görünür, fakat zaman zaman çeşitli icraatları devletin derinlikleriyle ilişkisine dair şüpheler uyandırmıştır. (Eşber Yağmurdereli'ye ettiklerine bir göz atsanız yeter.) Belirtmeye gerek yok ki, İslâmcı kesimde hiç kimse, bu mevzuyu kurcalamaya kalkmamıştır.

Niye?

Çünkü cesaret edememiştir, bu birincisi. Mâkûl her insanın Akit'i üzerine sıçratmaktan korkması gayet doğaldır. Bu kötülük makinesiyle uğraşmayı göze alan pek az kişi çıktı. Akit'in üzerine pislik boca ettiği Müslüman şahıslar genellikle "Allah'a havale etme" kaçamağına başvurdular. Ötekiler zaten ne yapsa fayda etmezdi.

Ancak, Akit'e tavır alınmayışının bir de ikinci sebebi varmış. Yıllar içerisinde bunu gördük. Şahsen benim de en büyük yanılgılarımdan biridir.

30 Aralık 2015 Çarşamba

Yıldönümünde Roboski vesilesiyle: Sorun sensin

Radikal, 29.12.2015


Dün (28 Aralık 2015), devlet ve toplum olarak üzerine pişkinlikle, yüzsüzlükle yatılmış bir katliamın dördüncü yıldönümüydü. Görmek duymak istemeyen dışında herkese bu ülkede neyin ne olduğunu anlatmaya bol bol yetecek bir faciadır, Roboski Katliamı. Ülkenin yönetim şekli olan gaddarlığın, hayat tarzımız olmuş umursamazlığın, eşitsizliğin sadece simgesi değil bizzat vücut bulmasıdır. (Roboski için yaptığım “Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim” filmini izlemek isterseniz tıklayın.)

Bugün artık en aymaz olanlarımızca bile fark edilmeye başlanmış “manevî kopuş”ta Roboski hayatî bir eşikti. Eğer Aynur'un sesi gibi, ne yapsan karşı durulamaz bir şey değilse “Doğu”dan gelen hiçbir tınıyı duyamayan, hiçbir esintiyi hissedemeyen çoğunluk kulağı, oradan yükselen feryadı, haliyle, işitemedi. Kazara işitebilen, anlayamadı.

Anlayabilen, daha çok kalekol yaptı. Devlet için Roboski gibi bir mevzunun parçalanan çocuk ve genç bedenleriyle alâkası yoktu. Öncelik, emri kimin verdiğini gizlemekteydi. Çünkü belli ki, “şunlar şöyle olursa şöyle yaparsınız” diye bir ön emir verilmiş, en ufak şüphede, kimsenin elini -ve vicdanını- tutan hiçbir şey olmadığından, uçaklar kaldırılıp bombalar yağdırılmıştı. Veya belki daha fenası, başka hesaplar da güdülerek, katliam bile bile yapılmıştı. Ordu, hükümetin kendisini harcayıp harcamayacağı hususunda endişeleniyordu; hükümet, özellikle dönemin başbakanı, katliama zemini kendilerinin hazırladığının ortaya çıkmaması derdindeydi. Güzelce anlaştılar. Sorumluluk gizlendi.

28 Aralık 2015 Pazartesi

Kimseye "senarist" demeyin, ayıptır

Başbakan Ahmet Davutoğlu, HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in sözüne çok öfkelendi ve bir hamlede döktü saçtı. Okullarda "zihniyet haritası" cinsi derslerde nümune olarak okutulabilecek veya "Dervişin Fikri" başlıklı dizide diyalog olarak kullanılabilecek bir laf blokunu önümüze koydu başbakan. Önder, Davutoğlu'nun HDP'den önce randevu alıp sonra iptal ettiği için gerçekleşmeyen görüşmeye atfen, "Gelsinler," demişti, "kaçak çayımızı içer, dönerler."

Başbakan bunun üzerine işte, açtı ağzını yumdu gözünü:
"Yok çay içecekmişiz de kaçak çaymış da... Gitsinler çaylarını kimle içecekse içsinler, isterse Kandil'e gitsin çayını içsin bu film senaristi. Türkiye ve etrafımız ateş çemberinde olacak. Beyefendi kaçak çaydan bahsedecek. Ben de o masaya oturacağım öyle mi? TBMM'de oturan herkes bu milleti temsil etmenin ciddiyetini taşıyacak. Gece ürettiği bazı esprilerle bizimle istihza edeceğini düşünenler, önce oturup bir ciddiyet testinden geçecekler. Ya samimi ve ciddi olurlar ve bizim bütün kapılarımız açık olur ya samimiyetten uzak durup, ciddiyeti unuturlar, o zaman da onlara hadlerini bildiririz."
Baştan başlayalım: Çay içmeye neden kızmış, anlaşılmıyor. Çay, üstelik, bu memlekette sadece sahici bir "millî değer" değil, içki içmediğini cümle âleme ilan etmek isteyen İslâmcı pop starların dilinden düşürmediği bir motif. Başbakan çayın kaçak oluşuna kızmış sanki daha çok. Çay kaçaksa masaya oturmam, diyor. Var herhalde bir hikmeti.

25 Aralık 2015 Cuma

Elimiz iş tutmalı

Radikal, 24.12.2015

Diyarbakır’ın iç sesini bize iletenlerdendir Şeyhmus Diken. Radikal'den Cem Erciyes'e, “Sur’da Hendek savaşı” diye haberleştirilen şeyin nasıl bir “kültürel soykırım” olduğundan sözetmiş. Yitirilen can, çekilen işkence, kusulan nefret, sergilenen vahşet, biriken öfke... bunların yanında, bir de mekânın yok edilişi var. Mekân, sırf yer, etraf vs. demek değil ki. Hele Suriçi gibi bir yerde. Zaman demek, tarih demek, kök demek. “Kültürel soykırım” yanlış bir tâbir değil. Abartma sayan, yerine “toplu imha” desin; vahamet azalmıyor.

Bir ortam, bir çevre, bir zemin yok ediliyor. (Türk inşaat sektörüne peşkeş çekilecek olması ihtimali, “millî değer”lerimize, cibiliyetimize pek yakışır, fakat bu iğrenç konuyu şimdilik bir tarafa bırakalım.) Bir hayat alanı, yaşamın bazı imkânları ortadan kaldırılıyor. İçinde soluk alıp vereceğimiz, göreceğimiz duyacağımız, üzüleceğimiz sevineceğimiz, hakkında fikir yürüteceğimiz, düşüneceğimiz, velhâsıl yaşayacağımız bir atmosfer dağıtılıyor. Suriçi'ni harap etmeleri, güvenlik meselesi değil. Siyasetin sınırlarının çok ötesine geçen, siyasî olmaktan çok, bütün hayatı kapsayan, insanî bir mesele. “İnsanlar hiçbir şey düşünmüyor, düşünemiyor,” demiş Şeyhmus Diken. Düşünemezler, evet. Farkında olmadan biryerlere tutunuruz, ayağımızı bir yere basar, dirseğimizi bir şeye dokundurur, öyle düşünürüz. Sokağımızın köşesindeki eski evin yıkılması, yerine saçmasapan bir bina dikilmesi bu yüzden bizden, manevî âlemimizden birşeyler koparıp götüren, bizi eksilten, kabiliyetimizi azaltan, kötü bir değişimdir. Birilerinin gelip bizi öldürerek tarihimizi, köklerimizi, düşünürken dokunduğumuz şeyi yok etmesi, bununla kıyaslanmayacak kadar tahrip edici.

Her şeyimiz tahrip ediliyor. Düşünemeyenler sadece Amed'dekiler değil.

24 Aralık 2015 Perşembe

Bir Pazar yazısı

Radikal, 22.12.2015

Gazetecilerin pek de fena olmayan âdetleri vardı. Hafta içerisinde can sıkıcı, gerilimli mevzularla uğraşan yazar, hafta sonunda kendine “hafif” -eskiden “light” yoktu- konularla ilgilenme, okurla beraber hoş vakit geçirme hakkı tanırdı. “Pazar yazısı”, girişinden üslûbuna, “rahat” kıyafet giymiş olur, senli benli konuşması garipsenmezdi.

1980'ler gazeteciliğiyle, gazetelerin Genelkurmay bülteni veya büyük şirket halkla ilişkiler broşürü olmayan kısımları çok sayfaya yayılmış bir Pazar yazısına dönüştürüldüğünden, bu âdet, koca denizin kendini azar azar herkesin damarlarına zerk edip yok olmasına benzer bir süreç içinde ortadan kalktı. “Pazar yazısı”na gerek kalmadı.

Şu geçtiğimiz Pazar, yazarken eğlendirecek, okura hoş vakit geçirtecek neler yazılabilirdi? Deneyeyim dedim. “Pazar yazısı” değil de “bir Pazar günüyle kaplı” oldu yazı. Petrol kıvamında, kan rengi, sıvı mı çamur mu belli olmayan bir maddeyi sıyırıp atamıyorum yazının üzerinden. Gözlerimi yakıyor o madde, kulaklarımdan içeri doluyor. Başım ağrıyor, meğer beynimi sarmış, kıvrımlarına bile sızmış. Derken soluk alamamaya başlıyorum, çünkü ağzım burnum da aynı maddeyle kaplanıyor.

Bir kâbus mu? Öyle olmalı. Ama değil. Bu kâbussa, 20 Aralık 2015 Pazar günü ne?

22 Aralık 2015 Salı

Olay çıktı, çocuk öldü, flaşlık bi durum yok

CNN Türk'ün akşamüstü 17:40 sularında, bir dakika içerisinde ardarda geçtiği üç haberden ilki, "Cizre'de yaralanan polis şehit düştü" başlığını taşıyordu ve Twitter'da kırmızı zeminli "Flaş Haber" kutusuyla duyuruldu. Haberde, "Tokat'ın Pazar ilçesine bağlı Menteşe köyü nüfusuna kayıtlı, evli ve 2 çocuk babası" polis Atilla Güneş'in, ilk tedavisinin ardından sevk edildiği Ankara GATA'da kurtarılamadığı bildiriliyordu.

CNN Türk, bunun hemen ardından, Nusaybin'de iki can kaybına dair bir haber geçti. "Nusaybin'de 2 kişi hayatını kaybetti" haberinin ilk bölümünü aktarıyorum (unsurların sıralanması, ölen iki insandan bir anda yangına geçilivermesi, iki can kaybının silikleştirilmesi dikkat çekici):
"Sokağa çıkma yasağının sürdüğü Nusaybin'deki Fırat Mahallesi'nde çıkan çatışmalarda 2 kişi yaşamını yitirirken, Yenişehir Mahalle Muhtarı Şakir Acar'a ait Abdulkadir Paşa Mahallesi'ndeki Çağ Caddesi üzerinde bulunan bürosunda yangın çıktı.

Çıkan yangının dumanını gören vatandaşlar, itfaiyeye haber verdi. Kısa sürede 2 itfaiye aracıyla yangına müdahale eden ekipler, yangını apartmana sıçramadan kontrol altına aldı.

Fırat Mahallesi'nde bugün çıkan çatışmalarda 41 yaşındaki Medeni Orak ile kimliği öğrenilemeyen bir kişi hayatını kaybetti.

Çatışmalarda öldürülen 2 kişinin cesetleri uzun süre vuruldukları yerden, güvenlik nedeniyle alınamadı. (...)"
CNN Türk'ün yaklaşık bir dakikalık süreye sığdırdığı haber duyurularından üçüncüsü, Diyarbakır'da gösteride öldürülen çocuğa ilişkindi: "Diyarbakır'da olaylar çıktı: 1 çocuk öldü". Evet, olaylar çıkmış, çocuk ölmüştü. Şöyle:
"Diyarbakır'da bugün gün boyu süren olaylar sırasında merkez Yenişehir İlçesi Seyrantepe semtinde göğsüne kurşun isabet eden 16 yaşındaki Şiyar Baran ağır yaralandı. Çevrede bulunanların yardımıyla Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne götürülen Şiyar Baran, doktorların yaptığı tüm müdahaleye rağmen hayatını kaybetti. Polis, Şiyar Baran'ın ölümüyle ilgili soruşturma başlattı. (...)"
Şiyar'ı kim vurmuştu, CNN Türk'e göre bu cevaplanması gereken bir soru değildi belli ki. Polisin olaydaki rolü, "soruşturma başlatmak"tan ibaretti. Kurşun, öyle "isabet etmiş"ti. Nusaybin'deki iki kişi gibi, Diyarbakır'daki oğlanın vurulup ölmesinin de "flaş"lık bir özelliği yoktu.

Zalimsiniz, yaptığınız da zulüm

Radikal, 17.12.2015

Ne umuyorsunuz? Ne bekliyorsunuz? Ne olsa rahat edeceksiniz? Ne olsa kendinizi meseleyi halletmiş sayacaksınız?

Maksadınız, “Ermeni meselesi hallolunmuştur”daki gibi halletme mi? Öyle halledince kendinizi çok mu iyi, çok mu değerli, çok mu imanlı, çok mu medeni hissettiniz? Yaptığınız hepimizi hasta etti. Hem yaşama hem yaşatma kabiliyetimiz yerlerde sürünüyor, farkında değilsiniz. Linci nasıl bu kadar doğal sayabiliyoruz? Bazı davranışlarımız vahşi doğaya şuurlu bir insanınkinden fazla yakın; neden? Unutma-yok sayma dallarında sadece bizim bildiğimiz, başkalarının bilemediği, simya ürünü, fantastik zihin ve beyin kabiliyetleri geliştirmiş olmamız neden? Bütün bunların kaynağı nedir sanıyorsunuz?

Bunlar ciddî bir hastalığın sonuçları. Durmadan inkârla onmaz hale getirilmiş bir hastalık…

Türkler nerede?

Radikal, 15.12.2015

Hiçbir şey, memleketin bir bölümünde resmen savaş çıkarılmışken toplumun “Türk tarafı”nda hüküm süren aldırışsızlığı ve tepkisizliği izah edemez.

Lâkin şu haklı soru bazılarımızın elini kolunu bağlıyor: “Peki ses çıkaralım da, nasıl?”

Daha beteri de var. Eğer ilk soru el kol bağlıyorsa, bu ters kelepçe takıp yere yatırıyor: “Diyelim ağzımızı açtık; ne söyleyeceğiz?”

Bu kahredici soru yüzünden hayatı kararmış olanlarımız, oturmuş ölüm ve zulüm haberleri bekleyenlerimiz. Kazara tebessüm etmeye, yediği şeyin tadını almaya, uyumaya utananlarımız. Haysiyetli bir toplum olsaydık çoğumuz bu halde olurduk.

Türkler nerede?

İtilen kakılan, öldürülen, evi başına yıkılan Kürtler’se, Türklerin büyük kısmı oralı olmaz, biliyoruz. Bu hafiften değişiyor sanmıştık, yanılmışız.

19 Aralık 2015 Cumartesi

Bir güzel film ve !f İstanbul'un örnek hareketi

!f İstanbul'un !f Blog'unda bir filmin özel gösterimi var. Yakup Tekintangaç'ın "Azad" filmini 20 Aralık Pazar geceyarısına kadar şuradan izleyebilirsiniz. İzleyin lütfen. Çünkü çok güzel bir kısa film. Sizi memleketin hakikatine yaklaştıracak olması da cabası. Sadece yönetmene değil, Türkiye standartlarının üzerindeki özenli çalışma için bütün ekibe tebriklerimizi sunmak boynumuzun borcudur.

!f İstanbul'u da ayrıca kutlamak ve "Batı'nın utancı"nı azıcık olsun gidermeye yönelik çabası için örnek göstermek isterim. Niyesine dair, kendi ifadelerim yerine, !f Blog'a Zaferhan Yumru'nun yazdığı açıklama-duyurudan alıntı yapmayı tercih edeceğim:
"Sıkıştım. Sıkıştık. Sıkıştılar. Türkiye’nin doğusundaki sokağa çıkma yasakları, her gün gelen ölüm haberleri... Söyleyecek bir şey bulamıyoruz, belki de bu yüzden daha çok film göstermek istiyoruz! Azad ile iki gün önce tanıştık, ona aşık olduk ve hemen sizinle de tanıştırmak istedik.

Her yıl festival programı için yüzlerce film izliyor ve içimize sığmayanları Şubat’ta sizinle salonlarda buluşturuyoruz. İlk defa bir filmi festivale aylar kala 3 gün süreyle internetten yayınlıyoruz. Neden mi? Çünkü bugün ülkemizde sokağa çıkması yasaklanmış vatandaşlarımız var. Ve bugün sokağa çıkabilenlerin çıkamayanları anlamaya çalışması için doğru gün.

Minik Azad’ın sokağa çıkması yasak. Sıkışmış. Kocaman hayal gücü küçücük evin içine sığamıyor ve sokağa taşmanın yolunu ilginç bir yöntemle buluyor..."

16 Aralık 2015 Çarşamba

Öyle böyle değil, büyük kötülük

İlk kim paylaştı resmi, bilmiyorum; galiba @otekilerpostasi, pek çok insan birbirine iletti. Kim yapmış, onu da bilmiyorum. Bilmesem keşke. Devletin sivil memurlarına ve öğretmenlere "boşaltın orayı" mesajı atmasının ardından yaşanan yürek burkucu... yok, böyle lafların yine, mermilerle delik deşik edilmiş yıkık duvar gibi kaldığı bir durum. Ne demek yürek burkucu? Kimin yüreği burkuluyor?



Herhalde bizim. Çocuklara olanı bizim hangi lafımız anlatabilir? Belki çok kötü şeylerin olacağını bile hissetmedi çocuklar. Çünkü çok ama çok kötü bir şey oluyordu. Buna tanık olan bile ağır yaralı devam eder hayata. Ya maruz kalan? Eğri büğrü zeminde bin türlü karmakarışık duygu eşliğinde çekiştirilen ucuz bavulun tekerleklerinin çıkardığı ses benim bile kulaklarımdan gitmiyor. Ya çocuklar? Bu ses hayatlarını bir ucundan yakacak hep.

14 Aralık 2015 Pazartesi

Bir fotoğraf, iki soru

Bu fotoğraf Twitter'da, devletin silahlı birimleriyle yakın ilişkisinden şüphe duyulamayacak bir hesaptan paylaşıldı. Cizre ve Silopi'de, Diyarbakır'da kan dökülmesinden korkarak, oturmuş felaket beklediğimiz saatlerde. Şöyle bir mesaj eşliğinde: "Esedullah geldi, hazır mıyız hevaller?"


Bu ülkede devlet ne durumlara düştü, buna da düşer. Üstüne laf söylemek dahi gereksiz. Sadece iki sorum var. İki grup insana. Sorulardan belli olacağı için grupları da tarife çalışmayayım.

1. Devlet böyle bir şey midir?
2. MHP sivil bir siyasî parti midir?

Cevaplarla benim yapabileceğim bir şey yok. Bunların Ankara'ya iletilmesi daha faydalı olacaktır zannediyorum.

11 Aralık 2015 Cuma

Başkasının fotoğrafı mıdır, ayna mıdır...

Radikal, 10.12.2015

Hayat bize pek çok tuzak kuruyor, başımıza olmadık işler açıyor, ama bazen de yardımcı olmak için elinden geleni yapıyor. Ayna tutuyor meselâ, olmadık zamanda.

Yalnız bundan faydalanabilmek için önce tutulan şeyin ayna olduğunu anlayabilmek, sonra bunu kabullenebilmek, bilahare icabını yapabilmek gerekiyor. Kabullenebilmek derken, ayna yani o; başkasının fotoğrafı değil!

ABD'de, Cumhuriyetçi Parti'nin başkan aday adaylarından biri, skandallar yaratmaya devam ediyor. Gerçi Cumhuriyetçi adayların birbiri ardına kırdıkları potlar, sergiledikleri cehalet başlıbaşına skandal. Meselâ biri geçen gün, Filistin'in Hamas'ıyla, yemek olan humus'u karıştırdı. Ancak şımarık işadamı Donald Trump'ın yediği haltlar bir başka kulvarın koşucuları.

Bunlardan sonuncusu, gerçekte dünya ile hiçbir alâkası olmayan toplumumuzda bile yankı bulacak cinsten. Trump bu defa, California/San Bernardino'da Müslüman bir çiftin yaptığı katliamı (14 kişiyi öldürdüler) fırsat bilerek, aklı başında sağcı Amerikalı'nın bile dudağını uçuklatacak bir ahlâksız teklifle ortaya atıldı: ABD'yi Müslümanlara kapatalım!

Kendinden bombalı yelek işine girmek

Radikal, 08.12.2015

“Gaziantep'te IŞİD'e canlı bomba yeleği üreten atelye” haberi! Sonradan öğrendik ki, IŞİD'in kendi girişimiymiş. Fakat ilk anda “asla olmaz” diyebildik mi?

- Abi, bunlar bu yelekleri nereden alıyo ya?
- Yaptırıyorlar olum, hazırı olur mu bunun?
- Tamam işte, nerede yaptırıyorlar?
- N'apacan lan?
- Abi, bombalı kamyonla her gün kaç kontrol noktası uçuruyorlar, köye kasabaya dalıyorlar, mitinglere şuraya buraya intihar bombacısı yolluyorlar...
- Ee?
- Bu işe mi girsek? Çok gider bunlardan! Brandacıya diktiririz.
- Hakkaten lan! Yalnız paket teslim yapalım, daha fazla kazandırır.
- Bombası dahil diyosun?
- He. Bilyesini de koyarız, tek ambalajda teslim! Heriflere hesaplı gelir, zahmeti de yok, Tak-Çalıştır!

Kabul edelim ki bu diyalog gerçekçidir. “IŞİD'çiler nasılsa bizi değil onları öldürüyor” diyen birileri bilyeli-bombalı intihar eylemcisi yeleği “işine” girebilir. Sanayide “bombalı kamyona zırh yapılır” levhası görsek kaçımız şaşırırız? Potansiyel müteşebbislerin tek kaygısı, müşterinin gözü dönmüşlüğü, gaddarlığı, sipariş zamanında teslim edilmez veya mal çürük çıkarsa kendilerinin başına iş gelebileceği olur. Toplumca da bundan herhangi bir rahatsızlık duyacağımızı düşünmek için sebep yok.

6 Aralık 2015 Pazar

Haysiyet meselesi – öyle bakalım

Radikal, 03.12.2015

Hayır, unutmuş gibi yapamayız. Ne mümkün zaten? Hem şükür ki böyle bir dünyada hâlâ varolabilen vefa duygumuz izin vermez hem de ne yazık ki, yeni zalimlikler, kötülükler. Suruç'tan, Ankara'dan yüzler kaldı evimin çeşitli yerlerinde. Sokaklarda da eşlik ediyorlar. Şimdi her yerde Tahir Elçi'nin yüzü. Kazara anlık bir neşe, yolunda giden ufak bir şey, gülümseten bir ayrıntı gündelik karabasanın bir köşeciğini aydınlatsa hemen karşımda beliren yüzlerin arasına katıldı.

Yılabiliriz veya daha kararlı hale gelebiliriz. Gücümüz tükeniverir veya daha güçleniriz. Felaket durumlarında insana ne olacağı belli değil.

Murat Paker, T24'te “Karanlık Çağ” başlıklı bir yazı yazdı. Bu yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Psikolojimize neler olunca ne yapmak gerektiğini bilen bir insanın elinden çıkma yazı, hayli yol gösterici.

Paker, yaşadıklarımızı kısa sürede sona erecek bir kâbus gibi görmenin bizi çıkmaza sürükleyeceği konusunda uyarıyor ve şöyle diyor: “...bu hal uzun sürecek gibi duruyor... Bunu kabul edip, ona göre konumlanırsak şimdikinden çok daha iyi tutunabiliriz. İnsan canlısı çok zor koşullara bile uyum sağlayabilen bir canlı. Dünya tarihi, en zor koşullarda bile muhalif direnişlerin sürebildiğini ve gelişebildiğini gösteren örneklerle dolu. Yeter ki kolay ve hızlı başarı peşinde olmayalım; sabır, ısrar, cesaret ve direnç gösterebilelim.”

5 Aralık 2015 Cumartesi

Sen hedef yap, öldüren bulunur

Radikal, 01.12.2015

Değerli insanlarını kaybettiğinde ne kaybettiğini anlamayan bir topluma neyin eksildiğini anlatamazsınız. Değerli insanlarıyla beraber neleri kaybettiğini anlamaya anlamaya, bırakın cevabı, soruyu bile unutmuş insanlara soru sorduramazsınız. Her insan, bir gezegen; içinde enerji, üzerinde hayat, etrafında atmosfer var. Kendi atmosferi var. Sizinkine değiyor. Başkalarınınkini itiyor çekiyor. O insan eksildi mi, bir gezegen eksiliyor. Hayat seyreliyor, azalıyor, daralıyor, sığlaşıyor.

İyi insanlar eksildiğinde hayat daralır. Bundan ötürü ruhumuz sıkışır. Zorbalar yok olunca hayat genişler. Kötü ruhlular eksilince hayat ferahlar.

İyi ve değerli insanları durduk yerde, “amansız” hastalıktan, önlenemez kazadan dolayı kaybetmiyorsak, onları hep bildiğimiz birileri, hep bildiğimiz, artık kanıksadığımız alçakça oyunlar tertipleyerek bizden koparıyor, dipsiz kuyulara atıyorsa, her şey daha bir daralıyor, daha bir sıkışıyor.

Tahir Elçi'nin ardından, söylenmemiş ne söyleyebilirim? O da bu topluma en çok lazım olan insanlardandı. Hep beraber daha güzel yaşayabilelim diye ömrünü insan hakları mücadelesine adadı. İyiydi, cesurdu. Böyle insanların eksikliğini tarif edemezsiniz. Yoklukları hep hissedilir, özlemleri hep çekilir.

4 Aralık 2015 Cuma

"Almanya'da yangın var" - Mültecilere saldırılar

Aşağıda aktaracağım bilgileri, Die Zeit Online'dan derledim. Yer yer çeviri de sayılır. Karsten Polke-Majewski'nin "Kundakçıların kaçmasına meydan vermeyin" başlıklı yazısından. Die Zeit'in, birçok muhabirini birden seferber ederek derlediği saldırı ayrıntılarına da "Almanya'da yangın var" başlıklı haberden ulaşabilirsiniz (Almanca). Harita ve şemayı da aynı kanaktan kopya çekerek yaptım.

Almanya'da iki günde bir, mültecilerin barındığı bir mekân saldırıya uğruyor. Kundaklanıp yakılıyor, su baskınına uğratılıyor, kaldırım taşlarıyla, çelik bilyelerle, molotoflarla tahrip ediliyor, gerçek mermilerle taranıyor. Saldırganlar bazı binalara dalıyor, havai fişek tomarları patlatıp insanları yaralıyor.

İçişleri Bakanı Thomas de Maizière gerçi, "bunları yapanların üzerine hukuk devletinin bütün sertliğiyle gideceğiz" dedi, ama devlet, zayıf düşmüş insanları, birilerini öldürmeyi, yaralamayı göze almışlardan koruyamıyor. Kimsenin ölmemiş olması tamamen şans eseri. (104 yaralı var.)

Bu yıl 30 Kasım gününe kadar yapılan saldırı sayısı 222! 93'ü kundaklama. Bıçak, beyzbol sopası ve başka silahlarla yapılan saldırıların toplamı 28. 93 olayda da pencerelere taş veya çelik bilyeler atılmış. Su basmasını sağlayıp binayı oturulamaz hale getirme de gözde eylem biçimlerinden; sekiz örneği görüldü.

3 Aralık 2015 Perşembe

Özgecan kararı bize de bir şey söylüyor

"Özgecan kararı" üzerine, "neyse, Türkiye'de yargı tamamen tükenmemiş" diyebilir miyiz? Hayır. Bu karar şüphesiz, siyasî iradenin itiraz etmeyeceğine, karşı çıkmayacağına, hakimlerin başına iş açılmayacağına güvenildiği için böyle şak diye alındı, katiller ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırıldılar.

Peki sadece bu sayede mi alındı? Davanın muazzam bir süratle buraya varmasında esas rol kimdedir? Bu sorunun cevabı, bu memleketin demokrasi, çoğulculuk, özgürlük isteyen insanlarının bugün kapıldığı derin karamsarlık haline karşı söylenebilecek en anlamlı şeydir.

Yıllardır ısrarla, inatla, bin türlü zorluğa göğüs gererek mücadele eden kadın örgütleri, hareketleri... onların "kadın meselesi" diye bir başlığı iri puntolarla sürekli güncel tutabilmeleri var. Erkeklerin gaddarlığının, haydi insaflı olalım, "ortamı", "çevresi", "yetiştiği toprak" konusunda anlamaya-dönüştürmeye çalışan çeşit çeşit insan var. Özgecan'ın başına gelene karşı memleketin dört bir yanında ayaklanmış insanlar var. Onlara ilaveten, kadınlara yönelik şiddet ve saldırılarda, utanmaz savcı ve yargıçların suçlu erkekleri korumak için çevirdikleri dolaplarda (ceza indirimleri, "iyi hal"ler şunlar bunlar...) mutlaka gürültü çıkaran bir sosyal medya "kamuoyu" var.

Özgecan'a yapılanları öğrendiğimizde öyle bir haysiyetli ve kararlı ses çıkardık ki, siyasetçisi ilgilenmek, yargıya yolu açmak zorunda kaldı, yargıcı da kararını, aslında her zaman olması gerektiği ama çoğu zaman olamadığı gibi, insanlık adına verdi.

Evet, doğru, Türkiye'de insana her türlü uğraşı anlamsız gösterebilecek, yaygın ve geleneksel bir kol-kanat kırpma, baş yarma, kan dondurma, ruh kurutma mekanizması işliyor. Ancak Özgecan kararı da adalet için mücadele etmenin ne kadar hayatî olduğunu gösterdi işte. Üstelik düz ve sığ siyasî mücadeleden çok daha önemli bir alanda.

2 Aralık 2015 Çarşamba

Demirtaş "Öncü Evrensel Düşünür'ler arasında
veya: Ne alâkası var ki Türkiye'nin İsrail'le?

Foreign Policy dergisi, 2015'in "Öncü Evrensel Düşünürler" listesine HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'ı da aldı. Derginin her yıl düzenleyerek gelenekselleştirdiği bu liste, "Karar alıcılar", "Meydan okuyanlar", "Yenilikçiler", "Hak savunucuları", "Sanatçılar", "İyileştiriciler"... gibi bölümlerden oluşuyor; Demirtaş "Meydan okuyanlar" bölümünde.

FP'nin sunuşu, Türkiye'de ziyadesiyle anlam yüklenebilecek bir tesadüf içeriyor. Bazılarımız bunu "Allah söyletmiş" kategorisinden sayabilir. Bakın Demirtaş kiminle dipdibe gelmiş:


İsrail vatandaşı Arapları birleştirdiği tek listeyle Knesset'e (İsrail parlamentosu) giren Arap milletvekili Ayman Odeh'le! Odeh'in çabaları sonucunda Araplar İsrail parlamento tarihindeki en büyük Arap grubunu oluşturdular. Bu aynı zamanda parlamentonun üçüncü büyük grubu.

Foreign Policy, Odeh'i neden seçtiğini anlatırken şunu vurguluyor:

"O, basit bir hareket noktasını İslâmcı, seküler, feminist, sosyalist Araplara kabul ettirdi: İsrail'in Arap vatandaşları Yahudilerle eşit haklara sahip olmalı."

Knesset'teki bir konuşmasında, "Eşitlik," dedi Odeh, "yaşadığımız ortamı zenginleştirir."