11 Aralık 2015 Cuma

Kendinden bombalı yelek işine girmek

Radikal, 08.12.2015

“Gaziantep'te IŞİD'e canlı bomba yeleği üreten atelye” haberi! Sonradan öğrendik ki, IŞİD'in kendi girişimiymiş. Fakat ilk anda “asla olmaz” diyebildik mi?

- Abi, bunlar bu yelekleri nereden alıyo ya?
- Yaptırıyorlar olum, hazırı olur mu bunun?
- Tamam işte, nerede yaptırıyorlar?
- N'apacan lan?
- Abi, bombalı kamyonla her gün kaç kontrol noktası uçuruyorlar, köye kasabaya dalıyorlar, mitinglere şuraya buraya intihar bombacısı yolluyorlar...
- Ee?
- Bu işe mi girsek? Çok gider bunlardan! Brandacıya diktiririz.
- Hakkaten lan! Yalnız paket teslim yapalım, daha fazla kazandırır.
- Bombası dahil diyosun?
- He. Bilyesini de koyarız, tek ambalajda teslim! Heriflere hesaplı gelir, zahmeti de yok, Tak-Çalıştır!

Kabul edelim ki bu diyalog gerçekçidir. “IŞİD'çiler nasılsa bizi değil onları öldürüyor” diyen birileri bilyeli-bombalı intihar eylemcisi yeleği “işine” girebilir. Sanayide “bombalı kamyona zırh yapılır” levhası görsek kaçımız şaşırırız? Potansiyel müteşebbislerin tek kaygısı, müşterinin gözü dönmüşlüğü, gaddarlığı, sipariş zamanında teslim edilmez veya mal çürük çıkarsa kendilerinin başına iş gelebileceği olur. Toplumca da bundan herhangi bir rahatsızlık duyacağımızı düşünmek için sebep yok.

Çaresizlik bizi öldürmelerinde, hapse atmalarında değil, burada esas.

Çaresizlik, hiçbir hastalığımızın farkında olmayışımızda. İnsan haklarıyla, insan hakları ihlalleriyle uğraşanlar, toplumsal hastalıklarımızı en iyi görenler, bilenlerdir. Şebnem Korur Fincancı, onyıllardır ruhumuzu zehirleyen, ama bizim -ne ilginç!?- yokmuş gibi yaptığımız, en feci hastalık kaynaklarından birine dikkat çekti; “Ahlâkî zedelenme” başlıklı yazısıyla:
“...Şiddet uygulayıcıları, özellikle de savaş ortamlarındaki şiddetin uygulayıcılarında doğru-yanlış algısında ortaya çıkan zedelenmeler ve aslolarak ‘ahlâkî zedelenme’olarak tanımlanan bir durum...”
Onyıllardır, Kürtleri öldürerek sindirmeyi kafaya koymuş devlet yöneticilerine, siyasetçilerine umutsuzca seslenirken, nâçizâne, ben de kimbilir kaç defa, “sadece gençleri öldürmüyorsunuz, aynı zamanda gençleri katil ediyorsunuz” diye yazmıştım. Ötesini berisini bilerek, derinliğini idrak etmiş olarak değil şüphesiz; kulak kesen, işkence yapan, zulmeden, öldürenin de derin ve onmaz yaralar aldığını hissederek. Kaç kuşaktan binlerce gencin ruhunu bu yaralarla bezerseniz, toplumsal hastalıklarınız da artar; kaçınılmaz.

Üstelik siz her şeyi, temizlenilmemiş, arınılmamış, gaddarca sahiplenilmiş bir 1915 belasının üzerine koyuyorsunuz. O zehri daha da ince, kılcal damarlarımıza yayıyor, tesirini artırıyor her yapılan. Ermeni lafını küfür gibi kullanan şahsı değil, bu davranışa “iğrenç” diyen Hayko'yu mahkum ediyor Türk yargısı. “Hastalık falan yok, aslan gibiyiz” demenin yoludur. Saygı duruşu ıslıklamanın başka versiyonudur; o da ayrı.

Şebnem Korur Fincancı, bana kalırsa kibarca ve ölçülü bir ifadeyle “ahlâkî zedelenme” diye adlandırdığı halin “Savaşlar sonrası askerlerde görülen ruhsal bozukluğun tanımlanmasıyla başlayan ve sonrasında ‘Travma Sonrası Stres Bozukluğu’ olarak adlandırılan tablodan farklı” olduğuna dikkat çekiyor ve bu hali anlamak için “tıbbî” açıklamanın yetersiz kaldığını söylüyor:

“...ahlâkî değerler yitimi olarak karşımıza çıkan, savaşta şiddet uygulayan ile sınırlı olmayan, aile bireyleri ile başlayıp dalga dalga topluma yayılan” bu durum, on-on beş yıldır “ruh sağlığı çevrelerinde çokça araştırmaya konu olmuş, epey tartışılan bir konu. Duyarsızlaşma, öfkede ve şiddet eğiliminde artış tanımlanıyor araştırmacılar tarafından.”

Fincancı soruyor: “Ne kadar tanıdık geliyor, değil mi?”

“ Duyarsızlaşma, öfkede ve şiddet eğiliminde artış...”

Öyle. “Bilyesini de koyarız, tak!, paket teslim!”

Sınır tanımayan, rastgele şiddetin meşrulaşması, olağanlaşması, kendinden farklı, “şiddet uygulanabilir” görülene karşı mutlak bir duyarsızlık, umursamazlık, “Türkiye Cumhuriyeti” adı altında bir devlet, ülke ve -yersen- toplum olarak örgütlenmiş bütünlüğü bitirecek olan etkendir. Ben ölünce sen seviniyorsan birlikte yaşayamayız. Bundan daha basit bir gerçek tahayyül edemiyorum. Bombası kendinden ceket işine girebilecek olanların oranı çok yüksek. (Kimileri gazetede yazıyor, kimileri televizyonda program yapıyor, kimileri dergi çıkarıyor.)

“Bitirme”den kastım bu ülkenin, devletin ortadan kalkması değil. Yaşar burası. Daha çok yaşar.

Ama böyle yaşar!

Her gün, ahlâk namına elinde kalmış ne varsa onu da çiğneyerek, riya içinde, zulüm içinde. Bedeninden ruhundan parça koparıldığında hissetmeyerek, başkasının parçası diyerek, düşman bilerek, düşman bilirse parçasının eksilmeyeceğini sanarak. Kendinden saymadığına yapılan zulme göz yumarak, dahası bundan memnun olarak, buna katılarak, üstünlük tadarak, ganimet umarak...

Demokrasi sadece bir yönetim biçimi falan değildir; insanların onurlu yaşayabilmesinin yollarından biridir. “Toplumun yarısını yok sayarım, bunu kabul etmeyeni de yok ederim” diyerek yaşayabilmen için tek vazgeçmen gereken şey demokrasi değil. Onurundan da vazgeçmelisin. Nitekim...

Onurundan vazgeçmiş insan her şeyi yapar. Bugün sayısız örneğini görüyoruz. Basbayağı zorbalıkla elkonmuş şirketin başına geçip onbinlerce lira maaş alır meselâ. Vurduğu genç ölsün diye yanına ambulans yanaştırmaz meselâ. Talimat alır, baş sallar, birilerinin hayatını karartır meselâ. Arkadaşlarını bombayla parçaladığı gençleri içeri atar meselâ. Gözümüzün içine baka baka mütemadiyen yalan söyler meselâ.

Hastalıklarımızı ciddiye almazsak tedavi olamayız. Ve bizim hastalıklarımız bir değil iki değil. Duygudaşlık yoksunluğu, umursamazlık, acımasızlık, dışlama, yok sayma, buradan yok etmeye geçiş... gibi karakter özelliklerimizin temelinin 1915'te atıldığını düşünüyorum. (Evet, bunu bin defa daha tekrarlamaktan bıkmayacağım.) 1990'larda kesilen ve kemerlere asılan kulaklar, 6-7 Eylül'de şehirli “açık” kadınlarla kamyonlara bindirilip getirilmiş dindar köylülerin beraberce yağmaladığı kumaşların üzerine serildi, modern soykırım sanatından postmodern güncel sanata geçiş böyle sağlandı. Hesaplaşılması, yüzleşilmesi halinde iyileşebileceğimiz ne mesele varsa ellenmesin diye hepimizi başka bir fay hattına gönderip her an deprem olacak korkusuyla tedirgin, teyakkuz halinde yaşamamızı sağladılar.

Kulaklı kumaşlar enstalasyonunu Diyarbakır'da, ben bu yazıyı yazmakta iken yanmakta olan Kurşunlu Cami'de sergilemek ilginç olabilir; Esedullah Timi lütfeder de beş yüz senelik Cami yerinde kalırsa. Ortayere de Dört Ayaklı Minare maketi; bir ayağına postal, öbürüne mes, üçüncüsüne koltuk değneği. Dördüncüsü kana bulanmış...