30 Kasım 2015 Pazartesi

Her şeyi anlamak istiyor musunuz?

Öyleyse bakın, hükmedenler sayesinde hayatımızı nasıl geçirdiğimizin resmi bu. Meral Danış Beştaş, Selahattin Demirtaş, Ahmet Türk, 29 Kasım Pazar günü Diyarbakır'da, bir gün önce tek kurşunla vurularak öldürülen Diyarbakır Barosu Başkanı, insan hakları mücadelecisi Tahir Elçi'nin cenazesinde. Kürtler bu ülkede ne yaşar, onca acıyla, öfkeyle yüklenerek akıl sağlıklarını, insanlıklarını nasıl korur, biriken nedir, biz insanlara devlet ve iktidar sahiplerinin yaptıkları nedir... 32 bin kısım, tekmili birden.


Bir arkadaşım -HDP Amed milletvekili Ziya Pir'in çektiği- bu fotoğrafın yanına şöyle bir not yazmıştı bugün: "Hayatınızda bir kere bu kadar derinden üzülebildiğinizde, artık zalimlik yapamayacaksınız." Denklem doğru görünüyor. Ama bu denklem artık kurulamayacak. Çok sebeple. Onlar bu kadar derinden üzülemezler. Bunu anladık. Kazara insanlığa yaklaşırlarsa, üzüntülerini ifade edecek kimse bulamayacaklar karşılarında. Henüz anlamadılar. Son olarak, zalimlik yapmama diye bir seçenekleri yok. Bu varlık biçimi, yaşama tarzı, hayattan tatmin alabilmelerinin tek yolu. Kendileri dışındaki herkesin, onlar zulmedebilsinler diye var edildiğine inanıyorlar.

Nerede, kim olarak doğmuş, hangi dili konuşuyor olursam olayım, duygum bu üç insanın duygusudur, yerim onların yanıdır.

29 Kasım 2015 Pazar

Tahir Elçi'yi de öldürdüler; evet, yaptılar!

Çok değerli bir insanı kaybettik. Öldürdüler. Yüzüstü yere yığıldı. Hrant gibi. Hayattan ne bekledikleri, ne yapmaya çalıştıkları, özlemleri, gayretleri benziyordu. Sevilme ve öldürülme sebepleriyle öldürenler de. Ben söyleyecek söz bulamıyorum.

Tahir Elçi niye önemli bir insandı, bilmeyen, merak eden varsa, Bianet'teki biyografisini okuyabilir. Cinayet (suikast) konusunda kafa yorarak üzüntüsünü dağıtmak isteyenler, Bahar Kılıçgedik'in Avukat Erdal Doğan'la görüşmesini okuyabilir. Ahmet Şık'ın cinayetten hemen sonra ortaya çıkan ve yayılan görüntüleri değerlendirdiği yazısı da aynı amaca hizmet edebilir.

Kafamı toplamakta zorlanıyorum, sağlıklısını bırakın, üç-beş dakika süreyle düşünemiyorum. En çok, yine aynı aşağılık insanların aynı rezillikleri yapmaları, muktedir İslâmcılığın alâmetifarikası haline gelmiş yüzsüzlük, pişkinlik koyuyor insana. Ölü evlerinin kapısında çalıp oynamakmış meğer eksik kaldıkları. Azıcık sakin kalmaya çalışarak cinayet görüntülerine baktığımda edindiğim ilk an izlenimini şöyle özetleyebilirim: süper organize bir suikast olmalı, kurbanı olduğumuz.

Buna karşı en güçlü argüman, polislerin de can vermiş olması. Ama bu argüman geçerli değil. Böyle işleri yapanlar, oradaki polisleri rahatça gözden çıkarır. Üzerine mermiler sıkılan kurşun geçirmez adamların kameraya doğru koşarak önümüzden geçtiği görüntüleri izleyecek hiç kimse, yapılacak başka türlü bir izahata inanmayacaktır sanırım. Ama insan evladı yine de saf, yine enayi: yanlış görmüş, yanlış düşünmüş olmayı istiyoruz. 28 Kasım 2015 günü yaşanmamış olsun, Allah o günün de suikastçilerin de belasını versin, Tahir Elçi aramızda olsun istiyoruz.

28 Kasım 2015 Cumartesi

İsminaz Ergün de gözaltında

Can Dündar ve Erdem Gül'ün tutuklanmasından sonra, bir de gözaltı. Sokağa çıkma yasağı sırasında Silvan'da olan bitene dair yazdığı yazıdan ötürü Etkin Haber Ajansı (ETHA) editörü İsminaz Ergün hakkında soruşturma açıldı. Ergün, bu soruşturmaya ilişkin belgeyi almak için İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne gitti. Fakat girişte gözaltına alındı. İsminaz Ergün'e önce, "örgüt propagandası" yaptığı iddiasıyla hakkında arama kararı çıkarıldığını söylediler. Sonra onu gözaltına aldılar, yarın savcılığa çıkarılacaksın, dediler. Ergün, "Silvan'da gerçekleri gördüm ve yazdım," dedi. "Orada namlunun ucunda haber takip eden gazeteci arkadaşlarımız vardı. Dün yine iki tane gazeteci arkadaşımız tutuklandı. Ülkede basın özgür deniyor ama değil."

Rus uçağını düşürmek gerekli miydi?

Radikal, 26.11.2015

Sert sözler edenler sadece Ruslar değildi. ABD'li emekli korgeneral Tom McInerney, Fox News'un “Real Story” programında konuşurken, “Türkler çok kötü bir yanlış yapmış, pek yanlış bir karar vermiş,” dedi. Uçak düşürmeyi “aşırı saldırgan bir manevra” diye niteledi. Demeye çalıştığı, bunun çok ötesindeydi.

McInerney, görev yapmadığı yer kalmamış, Hava Kuvvetleri'nin tepelerine yükselip oradan emekli olmuş, hem askerî hem diplomatik alanda “kaçın kurası” şahsiyetlerden. Öncelikle Rus uçağının yaptığı sınır ihlalinin süresine ve niteliğine dikkat çekti: “Bu uçak [üzerinde uçtuğu] toprağa saldırma hedefiyle herhangi bir manevra yapmıyordu. Doğru, muhtemelen limitleri zorluyordu. Ama bu yüzden onu düşürmezsiniz.” Radar çıktılarından anlaşıldığına göre ihlalin 20 ile 40 saniye arasında sürmüş olabileceğine işaret eden McInerney, Alaska'da NORAD'ın (Kuzey Amerika Hava-Uzay Savunma Komutanlığı) komutanı olarak görev yaptığı dönemde bu ölçüdeki ihlallerle sürekli karşılaştıklarını, bunlara karşı gösterilecek tepkinin uçak düşürmek olmadığını söyledi, “Asla böyle bir şey yapmazdım,” dedi.

İşin daha belâlı kısmına buradan sonra gelindi. Sunucu, “Ruslar kasıtlı olarak, kışkırtma amacıyla davranmış olabilirler mi?” diye sordu emekli korgenerale. McInerney, “Bence kasıtlı kışkırtmayı yapan, Türkiye'nin [cumhur]başkanı Erdoğan,” diye cevap verdi!

27 Kasım 2015 Cuma

"Onu öyle" bırakmadılar

Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül, Suriye'ye gönderilen MİT TIR'larıyla ilgili haberden ötürü tutuklandılar. Gerekçe, "silahlı örgüte üye olmaksızın yardım". İki gazeteci, "casusluk"la da suçlanıyorlar. Suçlamaların herhangi bir haklı zemini olduğuna, iktidar sarhoşluğu veya yalakalığından gözü dönmemiş kimse inanmıyor. Buna karşılık, aklı başında herkes, bu iki gazetecinin Cumhurbaşkanının talimatıyla tutuklandığını düşünüyor.


Yargı, eskiden bir kurumun devlet adına asıp kesmesinin aracıydı, şimdi sivil bir iktidarın hüküm yürütme aracı. Hukuksuzluk kurumsuzluğa gidişi pekiştiriyor, zaten varolmayan toplumsal bütünlük, güvenilir ortak kurumları da olmayan bir ülkede, sonraki kuşaklara feci bir gelecek hazırlıyor. Sırf muhalif oldukları için iki insanın ömründen çalınıyor ve iktidarın gazeteci kılığında piyasaya sürdüğü, iktidar sarhoşu, kompleksli, aşağılık zevat, iki gazetecinin hapse atılmasını kendilerinden geçmiş halde, sevinç çığlıklarıyla karşılıyor. Ellerinden gelse, iki gazeteci demir parmaklıklar ardına konmadan yetişip bir-iki tane de vuracaklar. Bu seviyesizliğin hastalıklarımıza ne hastalıklar katacağını şimdiden görebiliyoruz. Türk İslâmcılığı yola çıkarken ahlâkı biryerlerde unutmuş meğer. Bu, Türkiye'ye çok pahalıya mal oluyor. (Sosyal medyada çokça dolaşmış oluşuna sığınarak, kimin çektiğini bilmediğim bu fotoğrafı izinsiz kullanıyorum.)

26 Kasım 2015 Perşembe

Hamit Bozarslan'a kulak verelim

Radikal, 24.11.2015

Moral bozukluğu ve kötümserlik, bu kavramların ilk anda çağrıştırdığının aksine, ille de bireysel meseleler değil. Bazen koca toplumların, hattâ bütün dünyanın üzerine çöken uğursuz dumanlara dönüşebilir, soluk almayı zorlaştıran sis, yaşama zevkini boğan pus olabilirler.

“Afrikalı kötümserliği” diye bir kavramdan, Thomas Sankara ve Burkina Faso dolayısıyla haberim olmuştu. 1983'te kitle destekli bir darbeyle Yukarı Volta'da iktidarı ele geçiren Yüzbaşı Sankara, dünyanın en yoksul ülkelerinden birinde pek kısa sürede olmayacak işler yapmış, özellikle sömürgecilere -örneğimizde Fransa- meydan okuyuşuyla bütün Afrika halklarının gönlünde yer tutmuş, “Afrika'nın Che Guevara'sı” payesini kazanmıştı. En kalabalık iki etnik grubun dillerinden birer kelime alarak, ülkenin adını “Burkina Faso” (başı dik insanların ülkesi) yapan ve halkın dört yıl içinde kendine yetecek yiyeceği üretir hale gelmesini sağlayan Sankara, 1987'de, Fransızların tertiplediği bir darbede öldürüldü. Burkina Faso'da başarılmaya çalışılan, Afrikalıların, kendi güçleriyle, kendi tercihlerine uygun şekilde ülkelerini geliştirmeleri, hayatlarını zenginleştirmeleriydi. “Başı dik” olma, ekonomik veya diplomatik başarılardan çok önce gelen bir hedef, bir rüyaydı.

Aradan yıllar geçtikten sonra Sankara'nın ardından söylenen sözler arasında aklımda en çok yer eden, işte, “Afrikalı kötümserliği”yle ilgili olandı. Sankara'nın ortaya çıkışıyla büyük darbe alan “Afrikalı kötümserliği”, öldürülüşüyle yeniden hayat bulmuştu. Bu kötümserlik, nasılsa bir şeyin değişmeyeceği, buna izin verilmeyeceği önkabulüne dayanan, insanların özgüvenini baştan yok eden bir duygu haliydi. İzin verilmiş alanda yaşama... Kendini değersiz, işlevsiz hissetme...

Afrika'da böyle bir duygu halinin yüzyıllara yayılmış zemini var. Arap Baharı'nın yarattığı havanın ardından Ortadoğu'nun bugün içine düştüğü felaket manzarası, benzer bir karamsarlığın bu bölgede giderek yayılıp kök salmasına yolaçıyor. Zemin zaten sağlamdı, bahar havasının kışa dönmesiyle uğursuz duvarlar iyice yükselmeye başladı.

25 Kasım 2015 Çarşamba

Lavrov, Batı, Kürtler...

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov bugünkü basın toplantısında bol bol kritik sözler etti. Rusya'nın Türkiye ile meselesinin öyle diplomatik jestlerle, üç-beş günde kapanacak cinsten olmadığı anlaşılıyor. Uçak düşürme olayıyla ilgili bir-iki önemli noktayı yarınki Radikal yazımda aktardım. Uçak faslının hayhuyu içerisinde muhtemelen gürültüye gidecek fakat yakın gelecekte çok hatırlanacak bir bölümü de burada aktarayım, dikkatlerden kaçmasın istedim.

Şöyle dedi Lavrov:
“Suriye sürecinde ilerleme sağlanabilmesi için Batı'nın Türkiye'deki Kürtlerle ilgili ortak bir tutum benimsemesi gerekiyor.”
Nusaybin'de, on üç gündür süren sokağa çıkma yasağı eziyetine ve bu konudaki yaygın sessizliğe sonunda isyan eden insanlar sokağa dökülmüşken bunun anlamını üzerine düşünmek faydalı olur.

24 Kasım 2015 Salı

Cezayir'de "paralel yapı" tasfiyesi

Cezayir'in eski "terörizmle mücadele" şefi Abdülkadir Ait-Urabi, bilinen ve korku salan adıyla “General Hassan,” bugün (24 Kasım Salı) askerî mahkeme önüne çıkacak. Ülkede bugüne kadar gizli servisten bu kadar üst düzey bir subayın herhangi bir davada yargılandığı görülmedi. Urabi, ordunun emirlerini dinlememek ve hassas belgeleri yok etmekle suçlanıyor. Cezayir Teoman Koman'ı, 2013'te emekli edilmiş ve gözetim altında tutulmaya başlanmış, bu yılın Ağustos ayında da tutuklanmıştı.

İslâmcı silahlı gruplara karşı yürütülen gaddarca savaş, silahlı muhaliflerin gaddarlığını üçe beşe katlayan yöntemlerle bitirildikten sonra, yirmi yıl boyunca bu savaşı idare etmiş Urabi'nin gördüğü nankörce muamelenin gerisinde yatan, Başkan Abdülaziz Buteflika'nın istihbarat servisleri üzerinde mutlak denetim sağlamak, kendisine sadakatlerinden emin olmak istemesi. Lübnan gazetesi The Daily Star'ın aktardığına göre, Cezayir'de başkanın "paralel devlet"i ortadan kaldırmaya giriştiği söyleniyor.

Bu cümleden olmak üzere, General Muhammed Medyen'in de görevine son verilmişti. General Medyen, istihbarat servisi DRS'nin (İstihbarat ve Güvenlik Dairesi) hep geri planda ve kuytuda kalan, General Tevfik adıyla bilinen etkili reisiydi. Gizli servisin başında bulunduğu 25 yıl boyunca o kadar etkiliydi ki, ona "Cezayir'in Tanrısı" lakabını takmışlardı. Bu adama da biraz zorlamayla, Mehmet Ağar ile Veli Küçük karışımının Cezayir versiyonu diyebiliriz sanırım. Şimdi, Urabi'nin avukatı, General Tevfik'i tanık olarak mahkemeye çağırdı. Eğer 74 yaşındaki general bu davete uyar da Oran'daki mahkeme salonuna gelirse, kamuoyu kendisini ilk defa görecek!

23 Kasım 2015 Pazartesi

IŞİD'de Baas'çıların yeri, rolü

IŞİD-DAİŞ ile Saddam Irak'ının yönetici kastının, ordu ve güvenlik aygıtının ilişkisi, sözü sıkça edilen ama somut ayrıntıları o kadar sık ortaya dökülmeyen bir konu. IŞİD-DAİŞ'in "ne olduğunu" sahiden anlamak isteyen okurlar için birkaç veri aktaracağım. İşin uzmanları bunları biliyor ama nedense sözünü pek etmiyor. (Bunların çoğunu da aldığım, Charles Lister'in Profiling The Islamic State başlıklı çalışmasını İngilizce bilenlerin okumasını tavsiye ederim.)

Ceyş Rical el-Tarika el-Nakşibendiye önderi İzzet İbrahim el-Duri, 13 Temmuz 2014'teki sesli mesajında, "El Kaide ve İslâm Devleti'nin kahramanlarını ve cengâverlerini" tebrik etmişti. El-Duri, 2015 Nisan'ında Tikrit'te öldürülmeden önce, IŞİD-DAİŞ'in komuta kademesinde önemli bir konumdaydı. (Irak'ın Şii milisleri el-Duri'yi öldürdüklerini iddia ettiler, cenazesi Bağdat'a getirildi, yine de cenazenin ona ait olup olmadığı kesinleştirilemedi, ancak öldüğü kabul ediliyor.) Bu adam, Saddam'ın sağ kolu, Baas Irak'ının başkan yardımcısıydı! Saddam öldürüldükten sonra Baas'ın lideri sayılıyordu.

IŞİD-DAİŞ, Musul'u aldığında Azhar el-Ubeydi'yi şehre vali yaptı. El-Ubeydi, Saddam'ın ordusunda generaldi, Baas'çıydı.

Aynı şekilde, yine eski Irak ordusunun generallerinden başka bir Baas'çı, Ahmed Abdülraşid, Tikrit'e vali atandı.

IŞİD'in "halife"si Ebubekir el-Bağdadi'nin iki yardımcısı, yani örgütün en üst düzey iki elemanı da Baas devleti güvenlik aygıtının iki önemli elemanıydı. Bulunduğu konuma Ensar el-İslâm ve Irak El Kaidesi'nden geçerek gelen, Suriye'den sorumlu Abu Ali el-Anbari, Baas zamanında orduda tümgeneraldi. Irak'tan sorumlu, Tel Afer doğumlu Türkmen Fadıl Ahmed Abdullah el-Hiyali (Hacı Mutaz veya Ebu Müslim el-Türkmeni) önce Özel Kuvvetler'de (Özel Muhafız Birliği'nde!) çalışmış, sonra askerî istihbaratta görevlendirilmiş bir yarbaydı. (IŞİD'in askerî konseyinin başı olduğu da söylenen el-Türkmeni, 2015 Ağustos'unda Musul yakınında bir ABD hava saldırısında öldü. Öldüğünü bizzat IŞİD sözcüsü el-Adnani açıkladı.)

IŞİD-DAİŞ Askerî Konsey'inin eski başkanı Adnan İsmail Nacel Bilavi'nin (Ebu Abdurrahman el-Bilavi) saklandığı yerde 2014 Haziran'ında ele geçirilen belgelere göre, IŞİD'in "orta ve üst seviyeden" yaklaşık bin eski subayı saflarında bulundurduğu anlaşılıyordu. Örgütün kimilerini şaşırtan askerî kapasitesi ve harekât kabiliyetini, bir zamanlar dünyanın dördüncü büyük ordusu olan Irak silahlı kuvvetlerinden aldığı, niyeyse çoğu zaman yeterince hesaba katılmıyor. IŞİD'in, Irak ordusundan ele geçirdiği silah ve ekipmanı derhal etkili şekilde kullanmaya başlayabilmesinin gerisinde de bu bağlantı yatıyor.

22 Kasım 2015 Pazar

Mali ve silahlı grupları

Mali-Bamako saldırısını yapan El Murabitun'un başında Muhtar Belmuhtar var. Ya da yok, yalnız adı var. Kesin konuşulamıyor, çünkü Muhtar'ın Libya'da -özel olarak hedef alındığı- ABD hava saldırısında ölüp ölmediği bilinmiyor. Bamako katliamının arkasında o mu var, bu yüzden belli değil. Öyle kabul ediliyor.

El Murabitun'a kafadan İslâmî Mağrip El Kaidesi'nin kolu muamelesi yapılıyor, ama Muhtar'ın bir süre önce Mağrip El Kaidesi'nin başındakilerle anlaşmazlığa düşüp örgütten koptuğu, El Kaide Şurası tarafından tam on sayfalık bir mektupla (silah ve para meseleleri dahil) birçok açıdan suçlandığı da biliniyor. Şimdi beraber gözüküyorlar, ama belli ki Muhtar'ın -eğer sağ ise tabiî- ve örgütü El Murabitun'un geniş bir özerkliği var. El Kaide Sahra Emirliği'nin başındaki adam, Yahya Abu el Hammam.

Akıl mantık ne Mağrip'te ne burada...

Mali'nin başkenti Bamako'daki otelde 170 kişiyi rehine alıp 19'unu öldüren El Murabitun örgütü bildiri yayımlayıp IŞİD'i kınadı. El Murabitun, "Bağdadi cemaatinin ve liderlerinin yaptıkları, masumların kanını dökmek gibi eylemlerden Allah'a sığınırız," dedi, IŞİD'i "tövbe edip Allah'a dönmeye çağırdı. Ya Bamako'da katledilen 19 kişi masum değil ya onlarınki kan değil ya da akıl mantık iptal oldu...

Herhalde sonuncusu. En az bunun kadar saçma bir vaziyet de Türkiye'de hüküm sürüyor. İktidar yanlıları, Suriye ordusunun Rusya desteğinde ülkenin kuzeyinde El Nusra destekli Türkmen mevzilerine karşı yürüttüğü harekâtı, meşhur "MİT TIR'ları" meselesinde hükümeti eleştiren herkesi suçlamak için vesile haline getirdi. Ana tema şu: "O TIR'ları gönderttirmediniz, bakın şimdi Türkmenler nasıl savunmasız kaldı!" Oysa TIR'lar tartışmasında hükümet kanadının ve ezcümle AKP propaganda aygıtının temel motifi, TIR'larda silah değil insanî yardım malzemesi olduğuydu. Bebek bezleri yerine ulaşmadığı için Türkmenlerin dağdaki mevzilerini kaybettiklerini ileri sürmek Türkiye'nin genel akıl mantık ölçüleriyle bile tuhaf kaçıyor. Bu demagojik fırsatçılığı daha da seviyesizleştiren olguysa, engellenen birkaç TIR'a karşılık yaklaşık iki bininin Suriye'de çeşitli silahlı gruplara ulaşmış oluşu!

20 Kasım 2015 Cuma

IŞİD 'El Kaide ile rekabet'i de gözetiyor

IŞİD-DAİŞ'in yapıp ettiklerini yorumlamaya, doğrudan veya saklı hedeflerini tesbit etmeye, varsa bağlantılı amaçlarını, daha uzun vade için hesaplanmış sonuçlarını anlamaya çalışırken mutlaka hesaba katılması gereken bir etken, çoğu zaman ihmal ediliyor: Bu örgütün evrensel cihat yarışında El Kaide ile giriştiği zorlu rekabet. Yeryüzündeki tek meşru, merkezî İslâmî otorite olma hedefi güden IŞİD'in, dünyanın pek çok yerindeki pek çok radikal Müslüman çevreyi kendi buyruğu altına almasının önündeki başlıca engel, bunların daha önce El Kaide'ye biat etmiş oluşu.

IŞİD-DAİŞ'in Paris saldırılarını üstlendiği videoyu, halifesi Ebubekir el-Bağdadi veya sözcüsü Ebu Muhammed el-Adnani'nin değil de Usame bin Ladin'in sözleriyle açmasının bu anlamda bir halkla ilişkiler faaliyeti olduğu söyleniyor. Paris saldırılarına "Paris gazvesi" adını vermeleri de, El Kaide'nin 11 Eylül saldırılarını "Manhattan gazvesi" diye adlandırmış olmasına atıf olarak yorumlanıyor. (Gazve, İslâm ordusunun bizzat peygamberin komutasında yaptığı harekâtlara verilen ad, ama genel olarak din düşmanına karşı savaş-sefer manasında da kullanılıyor.) IŞİD böylece El Kaide sempatizanlarına "bayrağı biz devraldık, misyonu biz sürdürüyoruz" mesajı vermeye çalışıyor.

19 Kasım 2015 Perşembe

O silahları nereden buluyorlar?

Paris'te 129 kişinin can verdiği saldırılarda kullanılan Kaleşnikof'ları eylemcilerin nereden edindiği fazla mesele edilmedi, fark ettiyseniz. Zira gürültüsü fazla edilmese de Avrupa'da bir silah meselesi var. Rusya'da üretilip Bosna, Sırbistan ve Kosova'da savaşan gruplara aktarılan silahlar, buralardaki savaşların sona ermesiyle birlikte "açığa çıktı" ve Avrupa yasadışı piyasasında rahatlıkla alınıp satılan mallar haline geldi. Altı milyon silahtan sözediyoruz! (David Axe'in The Daily Beast'teki haberinden bilgiler aktaracağım.)

Slovakya polisinin 2014'te Bosna-Hersek'ten İsveç'e giden bir kamyonda ele geçirdiği elbombaları ve hafif silahlar, sözkonusu savaşlar çoktan bitmiş olmasına rağmen yoğun silah trafiğinin var hızıyla sürdüğünü göstermişti. Hattâ Kaleşnikof yeni modeller ürettiği için, elden çıkarılan eskileriyle piyasa zenginleşmiş bile. 2012 Mart'ında Toulouse'da üç ayrı eylemde yedi kişiyi öldüren ve keşkin nişancı kurşunuyla öldürülerek ele geçirilebilen Cezayir asıllı Fransız Muhammed Merah'ın elinde bir AK-47 (Kaleşnikof), bir Uzi, Bir Sten makineli, bir çifte ve çeşitli tabancalar varmış.

Yani silahların ilk kaynağı Doğu Avrupa ama şu anda bütün Avrupa'ya yayılmış bir yasadışı piyasa oluşmuş durumda. Bugün Avrupa Birliği sınırları içindeki kimi yerlerde 300-700 € arasında para ödeyerek Kaleş veya ufak çaplı bir roketatar edinmek mümkün, Europol yetkililerinin söylediğine göre.

"Öylesiniz" demişler ki "değiliz" diyorsunuz!

AKP Genel Başkan Yardımcısı, parti sözcüsü Ömer Çelik biz gazetecilere büyük yardım etti. Çelik'in partisinin Merkez Yürütme Kurulu toplantısından sonra söyledikleri, G20 Zirvesi dolayımında Avrupa devletleri ile Ankara arasında neler döndüğünü, Avrupalı siyasetçilerin Türkiye'ye güncel yaklaşımını anlamamızı sağlıyor. Demecinde "Türkiye toplama kampı değildir, yalnız jeopolitiğe indirgenecek devlet değildir" gibi ifadeler kullanan Çelik'in Avrupa ile ilişkilere dair sözlerini, sadece toparlayarak, yer yer kısaltarak aktaracağım. Araya girmem veya üstüne bir şey demem gerekmeyecek. Buyurun:

“Türkiye'yle ilişkilerin canlandırılması konusunda geç kalındığını düşünüyoruz. Eğer mesele Suriye meselesiyse, sadece Türkiye'yle ilişkilerin Suriye meselesine indirgenerek canlandırılması ya da canlandırılmaması şeklinde bir takvim, çok vizyonel bir yaklaşım olmaz. Ama diyelim ki Suriye meselesi küresel bir güvenlik sorunu oldu ve bundan sonra bu meseleyi canlandırmakla ilgili bir yaklaşım içerisinde oluyorlarsa açık ve net bir şekilde şunu söyleyeyim, o açıklamada beni en çok rahatsız eden kavram, 'dost çemberi' kavramı oldu.

Türkiye'nin Avrupa'nın bir parçası olarak, Avrupa'nın bir eşit unsuru olarak değerlendirilmek yerine Türkiye'nin, Avrupa'nın barışını sağlayacak bir protez gibi değerlendirilmesine kesinlikle iyi gözle bakmayız. Bu 'dost çemberi' kavramı, 2. Dünya Savaşı'nda birilerinin kullandığı çok tehlikeli bir kavram olan 'Lebensraum', Hayat Sahası gibi bir kavramı çağrıştırabilir. Türkiye, kimsenin barış ve güvenliğinin ya da refahının tampon bölgesi değildir. Dolayısıyla eğer bir barıştan bahsediyorsak, bir Avrupa güvenliğinden bahsediyorsak Türkiye, Avrupa güvenliğinin bir protezi değildir. Türkiye, Avrupa güvenliğinin diğer devletlerle birlikte eşit ve ortak bir parçası olarak değerlendirilmelidir.


18 Kasım 2015 Çarşamba

Düşürülen Rus uçağı - bomba kabinde

Rus yolcu uçağının Sina yarımadası üzerinde düşürülmesi ve 224 kişinin katledilmesiyle ilgili ayrıntılar yavaş yavaş netleşiyor. Son olarak, uçağın düşmesine yolaçan bombanın kabinde, arkalarda, kuyruğa yakın bir yerde patladığı anlaşıldı. Eldeki verilerle yapılan tahmine göre, bomba pencere tarafındaki koltuğun altına konmuş, patlama pencere çerçevesini uçurarak kabin basıncının birden düşmesine yolaçmış ki, bu da daha büyük bir patlama etkisi anlamına geliyor. Bu ihtimale göre, IŞİD'in uçağa çok büyük bir bomba sokmuş olması gerekmiyor.

Bu senaryoya göre kazanın canlandırıldığı videoyu buraya tıklayarak izleyebilirsiniz.

Nitekim IŞİD-DAİŞ, İngilizce propaganda dergisi Dabiq'te, bir Schweppes soda kutusu kullanılarak yapılmış bomba düzeneğinin fotoğrafını yayımladı ve uçağa yerleştirilenin de bunun benzeri olduğunu ileri sürdü. Olup olamayacağına dair kesin bir uzman görüşü henüz yayımlanmadı.

Böylece, bombanın bir şekilde pilot kabinine sokulduğu tezleri geçersiz kalıyor. Aynı şekilde, bombanın turist kafilesi havalimanına gelmeden önce, otelde veya valizlerin topluca aktarılması sırasında konduğu senaryoları da iptal oluyor.

Bu sabotajla ilgili gelişmeleri burada derlemiş, bomba ihtimalinin kesinlik kazanışını ayrıca duyurmuştum.

Suriye pasaportuyla intihar eylemi

Radikal, 16.11.2015

Paris katliamlarını yapan cihatçı eylemcilerden biri, bir intihar bombacısı, onlarca kurbanın âhıyla birlikte, genç bedeninin parçaları arasında bir işaret bıraktı. Bir pasaport. Suriye pasaportu. Türkiye'den Yunanistan’a, oradan -henüz tesbit edilemeyen bir güzergâh üzerinden- Fransa'ya geçmiş bir kimlik belgesi.

Fransız polisi pasaportun sahte olabileceğini söylüyor. Büyük ihtimalle Türkiye'de yapılmış.

Polisiye bir ayrıntı mı? Yoksa fazlası mı? Avrupa Birliği Sınır Koruma Teşkilatı'nın Türkiye'deki sahte pasaport piyasasıyla ilgili uyarıları bizde pek haber olmadı.

Sünnî Müslüman kardeşlerine şefkatle kucak açmış inançlı bir milletin sahalarında görmek istemeyeceği hareketler mi var yoksa ortada? Mültecilere işe yaramaz canyelekleri satan esnaf Cuma'ya gitmeyenler arasından mı çıkıyor? Hay Allah! Alnından karasinek geçmemiş Türk esnafına iftira mı atılmaktadır? Maksat yeni, büyük İslâm medeniyetinin liderine kara çalmak mı? Paris'i kana bulayan eylemcilerden biri 2013'te Türkiye'ye girmiş, fakat resmen ülkeden çıkmamış. Sansasyon gazetecisi tabiriyle sırra kadem basmış. Aslında hiçbir yere basmamış, bildiğin Suriye'ye gidip IŞİD'e katılmış. Yani birkaç yıl boyunca dünyanın çeşitli yerlerinden gelip Türkiye'de buyur edilen, Suriye'ye güvenli yoldan geçirilip şu meşum cihada katılması sağlanan müstakbel katillerden biri. E, bu da sahalarımızda görmek istemediğimiz türden hareketlerden. Olmasın demiyoruz ama! Kimse görmesin diyoruz.

17 Kasım 2015 Salı

Radikal'deki yazımda yanlış var

Bugün (17 Kasım Salı günü) Radikal'de yayımlanan yazımda bir yanlış yaptım. Fransız internet gazetesi Mediapart adına Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi'nden (CNRS) Pierre-Jean Luizard ile görüşen gazetecinin adıyla Luizard'ı karıştırdım. Böylece IŞİD Tuzağı. İslam Devleti ya da Tarihin Dönüşü kitabının yazarı da, söyleşiyi yapan Joseph Confavreux'ymüş gibi oldu! İkisinden de özür dilemek isterdim ama nasılsa haberleri olmayacak; bu yüzden özürü okurlarımdan diliyorum. (Bu önemli söyleşiyi Haldun Bayrı çevirdi, Medyascope yayımladı. Şuradan okuyabilirsiniz: “IŞİD Irak’ta başardığını Fransa’da da yapmaya çalışıyor”.)

Bu arada, hayatımda ilk defa, yazıda iki ayrı yanlış veri aktarıp, bunları bir miktar arayla fark edip, üstüste iki defa gazeteye düzeltme gönderdim. Bu anca şimdi fark ettiğim ve artık düzeltme şansına sahip olmadığım üçüncüsü! "Zalımsın TC" mi demeliyim, "Teşekkürler Türkiye" mi? Yoksa kalabilen aklın nasıl kalabildiğine mi hayret etmeliyim? Umarım bu kalıcı bir hal değildir.

NOT: Yazının blog'taki versiyonunda yanlış düzeltilmiştir.

13 Kasım 2015 Cuma

Sahte fotoğraf, yanlış bilgi, vesaire

İktidar, para, güç sahibi olmayan sıradan insanlar için sosyal medyanın ne kadar hayatî bilgi kaynağı olduğu ortada. Hele Türkiye gibi, büyük işletmeler halinde vücut bulmuş yerleşik basının giderek ideolojik propaganda aygıtına dönüştüğü, dönüşmeyen kısmına da ağır baskı uygulanan, hattâ elkonan ülkelerde. Sosyal medyadaki en ciddî mesele de, yalan yanlış bilginin hızla dolaşıma girmesi, anında düzeltilse bile bu düzeltme girişiminin fayda etmemesi, yanlış bilginin dolaşmaya devam etmesi. Bu zararlı süreç, mücadeleli, çekişmeli konularda, çoğunlukla, dönüp bilgiyi yayanı vuran bir bumerang da üretiyor.

Daha önce iki ayrı yazıda, özellikle hak-hukuk-adalet mücadelesi veren, sağlıklı bilginin, hakikatin ortaya çıkmasından yana olan insanların bu mekanizmadan zarar göreceğini anlatmaya çalışmıştım. Yazıların ilki şuydu: Hakikat aramanın lüzumuna dair bir açıklama; ikincisi de şu: Hakikat bizim kalsın, yalan onların.

11 Kasım 2015 Çarşamba

11 Kasım 2015 - geçmiş zaman

Seneleer önce, bir halı saha dönüşü grup halinde yemek yerken, nasıl olduysa böyle bir fikre ulaşmıştık. Herhalde birtakım acı gerçeklerin üzerinden gülerek ederek, kendimizi kandırarak atlamaya çalışırkendir. Hangimiz ne dedik de sonunda bu formüle ulaştık, hatırlamıyorum, ama Kemal Gökhan Gürses (Twitter'da @karga_kafasi) ile ortak "eserimizdir" diyebilirim, içerik bakımından. Şekil faslını da sonradan ben hallettim. Önce bulduğum bir fotoğrafla, rastgele yapmıştım, sonra gidip özel olarak bu fotoğrafı çektim; "yerleştirme"yi gözeterek. (Aslında sahici yerleştirme olarak da fena durmazmış!)

Istanbul is - Hakkari not

Acı olan, hakikate direnmenin koca bir ülkeyi nerelere getirebileceğini her vesileyle yeniden yeniden görmemiz, ama oraya gelineceğine inanmayışımız ya da bunu umursamayışımız. Şu can acıtıcı kıyasın yapılması bile bir ilişkiydi. Birilerinin derdiydi. Seneler geçti, onca emek, onca kurban niyeydi? Kapatayım çenemi.

Yüce Yargı'nın kadınlarla savaşı

Radikal, 10.11.2015

Hatice Kaçmaz, öldürüldüğünde 33 yaşındaydı. Katili, ona musallat olmuş bir erkekti. (Erkek dünyasında buna “aşık olmak” da denebiliyor.) Bıçağını cebine koymuş, gidip Hatice Kaçmaz'ı bulmuş, muhtemelen onsuz edemediğini söylemiş, kendisiyle evlenmesini istemişti. Ve reddedilmişti. Çekti bıçağı. Bir, iki, üç, dört... on altı defa sapladı kadının bedenine. O esnada kendince, ruhunu, hayatını esir almış o tutkudan kurtulduğunu mu düşünüyordu? İstediğini vermeyen kadından intikam mı alıyordu? Yoksa bunlardan birine ilaveten, kadının bedenine bıçağı sokup çıkarmanın derinlerdeki gizli hazzı ve tatmin duygusu da mı eşlik ediyordu cinayete?

Katilin güdüleri ve duyguları bizi ne kadar ilgilendirir?

9 Kasım 2015 Pazartesi

Twitter'da organize anti-Esad propaganda

9 Kasım gecesi 04:00 itibarıyla "syria's media outlets" (Suriye medya kuruluşları) kelimelerini girerek yapacağınız bir Twitter araması, sizi çok ilginç bir sonuç sayfasına götürüyordu. Bu sayfada, hepsi aynı metinden oluşan yaklaşık 330 tweet saydım. Metin şu: "Nearly all of Syria's media outlets are state-owned, and the Ba'ath Party controls nearly all newspapers." Yani: "Suriye'nin hemen bütün medya kuruluşları devlete aittir ve Baas Partisi hemen bütün gazeteleri kontrol eder." Bu tweet'lerin çoğunun bir yerine "#NaturalHealing" (doğal tedavi) hashtag'i iliştirilmişti.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Mısır açıkladı: Rus uçağına bomba konmuş

Mısır'ın en büyük (ve devleti de temsil eden) gazetesi El Ahram, günlerdir dünyayı meşgul eden kazaya uçağa yerleştirilmiş bombanın yolaçtığını açıkladı. Bomba ihtimalinin giderek güçlendiği, Amerikalı, Britanyalı ve son olarak Fransız uzmanlar tarafından dile getiriliyordu. Rusya ve "terör saldırısı" ihtimalinin kesinleşmesi halinde turizmi fena etkilenecek olan Mısır ise daha uzun araştırmalar gerekeceğinde ısrar ediyorlardı. Ancak karakutu incelemesi, henüz bu aşamada, kazanın motor arızasından kaynaklanamayacağını ortaya koydu. Uçuş kaydında patlama sesinin duyulduğu da soruşturmaya yakın bir Fransız kaynağa dayandırılarak bildiriliyor.

Bugün (7 Kasım) saat 00:50'ye kadar olan gelişmeleri ve ortaya çıkan ayrıntıları şurada derlemiş, güncellemiştim. Kaza nedeni araştırmasının sonucunu burada ayrıca haberleştirmeyi tercih ettim.

Bir sürü tedirgin kuşlar

Radikal, 05.11.2015

“İlk bu sabah / İlk bu sabah göğü görmedim / İlk bu sabah kaysı çiçeklerini / Hüzün ilk kez konuk gibi gelmedi / Efendim, ev sahabım / Karacamı suya indiremedim / Şahanım uçurdum döndüremedim / Dağlar / Enikli kapılar kitlendi / Taş avlular sustu, ben sustum / İlk kez bekledim ölümü / Dostu bekler gibi bekledim / Dağlar / Benim acım acıların beyidir / Canıma bir doru kısrakla gelir / Öfkeyi sabırda eritir / Umut yer / Suyunu gözümden içer bir zaman / Dağlar of dağlar.”

Gülten Akın bize bu “Güneydoğu Ağıdı”nı bırakıp gitti.

Dağlardan mı sözetmeli, taş avlulardan mı, susanlardan, ölümü bekleyenlerden mi?

Yoksa doğrudan, ölenlerden mi? Bacakları kopanlardan, ellerini, gözlerini kaybedenlerden..? Bombalanmış mezarlıklardan, saçılmış kemiklerden?

Gencecik akranlarını, arkadaşlarını pek zamansız özleyenlerden mi sözetmeli? Eşlerini, evlatlarını nafile arayanlardan mı?

Yoksa susup, kendi yolunda yürümüş bir ince şairin ardından öylece bakakalmalı mı?
“Bozkırdan günün son treni geçecek / Ben her şeye ardından bakacağım.”

Dağlar, of dağlar, hakikaten!..

6 Kasım 2015 Cuma

Soykırım yaklaşıyor, kimse oralı değil

Burundi'de ikinci bir soykırım yaklaşıyor. (İlki 1970'lerde yaşanmış, bugüne kadar çeşitli defalar yeni girişimler, provalar görülmüştü.) Haftalardır her gün insan öldürülüyor, şimdi de en yetkili ağızlar, devlet yöneticileri, taraftarlarını muhalifleri öldürmeye çağırıyor. İktidar partisinin gençlik örgütü Imbonerakure'nin bu işi çağrı beklemeksizin yapabileceğinden zaten uzun zamandır korkuluyor. Senato başkanı Reverien Ndikuriyo'nun kullandığı deyimler, "toz etmek", "kökünü kurutmak". Muhaliflerin layığı "ancak ölmek" olabilirmiş.

Suriye - Alabi ailesinin hikâyesi

Muhammed'i, kuzeni İhab'ın mezarı başında öldürmüşler. Mezarı ziyarete gittiğini biliyorlar, çünkü izlemişler. Elinde Kur'an, mezara eğildiği sırada havaya uçmuş. Bomba yerleştirmişler. İhab'ı da onlar vurmuştu. Muhammed'in annesini aramış birisi, telefonda, "Sana çok güzel bir anneler günü hediyesi vereceğiz," demiş. Sonra Muhammed'i havaya uçurmuşlar. El-Nusra yapmış. İhab da Muhammed de Sünni. Alabi ailesinin gerikalanı da öyle. Şam dışında oturuyor, Şam'da, Eski Şehir'de çalışıyorlar. Silahlı isyana katılmamışlar, muhaliflerden hain muamelesi görüyorlar. Çarşıdaki Alevi ahali onları tanıyor, biliyor. Ama bir güvensizlik girmiş araya. Alabi'ler, gece devriyelerine çıkıyor, fiilen Suriye ordusu ile birlikte çalışıyorlar. Ama devlet onlara potansiyel beşinci kol gözüyle bakıyor. "Çoluk-çocuk, nereye gidelim de yeni bir hayat kuralım?" diyorlar. "Hayat zor, pahalı." Suriye'de kendileri için parlak bir gelecek ihtimalinin varolmadığına inanıyor, çocukları için dertleniyorlar: "Bari onların şansı olsa..." Çocuklardan biri, Muhammed'in beş yaşındaki oğlu. "Baban nerede?" deyince, "Öldürdüler", "Kim öldürdü?" diye sorunca, "Özgür ordu," cevabını veriyor. Alabi'lerin hikâyesini bize Thanassis Cambanis anlatıyor.

Suriye - Muhammed'in hikâyesi

Suriye'de olan biteni siyasetin, diplomasinin sevimsiz kavramları ve mecburen gündelikleşmiş, rutinleşmiş haberlerin trafik lambası duygusuzluğundaki akışı içerisinde izliyoruz, kavramaya çabalıyoruz.

Böyle kavrayamayız ki!

Patrick Cockburn'ün -2012'den- aktardığı "ufacık" olay -çünkü bir genç adamın bacağını kaybetmesi, bırakın Suriye'yi, 2015 Türkiye'sinde dahi ufak, sıradan hadisedir- idrakimizi derinleştirecektir:

21 yaşındaki Suriye ordusu askeri Muhammed Diab (Ziyab?) Halep civarında vurulur. Şansı vardır, hastaneye ulaştırılabilir. Şansı o kadardır, sol bacağının dizden aşağısını keserler. Şansı biraz daha açılır, bacağına bir madenî protez de takarlar, yürüyebilir. Kalkar, köyüne gider. İdlib bölgesindeki Rahiya köyü. Orası muhalif silahlı grupların denetimindedir. Muhammed ne yapsın? Köyü orasıdır, oraya gider. Köye yaralı bir askerin geldiği ister istemez duyulur. Silahlı muhalifler gelir, Muhammed'i rehine alırlar. Muhammed'in şansı kapanmıştır. Protezini alıp götürür satarlar, onun yerine bacağına bir tahta parçası bağlarlar. Muhammed beş ay rehine kalır. Ailesi, uğraşır didinir, onu bin dolara denk düşen bir para karşılığı kurtarır. Muhammed'in bacağı mikrop kapmıştır. Şansı, Şam'daki askerî hastaneye ulaşmasına yardım eder.

Düşen Rus uçağı - şu ana kadarki bilgiler

Mısır'ın turistik tatil yöresi Şarm el-Şeyh'ten kalkıp St. Petersburg'a giderken Sina üzerinde düşen Rus uçağına (Metrojet Airbus 321-200) ilişkin haberler havada uçuşuyor. 7K9268 sefer sayılı uçakta 224 kişinin can verdiği kazaya ilişkin bol spekülasyon, bir miktar da ciddiye alınmaya değer olgu var. Toparlayabildiklerim:

• Uçağın hava koşullarına bağlı herhangi bir sebepten düşmediğinde herkes büyük ölçüde hemfikir.
• İlk anlarda ortaya atılan "uçak roketle vuruldu" iddiası kesin olarak geçersiz. Uçağın "dışarıdan gelen bir etkiyle" düşmüş olamayacağı söyleniyor.

5 Kasım 2015 Perşembe

Suriye'deki vaziyetin karmaşıklığına örnek

Suriye'de olan biteni izlemek çok zor. Anlamak daha da zor. Bazen bazı somut olaylar işaret fişeği niteliğinde olabiliyor, gerçeğin görünmeyen yüzüne kısmen ışık tutabiliyor. El-Nusra'nın, Suriye ordusunca kuşatılmış Kuzey Humus'un tek ikmal koridorunu ele geçirmek üzere yürüttüğü manevra, bunlardan biri. Syria:direct'in haberinden aktarıyorum.

Kapıyı usulca çekip çıkamıyor musun?

4 Kasım'da Radikal'de yayımlanan yazımda derdimi iyi anlatamamışım sanırım. Yakın geleceği koyu karanlık resmetmeyi haklı kılan seçim sonucu üzerine "enseyi karartmayın" muhabbeti yapmak değildi niyetim. Bunu yapanlar oldu ve onlara teşekkür etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yapmayışım, yapamayışımdan. Çünkü bu durumda enseler kararır, normal. Buna rağmen ayağa kalkabilsek güzel olur. Fakat kimi kalkabilir, kimi kalkamaz. Bu da normal. Bazılarımız ötekileri teşvik edebilir, bazılarımız edemez. Yine, normal.

Fotoğraf: HDP Diyarbakır mitinginde bombadan bu hale gelmiş adam, 7 Haziran seçimlerinde oy kullanıyor.

Benim derdim bir insan türüyle: "Gidecem artık bu memleketten, çekilmez burası!" diye bağırıp çağıran birileriyle. Niye bağırıyorsun suratımıza?

Ne yapılacak, mücadele edilecek

Radikal, 03.11.2015

Şu ana kadar seçim sonuçlarıyla ilgili okumadığınız tahlil, değerlendirme, öngörü vs. kalmış mıdır? Sanmıyorum. Dolayısıyla söylenmiş her şeyin üzerine bir de bendenizin bu işe kalkışması gayet fuzuli görünecek. Ancak köşeyazarlığı müessesesinde aksi görevden kaçmak sayılacağından, birkaç söz etmek mecburiyetindeyim.

Önceliği, bir siyasî tavır olarak şımarıklık mevzuuna veriyorum. Birileri, arzuları tek fiskede dünyayı değiştirsin istiyor. Minnacık bir demokratik adım için yüzlerce insanın can verdiği bir ülkede, o elini sıcak sudan soğuk suya soktu diye hayat duracak, şekil değiştirecek ve o her nereye istiyorsa o yöne dönecek. Bu şahane insan oy attı, buna rağmen sonuç alınamadı mı? O halde... batsın bu dünya da değil, batarsa bu dostumuz neyi kendi etrafında döndürecek? Nerede kime çemkirecek? Alıp başını nereye gideceğini haykırabilecek?

4 Kasım 2015 Çarşamba

Güle güle Gülten Akın

Yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti bizi
Utanırız tadına varmaktan içkilerimizin
Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir
Üşümekden değil korku, ısınır olmaktan
Yorgun savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi

Tutulmuş dağ yolları oklar ve tuzaklar
Biri dostluk adına bağışlar çirkinliğimizi
Düz yollara düşeriz yeniden oksuz ve tavşansız
Yılgın savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi.

Gülten Akın, "Üşümekten değil korku"

1 Kasım 2015 Pazar

Kobanê Günü'nü hep birlikte sahiplenme fırsatı

Ne demek lazım? Hiç. Türkiye'de aslında herkesin neyin ne olduğunu en iyi bildiği mesele, Kürt meselesi. Millet-i hakime kompleksleri kırılacak ve hastalıklarından arınmış, olgun, çoğulcu bir toplum haline gelebileceksek, bu iş Kürt meselesinin hallinden başlayacak. O halledildikçe hep beraber şifa bulacağız.