Radikal, 05.11.2015
“İlk bu sabah / İlk bu sabah göğü görmedim / İlk bu sabah kaysı çiçeklerini / Hüzün ilk kez konuk gibi gelmedi / Efendim, ev sahabım / Karacamı suya indiremedim / Şahanım uçurdum döndüremedim / Dağlar / Enikli kapılar kitlendi / Taş avlular sustu, ben sustum / İlk kez bekledim ölümü / Dostu bekler gibi bekledim / Dağlar / Benim acım acıların beyidir / Canıma bir doru kısrakla gelir / Öfkeyi sabırda eritir / Umut yer / Suyunu gözümden içer bir zaman / Dağlar of dağlar.”
Gülten Akın bize bu “Güneydoğu Ağıdı”nı bırakıp gitti.
Dağlardan mı sözetmeli, taş avlulardan mı, susanlardan, ölümü bekleyenlerden mi?
Yoksa doğrudan, ölenlerden mi? Bacakları kopanlardan, ellerini, gözlerini kaybedenlerden..? Bombalanmış mezarlıklardan, saçılmış kemiklerden?
Gencecik akranlarını, arkadaşlarını pek zamansız özleyenlerden mi sözetmeli? Eşlerini, evlatlarını nafile arayanlardan mı?
Yoksa susup, kendi yolunda yürümüş bir ince şairin ardından öylece bakakalmalı mı?
“Bozkırdan günün son treni geçecek / Ben her şeye ardından bakacağım.”
Dağlar, of dağlar, hakikaten!..
“Ben neyi kimden aldım, nerden aldım / her şeyi bir yerden aldım / yorgunum yorganım uzakta dışarda / sabrımı bolca verdiler içerden aldım / sözler gelip geçsin diyedir, öfke sen bekle / örselendim ağrıdın oyuldun, henüz değil ölüm / ten bekle / bağırmalıyım, çığlığım kıştan ilkyaza değmeli / A yasak, hayır korkulu, evetten usandım...”
Henüz değil, demişti bir vakit, sonra uyardı: “hızla dökülüyor tüyüm teleğim”; şimdi, artık, vazgeçmiş. Bolca da verilmiş olsa sabır tükeniyor. Şiir söyleyen yorulduysa kimler yorulmasın? Artık sabır da bolca verilmiyor. (Gerçi Androidlerinki azıcık daha uzun dayanıyor...) Öfke beklemiyor. Öfke, bebeklerin kundağına sarılıyor öfkeli anneler tarafından.
Öfke artık bir hayat tarzı bizim buralarda. Öfke, bir varoluş. Bir ilişki. Bir karşılaşma. Müsabaka yani. Selamlaşma... değil de işte, kimlik bildirimi bir nevi. Karşındakine, yanındakine, sana ters gelen, gelmeyen herkese gösterdiğin bir kimlik. Miyadı dolmuyor, tarihi geçmiyor, yenilemen dahi gerekmiyor; kendiliğinden yenileniyor; uyuyup kalkıyorsun, bakıyorsun yenilenmiş. Aksaklık olur, yetersizlik doğarsa, merkezî sistemden, televizyonlardan düzeltiliyor, gideriliyor. “Burayı dar ederim!', “Bana katil diyemezsin!”
“İster ki herkes ölsün / Neler besleyip büyütmüş / Gömmüştür neleri gizli gizli / Belleği sıra / İster ki herkes ölsün...”
Öfke ihmal edilmemeli. Şairlerse edilebilir. Öfke imparatorluğunda şair dediğin nedir ki: “Kültürel iktidar”ın parçası. Şairin şiiri de öfke egemenliğinin parçası olmayacaksa neyleyelim biz onu? Şiir yazılacaksa, kültürel iktidar el değiştirsin diye yazılmalı. Mevkiler makamlar gibi, mallar mülkler gibi, televizyonlar gazeteler, ormanlar nehirler gibi el değiştirsin. Öfke iktidarında şaire pasta-cila niyetine bile ihtiyaç yok; haset âleminde dilleri ilk sürçtüğünde kaldırılıp atılırlar; kural bu, anlayacaklar. Şair dediğin, birilerini devireceğim, onların yerine geçeceğim diye şiir yazmaz. Gülten Akın şairdi.
Göçtü şair. Zor günler geçirdi ve göçtü. Payına düşeni yüklenip taşıdı, şimdiki zor zamanları bize bıraktı giderken.
Büyük caddelerin birinde rastlama ihtimalimiz yok ona. “Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta” yaşayacaklarımızdan hiç haberi olmayacak.
“Bir büyük oyun”du “yaşamak dediği”. Geceleyin bulutlar uçuşuyordu, o “yağmura buluta deli”ydi, öyle demişti. Bir büyük oyundu. Onu “ya sevmeli ya öldürmeli”ydi.
Biz öldürme deyince yağmura buluta deli olmayı anlayamıyoruz artık. Allah yazdıkları bir örtü örttüler Allahsız karanlığın üzerine. Uçuşan, bulutlar değil, yalanlar. Karanlık Allahsızdı, daha beter Allahsız oldu. Üstelik su da geçiyor içine. Herkesi üşüten ıslak soğuk.
Biz öldürme deyince cinayet anlıyoruz, katliam anlıyoruz. Çünkü başka şey anlayamıyoruz. “Büyük yollarımız” kalmadı, onları otoyollarla değiştirdik. Ne varsa yitiremeyiz, kaybedecek şeyimiz çok fazla. Bu yüzden öldürülen öldürülür, biz yola devam ederiz. Varsın büyük yol olmasın, duble yol olsun.
Başka karanlıkların ortasında, başka yollar görerek yazdı Gülten Akın. “Yağmur, yağmur,” diye sordu, “bu neyi anlatır?” Ve şu cevabı verdi: “Bunca siste bunca ıslak serçe / Hüznü bir köşesinden tutup kaldırmıştır...”
Yağmur deyince bizim aklımıza serçeler hüzünler gelmez oldu. Gelemiyor. Toprak ıslanmıyor, üstü betonla örtülü. Serçeler nerede ki? Hüzün çoktan eritildi, kızgın ateşte dağlayıp öfke yaptılar ondan.
Şairin de öfkesi pek haklı, pek yerindeydi. Ama onu sabırda eritebiliyor, sisi aralayıp ıslak serçeyi seçebiliyordu. Bu yüzden o şairdi, biz değiliz işte. Gülten Akın'ı “Küçük kızın türküsü” ile uğurlamak istiyorum:
Küçük, küçücük bir kızken
Unutacak mısın yüreğim
Bir kurdele bir pabuç yüzünden
Unutacak mısın yüreğim
Şimdi de onulmaz korkundur
Evde ekmeğin tükenmesi
Un biter, ekmek biter, gelsin ödünçler
Unutacak mısın yüreğim
Başın dönerdi sabahları
Her atılan bomba bir parça
Yiyecek alır giderdi
İkinci Dünya Savaşı sırtından geçti
Unutacak mısın yüreğim
Birçokları kahraman oldular
Büyük oldu adları
Kara binitleri sırtından geçti
Unutacak mısın yüreğim
Birçokları kahraman oldular
Büyük oldu adları
Kara binitleri sırtından geçti
Unutacak mısın yüreğim
Şimdi çocukları doyurup giydirdikçe
Parklara, çarşılara götürdüğünde
Kendini, kendi çocukluğunu
Unutacak mısın yüreğim
Dünya uçurtmayla balonken
Kırmızı ve mavi tayfın bütün renkleri
Sana zehir zindan edenleri
Bağışlayacak mısın
Sen, senin adına bağışlayabilirsin
O zaman
Ottan ve açlıktan ve bilcümle haşereden
Cümle dertten hastalıktan
Ölenler ve kalanlar seni bağışlamayacaklar
Duyuyor musun yüreğim
Unutma sakın unutma
Bağışlama sakın
Sakın düşmanını sevme, sakın susma
Bekle büyük kavgayı bekle
Anlıyor musun yüreğim.