Radikal, 24.11.2015
Moral bozukluğu ve kötümserlik, bu kavramların ilk anda çağrıştırdığının aksine, ille de bireysel meseleler değil. Bazen koca toplumların, hattâ bütün dünyanın üzerine çöken uğursuz dumanlara dönüşebilir, soluk almayı zorlaştıran sis, yaşama zevkini boğan pus olabilirler.
“Afrikalı kötümserliği” diye bir kavramdan, Thomas Sankara ve Burkina Faso dolayısıyla haberim olmuştu. 1983'te kitle destekli bir darbeyle Yukarı Volta'da iktidarı ele geçiren Yüzbaşı Sankara, dünyanın en yoksul ülkelerinden birinde pek kısa sürede olmayacak işler yapmış, özellikle sömürgecilere -örneğimizde Fransa- meydan okuyuşuyla bütün Afrika halklarının gönlünde yer tutmuş, “Afrika'nın Che Guevara'sı” payesini kazanmıştı. En kalabalık iki etnik grubun dillerinden birer kelime alarak, ülkenin adını “Burkina Faso” (başı dik insanların ülkesi) yapan ve halkın dört yıl içinde kendine yetecek yiyeceği üretir hale gelmesini sağlayan Sankara, 1987'de, Fransızların tertiplediği bir darbede öldürüldü. Burkina Faso'da başarılmaya çalışılan, Afrikalıların, kendi güçleriyle, kendi tercihlerine uygun şekilde ülkelerini geliştirmeleri, hayatlarını zenginleştirmeleriydi. “Başı dik” olma, ekonomik veya diplomatik başarılardan çok önce gelen bir hedef, bir rüyaydı.
Aradan yıllar geçtikten sonra Sankara'nın ardından söylenen sözler arasında aklımda en çok yer eden, işte, “Afrikalı kötümserliği”yle ilgili olandı. Sankara'nın ortaya çıkışıyla büyük darbe alan “Afrikalı kötümserliği”, öldürülüşüyle yeniden hayat bulmuştu. Bu kötümserlik, nasılsa bir şeyin değişmeyeceği, buna izin verilmeyeceği önkabulüne dayanan, insanların özgüvenini baştan yok eden bir duygu haliydi. İzin verilmiş alanda yaşama... Kendini değersiz, işlevsiz hissetme...
Afrika'da böyle bir duygu halinin yüzyıllara yayılmış zemini var. Arap Baharı'nın yarattığı havanın ardından Ortadoğu'nun bugün içine düştüğü felaket manzarası, benzer bir karamsarlığın bu bölgede giderek yayılıp kök salmasına yolaçıyor. Zemin zaten sağlamdı, bahar havasının kışa dönmesiyle uğursuz duvarlar iyice yükselmeye başladı.
Güncel felaketlerin insanın elini kolunu bağladığı zamanlarda yapılacak en hayırlı işlerden biri, güncelliğin batağında debelenmeyen, azıcık geniş düşünmemizi sağlayan, ufuk açan birilerine kulak vermek. Benim için, kulak verileceklerden biri, Hamit Bozarslan'dır. İki ay önce İrfan Aktan'ın Med Nûçe TV'de kendisiyle yaptığı söyleşi ne kadar kafa açıcı idiyse, şimdi İMC TV'de Candan Yıldız'a anlattıkları da öylesine önemli, faydalı. Bozarslan'ın söylediklerinin bazılarını aktarmaya çalışacağım. İyimserlik aşılamasa da, bakış açımızı genişletmemize katkıda bulunacaktır.
Öncelikle, Bozarslan'ın 1920'ler-30'larla kurduğu paralelliği zikredeyim (ve bu hep hatırımız da kalsın). O dönemde birçok düşünürün, "Bundan böyle siyaset diye bir şey olabilecek mi?" sorusunu sorduğunu, hattâ “Medeniyet devam edecek mi?” diye endişe duyulduğunu hatırlatıyor tarihçi. Bu sorular bugün de sorulmaya başlandı.
Bir benzerlik, Nazizm'i de tıpkı IŞİD gibi, tam anlamıyla çözüp anlamanın başlangıçta mümkün olmayışı. Nazizm, bütün rasyonel hedeflerine rağmen kendi kendini imha etmesi kaçınılmaz bir hareketti, diyor Bozarslan. IŞİD'i bir muamma kılan da bu oldu, ona göre: hem rasyonalite hem intihar eğilimi. Siyaset bilimci, "intihar dinamikleri"nden sözediyor.
IŞİD'in varlığının nelere yolaçtığını, yaşadığımız dünyayı nasıl değiştirdiğini anlamaya çalışırken, özellikle şu nokta bizi endişelendirmeli: Bu örgütün bilinçli olarak yarattığı ortam, “toplum olarak varolmayı” imkânsızlaştırıyor. Bozarslan'ın dikkat çektiği gibi, yaptığı her eylemle düşmanlarını çoğaltması, çeşitlendirmesi, bir yandan intihar eğilimini beslerken bir yandan bu imkânsızlığı yerleştiriyor.
Üzerlerinde hep “güçlü bir el”in bulunduğu Ortadoğu toplumlarının yaşadığı süreç, “toplum olmak”tan uzaklaşma. Toplumu bir şekilde birarada tutan o güçlü el mafyalaşırsa? Toplumun bir kısmını düşman sayan milise dönüşürse? Bozarslan, Suriye'de 1200 kadar milis grubu olduğunu hatırlatıyor, "1200 milis, 1200 zaman dilimi, 1200 mekân anlamına gelir," diyor.
Toplumların çöküşünün kışkırtıcılarından biri olarak, devletlerin çöküşü de sürüyor. Önemli göstergesi, kurumsuzlaşma. Henüz şiddetin Irak'taki, Suriye'deki kadar çok odaklı, çok yönlü hale gelmediği Türkiye, kurumsuzlaşma süreci için şiddetin öylesinin şart olmadığını gösteren bir başka örnek. Kurumsuzlaşma, giderek, “güçlü el”in mafyalaşması veya milisleşmesi anlamına gelecek, devletin çöküşü üzerinden toplumun çöküşü ve dağılışını teşvik edecek. Eğer önlenmezse.
Tehlike, başka bir yönden bakınca da gözüküyor. “İç ihtilafları” olmayan bir toplumun demokratik bir hayat sürmesi mümkün değil, Bozarslan'ın da belirttiği üzre. Ortadoğu'da “güçlü el” olmaya kalkan herkes, iç ihtilafları ortadan kaldırma peşinde. İşin vahimi, Batı da “güvenlik toplumu”na doğru ilerleyerek, iç ihtilafları yok etme ve demokratik toplum hayatını imkânsızlaştırma eğilimini evrenselleştiriyor.
Bu gidişat içerisinde, zaten hiçbir zaman tam anlamıyla toplum olmayan Türkiye'yi nasıl bir yakın gelecek bekliyor? İhanet, düşman, istiklâl savaşı, millî mücadele kavramlarının yeniden kullanılması, toplum olma yönünde değil, çoğulluğu yok etme yönündeki tercihleri ortaya koyuyor.
Devletlerin çözüldüğü, toplumların dağıldığı bir ortamda, Irak ve Suriye'deki koşullar, Kürtlere, tam aksine, toplum olmayı ve oluşturmayı dayatıyor. Başkalarıyla birlikte bir toplum hayatı meydana getirebilmeli, bir siyasî yapı kurabilmeliler. Şahsen, tarihî zorunluluğun HDP çizgisi ve “Türkiyelileşme” önerisiyle uyumlu olduğunu düşünüyorum.
Ancak bu yönde ilerlenebilmesi, “Türk toplumu”ndan karşılık gelmesine de bağlı. Türk-Sünnî nüfus arasında, “muhafazakâr olmayan, geniş anlamda demokratik” bir hareketi besleyebilecek kesimin güçsüz oluşuna dikkat çeken Bozarslan şöyle diyor:
“Bu tabanın genişletilmesi Türk ve Sünnî tabandan gelen, sağ cenahta yeralan, ama demokratikleşmeyi kabul eden bir alternatifin oluşmasıyla mümkün olabilir. Bu da çok zor bir alternatif, çünkü inancın inançsızlığa oranla yüksek olmadığını, üstün olmadığını, İslâm'ın diğer dinlere oranla üstün olmadığını, Sünnîliğin diğer mezheplere oranla üstün olmadığını, Türklüğün diğer milletlere oranla üstün olmadığını, erkekliğin kadınlara oranla üstün olmadığını kabul etmeyi gerektirecek. Böyle bir beklenti var mı yok mu Türk-Sünnî katman arasında... bilmiyorum.”