25 Mart 2016 Cuma

Ürdün Kralı Ankara'yı suçluyor

Ürdün Kralı Abdullah, Türkiye’yi Avrupa’ya “terörist ihraç etmekle” suçlamış. Ocak ayında ABD’li bir grup siyasetçiyle buluşan kral, ne halihazırdaki mülteci krizinin ne de bu mülteciler arasında teröristlerin bulunmasının “kazara olmadığını” ileri sürmüş. ABD Senato’sunun birkaç komitesinin başkan ve üyeleri ile Senato çoğunluk ve azınlık liderlerine hitaben şöyle demiş Abdullah: “Teröristlerin Avrupa’ya gitmesi, Türkiye’nin politikasının parçası.”

Ürdün Kralı, anlaşıldığı kadarıyla bu görüşmede büyük ölçüde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı suçlamış, Erdoğan için, “bölgede bir radikal İslâmî çözüme inanıyor” demiş. Ancak Kral Abdullah suçlamalarını bölge ile de sınırlı tutmamış, Türkiye’nin Libya ve Somali’de de İslâmcı militanları desteklediğini ileri sürmüş. Bununla da kalmamış, Amerikalı politikacılara, Kosova ve Arnavutluk devlet başkanlarına Türkiye’nin oralardaki faaliyetlerini sormalarını önermiş.

24 Mart 2016 Perşembe

İD: ABD-Türkiye destekli saldırıyı püskürttük

Türkiye'nin Suriye'deki savaşa nasıl "damardan" katılmış ve karışmış olduğunun en yeni kanıtı, "İslâm Devleti" örgütünün ajansı Amak'ın verdiği bir haber. İD, dün sabah Suriyeli silahlı muhalif grupların Halep'in kuzeyindeki saldırısını püskürttüğünü ileri sürdü.

İD'in iddiasına göre, 23 Mart Çarşamba sabah saatlerinde, Amerikan uçakları Tel Battal köyünü, Türkiye içinden ateş eden Türk tankları da el-Azatiye köyünü vurdu. Ve ardından, Türkiye topraklarından gelen muhalif silahlı gruplar bu köylere ve el-Ahmediye köyüne girdi.

Ancak el-Azatiye'de bombalı araçlı bir İD intihar bombacısı, silahlı muhaliflerin köyü almasını önledi ve grup tekrar Türkiye topraklarına kaçtı.

ABD uçakları, Suriyeli muhaliflerin hava desteğiyle iki koldan ilerleyebilmesi için Sevren'in kuzeyindeki et-Tevkeli köyünü de vurdu, ancak İD'in direnişi, muhaliflerin köyleri ele geçirmesine izin vermedi.

Bütün bunları İD'in ağzından aktardım. Olay şöyle değil de böyle gelişmiş olabilir. Fazla önemi yok. Aşağı yukarı ne olduğu belli. Kesin olan şu: Türkiye, tankıyla topuyla, muhalifleri orasından sokup burasından saldığı topraklarıyla, Suriye'deki savaşın ortayerinde.

23 Mart 2016 Çarşamba

İşletme zorda, Türkçe karakter bile alamamışlar

Radikal'in kapandığını ve işsiz kaldığımızı Twitter'dan, yani ortalıktan öğrenip gazeteden doğruladıktan bir süre sonra evden çıktım. Döndüğümde mail kutumda Türkçe karakterlerin yerinde soru işaretleri bulunan bir mail buldum. Mail, Y?netim Kurulu Ba?kan? Vuslat Do?an Sabanc? ile ?cra Kurulu Ba?kan? ?a?lar G???? imzalarını taşıyordu ve "Radikal'in ekonomik olarak s?rd?r?lebilirli?inin dijital alanda da m?mk?n olmad???n?", dolayısıyla "bu tablo kar??s?nda" Doğan Grubu'nun gazetenin "yay?n?na son verme karar?n? alm??" olduğunu bildiriyordu. Grubun değerli yöneticilerine, sonunda bunu bizlere de haber verme zahmetine girdikleri için te????????'lerimi sunarım. Kimbilir şu anda kaç kişinin hayatını kararttılar. Kapitalizm kısa sürede yok olmayacağına göre, Allah hiçbirini başkalarının yanında çalışmaya muhtaç etmesin, diyelim. Amin.

Maili buraya koyuyorum ki, siz de eğlenin. Bu ülkede bir gazete yazarının gazetesinin kapandığını -akşam 08.26'da- haber aldığı, Vietnamca ve Myanmar dillerinde rahatça yazışılan bir döneme ait Türkçe mektubu görün. Bu mektuba bir süre öylece bakın, tavsiye ediyorum. Bu mektup Türk burjuvazisinin kıratının, ayarının, cibiliyetinin resmidir. (Üstüne tıklayın, büyüsün.)

Ben kendimi aşağılanmış hissettim, geçer. İşsiz kalmış Radikal çalışanları da eminim bir yolunu bulup hayatlarını sürdüreceklerdir. Türk burjuvazisi ise, tıpkı bugün bizi yönetenler gibi, utanması gerektiğinin bile farkında olmadan yaşayıp gidecek. Karşıdan bakana onun adına utanmak düşecek. Bu mektup Türk burjuvazisinin resmi.

22 Mart 2016 Salı

Sur'un "yasaksız" tarafı

Haber Nöbeti için 6. ekip olarak Diyarbakır'da bulunduğumuz bir haftalık dönem, Sur'daki çatışmaların son günlerine denk geldi. Sur'un "yasaksız" kısmında önce İMC televizyonundan arkadaşlarla dolaştık. Tam biz iki GBT taraması ve bir kimlik karşılaştırma işleminden sonra oraya girmişken operasyonun bittiği ilan edildi. Esnaf erkenden dükkânını kapatıyordu, bazılarıyla azıcık sohbet edebildik, o kadar.

Birkaç gün sonra, Sur deyince, Amed-Diyarbakır deyince akla ilk gelen isimlerden biriyle, yazar Şeyhmus Diken'le, yine "yasaksız" kısımda dolaştık. Kırk kişiyle selamlaşıldı, elli kişiden "hele gelin çay için" daveti alındı. Bunlardan bir kısmının dükkânı, evi -ya da kilisesi; çünkü bunlardan biri Keldanî kilisesinin yönetim kurulu başkanıydı- çatışma bölgesinde bulunuyordu, yerinde durup durmadığı, yıkılıp yıkılmadığı belli değildi. Şeyhmus ile birlikte önce artık oraların en eskisi sayılan saatçi Celal Usta'ya uğradık, kopmak üzere olan saat kayışımı tamir ettirdik. Böylece sırf işleviyle tanımlı, gayet manasız bir gündelik nesnenin ne yazık ki bolca acıya bulanmış bolca hatıra ile yüklenişine sebep olduk.

Sur (non-restricted area)

Sonra tarihi sırtında taşıyan adamlardan biriyle, Ali Haydar Canlı ile tanıştım. Peynirci dükkânındaydık. Ve Ali Haydar Bey Şeyhmus'a gösterdiği eski fotoğraflar eşliğinde, Medine Valisi Cemil Paşa'nın buraya dönerken yanında getirdiği hizmetlilerinden Nakip Bey'den, Cemil Paşazade Nejat Cemil Bey'in belediye başkanlığı döneminden sözediyordu. Kendisi de aynı dönemde encümen üyesiydi. Suça bulaşmış çocukları alıp sinemada yer göstericilik -Ali Haydar Bey "teşrifatçılık" dedi- falan yaptırarak bir şekilde kurtarmaya çalışan belediye başkanının bu yüzden eleştirildiğini hatırlatıp, eleştirenleri ayıplıyordu Ali Haydar Bey. Şeyhmus, "Benim İsyan Sürgünleri kitabımda var o..." derken, sesler söndü. İlk geldiğim Cumartesi günü birkaç saat boyunca dinlediğim tank, top, makineli ve keskin nişancı tüfeği sesleri aldı yerlerini. Şeyhmus ile Ali Haydar Bey'in fotoğraflarını çekmeye koyuldum ki, bildiğimi yapayım, kötülerin âlemine kaymayayım, iyilerinkinde kalabileyim.

Sur (non-restricted area)

Şeyhmus'la Hasanpaşa Hanı'na uğradık. Yeni açılmıştı. Çatışmalar başlamadan önce kahvaltı fiyatları aşağı yukarı Beyoğlu kafeleriyle eşitlenen bu han, artık sıradan Diyarbakırlı'nın her dakika oturup kalktığı bir yer olmaktan çıkmıştı. Şimdi eski süsüne ve lüksüne kavuşmak için çok çabalaması gerekecekti. Son bastırma ve imha harekâtı sırasında polis ve jandarma özel harekâtçıları, âdetâ şehvetle duvarlara yazılar yazdılar. Hasanpaşa Hanı'nın girişine de, "Dur! Kolay olmayacak!" der gibi, bir "Rabia" amblemi yerleştirilmişti. Üstelik hazır şablonla! Bir devletin değil bir partinin yapabileceği iş.

Sur (non-restricted area)

Hasanpaşa Hanı'nda en çok ilgimi çeken köşeler, her dönemde, halı-kilim-yastık üzerine işlenmiş portreler satan dükkânlar olmuştur. Şu anda bu portreler koleksiyonunun ulaştığı boyut gerçekten şaşırtıcı olmanın falan çok ötesinde artık: Şeyh Said ile Celal Talabani'nin arasında Musa Anter, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya, Mahsum Korkmaz ile Mesud Barzani'nin arasında Yılmaz Güney, sonra Kemal Pir, Ahmed Arif ile Hz. Ali birbirlerine bakıyor, Selahattin Demirtaş, Said Nursi'nin yanında. Che Guevara, Bese Hozat ve Ahmet Kaya'nın bulunduğu sırayı şimdilik geçiyorum.

Sur (non-restricted area)

Mahir ile İbo'yu konuk sayarsak, bir tür Kürt tarihi. Acaba? En azından bu haliyle tamam sayılır mı? Çünkü "Hafız Akdemir Sokağı"nı ve başındaki tabelayı eklemeden Kürt tarihi nasıl yazılabilir? Özgür Gündem muhabiri Hafız Akdemir, gazetenin kapısına "Kaleminiz kırılacak, sıra sizde. Hizbul-kontra" diye bir not bırakıldıktan kısa süre sonra o sokakta öldürülmüştü. 27 yaşındaydı.

Hafız Akdemir Street

Sur sokaklarındaki durgunluk, huzurlu bir yavaşlık, sessizlik değildi. Sükûnet gerilim yüklüydü. Öfkenin ağzını burnunu tıkamışsın, bodruma kilitlemişsin gibiydi. Bodrum, Cizre'deki bodrumlar... Sur'da "operasyon bitti" haberi, yürek çarpıntısını almış yerine altına sokmuş, boğmuş, gaipten gelen uğursuz bir büyük sese dönüştürmüştü. İnsanlar bekliyordu. Beklediklerini görmek istiyorlar mıydı? Ne göreceklerini bilmiyorlardı. Yasak kalktığında Sur'un "yasaklı" mahalleleri yerinde duruyor olacak mıydı? Kaç cenaze çıkacaktı oradan? Kaçının parçaları, molozlarla birlikte götürülüp hafriyat alanlarına dökülmüştü? Sorular basitti, can yakıcıydı, maneviyatı tahrip eden cinstendi, bu yüzden herkes içinden soruyordu, sessizlik bu yüzdendi. Öfke, yüzü serinletmeyen, çocukların saçlarını uçuşturmayan, saklı ve hain bir esinti gibi dolanıyordu sokakları. Çocuklar koşturuyor, oynuyor, düşüyor kalkıyorlardı; ama çocukların bunları yaptığı yerlerin onca uzaktan duyulan mâlûm sesleri duyulmuyordu.

Sur (non-restricted area)

Gecesine Amed'den ayrılacağım Pazar günü sabahı, Sur'da bazı yasaklı sokaklar açıldı. Haber Nöbeti ekibinde birlikte çalıştığım Reyan Tuvi ile soluğu orada aldık. O günden de anlatacaklarım ve bazı fotoğraflar var. Bunu ayrı bir yazıda yapacağım. Bu Sur gezisine ait fotoğrafları büyük görmek isterseniz, buraya tıklayabilirsiniz, her fotoğrafa da tıklayıp birlikte yeraldıkları albüm sayfasına ulaşabilirsiniz (keşke öyle yapsanız, çünkü bu boyutta pek çok ayrıntı kaybolup gidiyor).

Sizinkiler yapmış, aman saklayın!

Radikal, 22.03.2016

İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki intihar bombacısı eylemiyle beş kişiyi öldürüp yaklaşık otuz kişiyi yaralayan “İslâm Devleti” örgütü (IŞİD-DAİŞ-DAEŞ) ile TC arasında kaçınılmaz kavga nihayet başlıyor mu? Bu sorunun çok kişiye tuhaf göründüğünü biliyorum. Çünkü şimdiye kadarki bariz işbirliği örneklerinden hareketle, İD’i AKP ile özdeş tutma eğilimi yaygın. Özellikle uğursuz ittifakın somut hedefi olan Kürtler, bu “seviyeli beraberlik” sonsuza kadar sürecekmiş gibi düşünüyorlar.

İktidarın yüzsüz-terbiyesiz propaganda aygıtı, âdetâ bu izlenimi pekiştirmek için çabalıyor. Aygıtın elemanları, insan sağlığına zararlı seviyeye ulaşmış dalkavukluğu her gün bir derece daha artırma zorlaması sonucu şuurlarını hepten yitirmiş, ettikleri lafın nereye varacağını, yarın başlara ne dertler açacağını fark etmiyor olabilirler. Belki de Ankara’nın esas donatıp silahlandırdığı, neredeyse yönettiği, belki içlerine elemanlar sokup sahada da yönlendirdiği örgütlerin başkaları olduğunu bildiklerinden, İD’e sahip çıkar konuma düşmekte önemli sakınca görmüyorlar. Silahları Sultan Murad Tugayı’na filan yolladığımızı kolayca kanıtlar, İD ile işbirliği davasından yırtarız, diye mi düşünüyorlar? Olabilir. Bunların neyi niye yaptığını bilemiyoruz. Yüz binlerce insanın doldurduğu koca Diyarbakır Newroz alanının fotoğraflarının yeryüzünü dolaşmasına dakikalar kala, alanın henüz boşkenki fotoğrafını yaymaktan insan nasıl medet umabilir, anlayamadığımız gibi. Facebook’u ve bütün okurlarını kandırmaya kalkışıp, foyası ortaya çıktığında “beni sansürlediler” diye ağlaşan Yeni Şafak’çıların nasıl zerre kadar utanmadığını anlayamadığımız gibi.

İD ile samimi pozlarda yakalanmaktan propaganda aygıtındaki vazifelilerin korkmayışını şuursuzluk ve ar damarı çatlamışlıkla izah ettik diyelim; Türkiye Cumhuriyeti’nin en üst düzeydeki yetkililerinin tutumları hakkında neyi nasıl düşüneceğiz?

20 Mart 2016 Pazar

“Bir daha yapmazlar” duygusunun sonu

Radikal., 17 Mart 2016

“Haber Nöbeti” için gittiğimiz Diyarbakır ve Cizre’den derlediklerimizi aktaracağımı vaat etmiştim. Aktarmayı istediğim kritik ayrıntıların pek çoğunu, beraber dolaştığımız gazeteci arkadaşlarımızdan Ali Akel yazdı, yazısını Medyascope’tan okuyabilirsiniz. Yine aynı ekipteki meslektaşlarımızdan Eyüp Tatlıpınar izlenimlerini T24’te toparladı, oradan da eksikleri tamamlayabilirsiniz. Ve bir günlüğüne bize katılan Cengiz Çandar’ın aktardıklarını Radikal’den okuyabilirsiniz. Onları okuyacağınıza güvenerek, ben birkaç şey ekleyecek, bazı noktaları vurgulayacağım.

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne yaptığımız ziyarette Eşbaşkan Fırat Anlı, Kürtlerin “haklarını demokratik yollardan mücadele ederek kazanabileceğine dair umudun” artık “pek naif” bulunduğunu söylemişti. Cizre’de, hâlâ yaşananların etkisindeki HDP milletvekili Faysal Sarıyıldız da özellikle gençlere barıştan, kardeşlikten sözettiğinde aldığı tepkilere işaret etmişti.

Derdi ne pahasına olursa olsun iktidar korumak veya elde ettiği imtiyazları savunmak olmayan, sahiden memleketin hayrını düşünen yetkili birileri kaldıysa, sanırım en çok dikkate almaları gereken olgu bu. Son vahşetin çoğunlukça inanılan, paylaşılan bir barış ve çözüm umudunun peşinden gelişi, -Anlı’nın kelimeleriyle- “bir daha yapmazlar duygusu”nun temelli terk edilişine yolaçmış.

18 Mart 2016 Cuma

Cizre fotoğrafları

"Haber Nöbeti"nin altıncı ekibi olarak Diyarbakır'dayken, günlük bir Cizre yolculuğu yapabildik. Oradaki gazeteci arkadaşlarımızla tanıştık, yıkıntılar arasında birlikte dolaştık, insanlarla konuştuk ve fotoğraf çektik. Olabildiğince, gördüklerimizi aktarma amacına yönelik fotoğraflar çekmeye çalıştım. Nihayet seçip hazırlayabildim, yayımlıyorum.


Cizre fotoğraflarım topluca şurada: Cizre Albümü. Yukarıda gördüğünüz, yaşananlar ve manzara hakkında fikir verecektir. Orada korkunç koşullarda işini yapmaya çalışan meslektaşlarımıza bu vesileyle bir defa daha iyi dileklerimi ve dayanışma duygularımı yolluyorum.

17 Mart 2016 Perşembe

Binlerce yıllık valilik, Almanya'ya gücendi

Almanya, Ankara ve İstanbul'daki resmî temsilcilikleri ile bazı kuruluşlarını "terör saldırısı" ihbarı üzerine kapattı. İstanbul Valiliği de, "canım bir şey yok, şeyden nem kapıyorlar" türü bir açıklama yaptı. Münasip bir karşılaştırma fırsatı.

Almanya dışişleri bakanlığından yetkililer basın kuruluşlarını aradı, bakanın kırk dakika içinde "acil koduyla" basın toplantısı düzenleyeceğini bildirdi, Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier gelip gazetecilerin karşısına geçti ve, "Türkiye'deki Alman temsilciliklerine karşı terör saldırısı hazırlığı içinde bulunulduğuna dair çok somut ve ciddiye alınması gereken bazı belirtiler tesbit ettik," dedi. "Ankara'daki Büyükelçilik, İstanbul'daki Başkonsolosluk ve iki şehirdeki Alman okullarının kapatılması kararını verdim. Bu gerekli bir önlemdi. Çünkü Alman vatandaşlarının ve çalışanların korunması öncelik taşıyor. Bu aynı zamanda bir ön tedbir, zaman kazanarak, önlemlerin artırılmasını sağlamak için."

Bakan, "temsilciliğinizin bulunduğu ülkenin devletine, güvenlik kuvvetlerine güvenmiyor musunuz?" yollu bir soruyla karşılaşmamak ve böyle bir durumda gereken diplomatik nezaketi göstermek için, "Türk polisine önlemlerden dolayı çok teşekkür borçluyuz,” sözünü açıklamasına eklemeyi ihmal etmedi.

[ EK / Bugün akşamüstü Der Spiegel dergisi, eldeki bilgiye, tehdidin "büyük ihtimalle Türkiye'de faaliyet gösteren radikal İslâmcı bir gruptan kaynaklandığı" iddiasını ekledi. ]

Diplomatik icaplara uyma faslı hernekadar bu şekilde görünürde yerine getirildiyse de, Almanya'nın tedbirinin başlıbaşına bir güvensizlik ifadesi ve ilanı niteliği taşıdığı ortada.

Dolayısıyla İstanbul Valiliği'nin alınmış gücenmiş tonda karşılık vermesi normal karşılanabilir. Lâkin, Türkiye'de iç sahada oynarken bize kendini Barcelona gibi sunan devletin hemen bütün dış saha maçlarında bir üçüncü amatör lig takımı konumuna yerleşivermesi gerçeği burada da karşımıza çıktı.

Vizesiz Avrupa masalı - Kötü kalpli cin belirir

Avrupa Birliği ile işler zora giriyor. Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk’ın ekibi tarafından hazırlanan anlaşma taslağı Cuma sabahı kahvaltıda Başbakan Ahmet Davutoğlu ile görüşülecek. Taslakta Türkiye’nin taleplerini karşılamaya yönelik herhangi bir adım atılacağına dair işaret yok.

Ankara, Türkiye’nin AB üyeliği görüşmelerinin hızlandırılmasını, daha çok faslın daha çabuk açılmasını istemişti; AB buna “yakında açarız” cevabı veriyor, tarih belirtmiyor. Hattâ eldeki taslak, “Türkiye ile AB, bir an önce yeni fasılların açılması kararı için hazırlık yapacak” yollu belirsiz erteleme ifadeleri barındırıyor.

16 Mart 2016 Çarşamba

Başkanlık gelirse savaşla gelecek

Radikal, 15 Mart 2016

“Haber Nöbeti” girişimi için, bu girişimin altıncı ekibiyle birlikte Diyarbakır’daydım. Ekipten biraz erken gittim, rastladığım, fırsat yaratabildiğim herkesle konuşmaya çabaladım. Ekip olarak da bir dizi ziyaret yaptık, hem siyasetçilere hem dernek-sendika yöneticilerine hem meslektaşlarımıza birçok soru sorduk, cevaplar aldık, alamadık, kimi zaman tartıştık. Kürt illerinde binbir zorlukla, bazen can pahasına gazetecilik yapmaya çalışan meslektaşlarımıza ne hayrımız dokundu, bunu biz kestiremeyiz, ama gezinin bize büyük yararı oldu. Çok şey öğrendik. Bir yan-ürün olarak da, mesleğimizin icaplarını yeniden hatırladık, mesleğimizle küskünlüğümüz dargınlığımız azıcık azaldı. Gazeteciliğin aslında ne kadar hayatî bir işlevle yüklü olduğunu yeniden düşündük.

Olan bitene kafa yoran bölge insanlarının düşünce ve öngörülerini ayrıntılı olarak paylaşmanın, sizi kendi izlenim ve çıkarsamalarıma mahkûm bırakmaktan daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bunu yapmama fırsat olur, umarım. Zira Pazar günü, sekiz gün boyunca peyderpey yüklenen bin türlü ağırlığın altında ezilmiş halde, güya hiçbir şey düşünmeyip maç seyrederek uçak saati beklerken “Ankara’da patlama” haberiyle sarsıldık.

Dönüp size aktaracaklarım arasında en önemli başlıklardan biri şuydu: Böyle giderse şöyle olacak! Herkes savaşın büyüyeceğinden, derinleşeceğinden, yayılacağından endişeli, diyecektim. Oldu bile. Şimdi devlet muhtemelen Yüksekova, Şırnak ve Nusaybin’de yine korkunç işler yapacak, artık yine Ankara’da mı neredeyse buna daha büyük karşılık gelecek - korkarım.

Otuz kere kapatırsan olur!?

Radikal, 10 Mart 2016

Yüksek binaların üst kat pencerelerinden hayat hep daha kolay görünür. Minik minik yaratıklar kayar gibi yürürler, araçlar sessizce ilerler, kimsenin önünde herhangi bir engel yok gibidir; her şey doğal akışı içindedir sanki. Bağlar’ın Bayramoğlu semtinde, herkesin adres tarifinin bir yerine mutlaka oturttuğu alışveriş merkezinin yan sokağında, on birinci katın penceresinden bakınca, Diyarbakır’ın tek sorunu çok katlı çirkin binalarmış gibi görünüyor. Sur buraya uzak. Ses çıkarmasa bile duyuyor, duman salmasa bile görüyorsunuz. İçinizde.

Lise bahçesinde iki basket, bir voleybol sahası var. Şaşırtıcı, ama basket sahalarının potaları yerinde, voleybol sahasının filesi sağlam. İlk bakışımdan bu yana bir-iki saat geçti, çocuklar maçı bırakmadı. Belki yerlerini yenileri aldı. Lise bahçesinde çocuklar. Çıkışta azıcık haytalık edip evlerine dönecekler. Anababaları? Kardeşleri? Onlar nerede? Hep birlikteler mi? Kaç ana hapiste, kaç baba toprağın altında? Ya ağabeyler, ablalar?

Okul bahçesinin çevresi rengârenk. Büyüklerin ellerinden tutmuş, okula geiyorlar. Doldurmuşlar kaldırımı boydan boya, rengârenk akıyorlar. Lisenin arkasına dolanıyorlar. Minik minikler, kıpır kıpırlar; büyükler bir adım atarken onlar ileri iki geri üç adım atıp, yerlerinde zıplayabiliyor, dönebiliyor, hiçbir şey olmamış gibi sakin sakin yürümeye devam edebiliyorlar. Çocuklar oynar zıplar. Çocuklar karanlık bodrumlarda aç susuz ateş altında kalmaz. Çocuklar analarından koparılıp Çocuk Esirgeme yurtlarına verilmez. Ülkelere, toplumlara böyle bakılır: çocuklarına ne yapıyorlar, ona bakılır. Nerede bu çocukların ağabeyleri ablaları? Neredeyseler neden oradalar?

Niye’ler, keşke’ler, Haber Nöbeti

Radikal, 08 Mart 2016

Hepimizin hayatını Engizisyon zindanına, Kürtlerinkini cehenneme çeviren şu korkunç ortama dair temel birkaç soruyu döne döne sormaya çabalıyorum. Başka insanların da sorduğunu biliyorum. Çünkü karşılaşınca birbirimize soruyoruz.

Bizim yerimize, uçuruma gidişi önlemek için birşeyler yapabilecek birileri -meselâ ülke seçmeninin dörtte birinin oyunu alan CHP’nin yöneticileri, meselâ devlet, hattâ belki AKP içinde halen kafayı yememiş birileri- bu soruları sorsa acaba durum hiç mi değişmez?

Sorulacakların başında, basitliği ve ilkelliğiyle korkutucu şu soru geliyor: Amaç nedir? Cenazeleri sürüklemek, günlerce -hattâ artık haftalarca- sokak ortalarında bırakmak, insanları yakmak, kömür etmek, kimliği tesbit edilemeyen ölüler diyarı yaratmak, evleri yakmak, hayatları yıkmakla ulaşılacak hedef nedir? Yarın ne olacak? Kürtler Kürt olmaktan vaz mı geçecek? HDP milletvekillerini Meclis’ten atmaya kalkmak nasıl bir çılgınlıktır? Yarın ne olacak? Kiminle konuşulacak, görüşülecek? Kimseyle mi konuşulmayacak? Kürtlere küsülecek mi? “Küstüm, öldünüz” mü denecek? Suriye Kürtlerine bu düşmanlık nereye varacak? Tepelerine top mermisi yağdırdıkça Cumhuriyet mi yücelecek? Yarın ne olacak?

Korkuyu Beklerken

Radikal, 03 Mart 2016

Oğuz Atay’ın muhteşem hikâyesi, hernekadar gizli saklı engin siyasî-toplumsal göndermeler barındırsa da, doğrudan siyasî bir metin sayılmaz. “Korkuyu Beklerken”, burada özetlenebilecek cinsten bir hikâye değil, bu yüzden buna kalkışmayacağım bile. Konu etme sebebim, esas olarak adı. Memleketin gidişatına bakmaktan geri duramayan, gözlerini nereye çıkacağı belirsiz o uğursuz yoldan alamayan herkesin hayatını tarif ediyor.

Bugün bizim baktığımız yol, dumana boğulmuş, sonu gözükmüyor ama belli ki çıkmaz; veya bir uçurum kenarında son buluyor. İki yanında yanmış yıkılmış evler ve hayatlar ile dağıtılmış mezarlar sıra sıra.

Faşizmden, bizzat baskıyla karşılaşacak olmaktan duyulan bir korku değil, beklediğimiz. Göz göre göre, halklarıyla, kurumlarıyla, kültürüyle, geleceğiyle koca bir toplumun mahva sürüklenişine katılıyoruz. Ve bu arada korkunç vahşet sahnelerine tanık oluyoruz. Tabiî eğer bizzat bunların mağduru, kurbanı değilsek. Bu korku başka bir korku. İnsan olanın iliklerinde hissetmesi gereken bir korku.

Şu üç soruyla uğraşsak?

Radikal, 01 MART 2016

Millî eğitim sistemimiz ve toplumsal-ailevî yetiştirme-şekillendirme (yoğurma) mekanizmamız, büyük çoğunluğumuzu yalnız ırkçı yapmakla kalmadı. Akıl-mantık bakımından bizi büyük zaafiyet içerisinde bıraktı. Soykırımla yüzleşmeme ve etnik temizliğe devam etme tutumunun örtüsü ve dayanağı olan inkârcılık, damarlarımıza bir cins doğuştan şirretlik şırınga etti.

Hem bütün olarak, toplum olarak hepimize hem nümune seçilip ortalama insanımıza bakıldığında kolayca tesbit edilebileceği üzre, herhangi bir meseleyi mâkûl zeminde ele alma imkân ve kabiliyetinden yoksunuz, bir çeşit eksikliyiz, hastayız.

Bu kötü gerçek, hayata, dünyaya bakarken bize âdetâ kılavuzluk eden köklü ve yaygın önyargılarımızla birleşince pek feci hallere yolaçıyor. Büyük suçlar işlerken doğru ve haklı olduğunu sanmak gibi bir çelişkinin bile çok ötesinde yaşıyoruz biz. Doğru ve haklı olmayı gereksiz, geçersiz kılmış durumdayız. Yaptığımız ahlâkî midir, insanî midir, yoksa insan olan için kabul edilemez midir, hattâ kendi iddialarımıza, inandığımızı, bağlandığımızı, onlara göre yaşadığımızı iddia ettiğimiz ilâhî veya dünyevî ilkelere uygun mudur, başkalarına ve kendimize yalan mı söylemekteyiz… sorularımız bunlar değil. (Dindar olmayanlarımız için bundan büyük zavallılık, dindar olduğunu ileri sürenler için bundan büyük zül var mıdır?)

Şunlar bizim sorularımız: Elimizde ne kadar güç var, karşımızdakinde ne kadar var?

15 Mart 2016 Salı

O esnada uzak bir yerde...

Pazar günü, Borussia Dortmund-Mainz 05 maçında taraftarlar bize çook uzak bir manzara yarattılar. Tuhaf ama, stadda iki seyirci birden kalp krizi geçirdi. Biri hastaneye kaldırıldı, durumu iyi, öbürü, bütün uğraşlara rağmen kurtarılamadı. Haberin tribünlerde dolaşması hızlı oldu. İşte bundan sonra, bugünün kan-revan zorbalık dünyasında hiç yeri olmayan şeyler yaşandı.

Bir seyircinin kalp krizinden öldüğünü haber alır almaz, Dortmund taraftarları hemen pankartlarını, bayraklarını topladılar, tezahüratı kestiler. Rakip taraftarlar da aynı şeyleri yaptı. 88. dakikaya kadar. O dakikada Dortmund taraftarları, Liverpool'un artık bütün futbolseverlere mal olmuş şarkısı "You'll never walk alone"u (Asla yalnız yürümeyeceksin) söylemeye başladılar.

Maç bitti, hiçbir şeyden haberi olmayan ve staddaki sessizliğe ne mana veremeyeceğini bilmeyen takıma vaziyet anlatıldı, Dortmund on biri de tribün önüne geldi, şarkıya katıldı.

Borussia Dortmundlu futbolcu Marco Reuss maçtan sonra, "Başta hiçbir şey anlamadık, sadece staddaki sessizliğe şaşırdık," dedi. Futbolcular maç içinde hakem Deniz Aytekin'e sormuşlar, o da cevap verememiş. Reuss, maçtan sonra antrenörün gelip kendilerine bilgi verdiğini söyledi, "Böyle bir durumda," dedi, "tabiî ki maç arka planda kalmalı. Seyircilerin gösterdiği tepkiye saygı duyuyorum."

Maçtan sonra Nuri Şahin de konuştu, "Futboldan daha önemli şeyler var," dedi. Bugün gördük işte. Böyle bir durumda futbol çok çabuk önemsizleşiyor."

Almanya Futbol Federasyonu maçtan sonra taraftarlara takdirlerini bildirdi, özellikle konuk takımın taraftarına teşekkürlerini iletti.

Halbuki ölen Dordmundlu'ysa Mainz'lılar yuhalayabilirdi diye düşünüyorum; millî değerlerim icabı.

(Olaydan beni arkadaşım Ümit Güney haberdar etti, Kicker'deki haberi de çevirdi; teşekkürler.)

12 Mart 2016 Cumartesi

Cizre izlenimleri - Üç kısa belgesel

Cizre'deki, bu ülkenin zulüm tarihini bilen veya bizzat yaşamış olanların dahi aklının hafsalasının kolay kolay alabileceği bir durum değil. Onda birini görsek hissedeceklerimizin adı sanı var, bildiğimiz şeyler; ama bu kadarını tarife, tasvire tecrübe dağarcığımız yetmiyor.

Cizre'de nasıl bir şey yaşandığını bize anlatan, çok iyi yapılmış üç kısa-belgesel var. İlk ikisi Fatih Pınar'ın, üçüncüsü Kazım Kızıl'ın. Bu filmler, zorlu koşullarda, tasarım ve güzelleştirme için bol zaman yokken yapılmış olmalarına rağmen çok başarılı ürünler. Dünyada giderek yayılan kısa-belgesel türünün bu güzel örnekleri için Pınar ile Kızıl'a teşekkürler.

Kısa-belgesel, "haber filmi"nden veya televizyonların belgesel dediği şeyden farklı, daha derin, daha kapsamlı, estetiği, simgeselliği bulunan, "belgesel sinema" alanına ait bir tür.

Bu filmleri mutlaka izlemenizi öneririm. Öncelikle, Cizre'de olan biteni sahiden kavramaya yaklaşmanız için. Eğer belgesel sinema veya gazetecilik alanlarında iş yapıyorsanız da de izlenim derleme-aktarma işinin sınırları genişlettiklerinden, derinliğini artırdıklarından, ufkunuzu açacaklardır.

Fatih Pınar'ın "Birinci Bodrum / Cizre. 2 Mart 2016"sı şurada, yine Pınar'ın "14 Aralık 2015 günü ilan edilen sokağa çıkma yasağının ardından Cizre"si şurada. Kazım Kızıl'ın "Cizreliler: Biz yine güzeliz, hep de güzel kalacağız!”ı şurada.

10 Mart Perşembe günü ben de Cizre'deydim. İzlenimlerimi kısa süre sonra yayımlayacağım.

9 Mart 2016 Çarşamba

Suriye'de ateşkes, silahsızları ortaya çıkardı

Suriye’de ilginç şeyler oluyor. ABD ile Rusya’nın anlaşması üzerine yürürlüğe giren ateşkes, beklenmedik gelişmelere yolaçtı.

Silahlı muhaliflerin denetimindeki şehir ve kasabalarda, cihatçı-şeriatçı olmayan, sivil muhalefet hareketleri yeniden ortaya çıktı. Birçok yerde, kırmızı yerine yeşil şeritli “isyan bayrağı” ile sokaklara çıkan göstericiler, “demokratik Suriye” sloganları attılar.

İdlib’de bu durum, şehrin denetimini elinde bulunduran El-Nusra Cephesi’ni çok rahatsız etti ve Nusra’cılar, göstericilere saldırdı, onları silahla tehdit etti, bazılarını tutukladı. Nusra’cılar, “devrim sürüyor” diye slogan atan göstericilerin bazılarını dövdüler, bayraklarını alıp yırttılar, kameralarını kırdılar.

Belki daha da ilginç olan, tıpkı Nusra gibi Şeriat düzeni kurma peşindeki Ahrar-uş Şam örgütünün bunu kınamasıydı. Ahrar’cılar, Nusra’nın “göstericilere baskı yapmamasını” ve “tutukluları serbest bırakmasını” istediler.

Göstericilerse, sadece Esad’a değil, “kendilerine baskı yapacak herkese” karşı olduklarını açıklayıp, yeni gösteriler hazırlayacaklarını duyurdular.

Suriye muhalefeti büyük ölçüde cihatçı, Şeriatçı örgütlerin hegemonyası altında. Bizzat Özgür Suriye Ordusu içindeki pek çok örgüt de bu nitelikte. Şimdi, ateşkesten cesaret alarak sokaklara dökülen göstericilerin ayrı bir güç odağı oluşturup oluşturamayacağı merak konusu. El-Kaide’nin Suriye şubesi Nusra gibi örgütlerin -bir aşama sonra Ahrar-uş Şam'ın da- bu protestocuları şiddetle bastırması da bir ihtimal. Çünkü bu eylemciler sonuç olarak seçimli, parlamentolu bir rejim istiyorlar ve bu hiçbir cihatçı örgütün kabul etmediği bir hedef.

8 Mart 2016 Salı

Haziran'a vizesiz seyahat - Hı hı, tabiî!..

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Brüksel’deki Türkiye-AB Zirvesi'nin ardından şöyle dedi:

"Vize serbestliğinin en geç Haziran sorunda, Hollanda’nın dönem başkanlığı sırasında uygulanması konusunda mutabakata varmış olmaktan memnuniyet duyuyorum."

Buradan ne anlıyoruz? En geç Haziran sonundan itibaren TC vatandaşları Schengen bölgesinde vizesiz kafalarına göre dolaşacaklar. Çünkü bu konuda "mutabakat"a varılmış. Mutabakat ne demek? Anlaşma olmuş.

Oysa böyle bir şey yok. Başbakanın gerçeklikle ilişkisindeki yırtık her geçen gün büyüyor, kolları dalları çatallanıyor. Vizesiz seyahat ihtimali Ekim ayı için öngörülmüşken dahi, AB siyasetçilerinden bunun "otomatikman" yürürlüğe girecek bir karar olmadığına dair çeşitli uyarılar, açıklamalar gelmişti. Çünkü TC vatandaşlarına vizesiz seyahat, Ankara tarafından pek çok "kritere" uyulmasına, yani bir sürü düzenleme yapılmasına vs. bağlıydı.

4 Mart 2016 Cuma

"Öyle otomatikman vize yok" diyorlar!..

Türkiye'ye gelen AB heyeti başkanı Hansjörg Haber, Türkiye'nin mülteci akınını 1 Haziran'a kadar "çok büyük ölçüde" azaltmak zorunda olduğunu ilan etti. Ankara'nın, AB'ye kabul edilmeyen bütün mültecileri geri almayı taahhüt ettiği anlaşma bu tarihte yürürlüğe girecek. Biliyorsunuzdur, anlaşmaya göre AB, Türkiye'nin Avrupa'da istenmeyen bütün mültecileri alması karşılığında TC vatandaşlarına vize-seyahat kolaylıkları sağlayacak ve Ankara'ya üç milyar Euro verecek.

AB heyeti başkanının basına söylediklerinden anlaşılan, ortadaki "şart"lar, Türkiye'nin Yunanistan'a geçecek mültecileri 1 Haziran'a kadar çok azaltmasından ibaret değil. AB, vereceği paranın nasıl harcanacağına da bakacak. Üç milyar Euro'nun, genel insanî yardım, okullar ve barınaklar için harcanması gerekiyor. Verilen paranın sahiden mülteciler için harcanacağından haliyle herkes şüpheli. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın, "4 ay oldu, hâlâ verecekler, hâlâ verecekler" demesine karşılık, AB heyeti başkanına göre bu tutarın 400 milyonu Türkiye'ye aktarıldı. Ankara herhalde peşin ödeme istiyor.

1 Mart 2016 Salı

Suudi din âlimine Filipinler'de saldırı

Suudi Arabistan’ın popüler din adamlarından Ayed el-Kerni, Filipinler’de silahlı saldırıya uğradı. 45’lik tabancasıyla El-Kerni’yi elinden vuran saldırgan Filipin polisince öldürüldü. Zamboanga şehrinde, Batı Mindanano Devlet Üniversitesi’ndeki konferans sırasında meydana gelen saldırıda El-Kerni’nin iki koruması da yaralandı.

Henüz saldırganın kimliğine, eylemi kimin adına niçin yaptığına dair güvenilir bilgi ortaya çıkmadı, ama saldırının “İslâm Devleti” örgütü adına yapılmış olması büyük ihtimal. Çünkü el-Kerni, örgütün dergisi Dabik’te, öldürülmesi gereken “kâfir imamlar” arasında gösterilmişti. Yani Filipinli saldırgan, “halife”nin buyruğunu yerine getirmeye gönüllü bir İD destekçisi olabilir. Ya da "İD her yerde" haberlerinden bir yenisiyle karşı karşıyayız.

El-Kerni kâfir mi bilemem, lâkin pek makbul bir karaktere benzemiyor. Yani dinî sohbet, vaaz ve soru-cevap işlerinden yolunu bulan hemen bütün öteki tipler gibi biri, anlaşılan. El-Kerni’nin 15-16 kitabı var; ama kaçı sahiden kendisinin, kesin söylenemez. Çünkü bunlardan ikisiyle ilgili olarak “arakçılık” (intihal) suçlamasıyla yüzyüze kaldı. Kendini, “İslâm âlimlerinin intihal geleneğini devam ettirdiğini” öne sürerek savundu! Yine de, kitabının Suudi yetkililerince kara listeye alınmasını önleyemedi. Twitter’da 12 milyon takipçisi bulunan Ayed el-Kerni’nin ABD’ye girmesi yasak.

(Haber için tıklayın. - İntihal meselesi için tıklayın.)