Radikal, 08 Mart 2016
Hepimizin hayatını Engizisyon zindanına, Kürtlerinkini cehenneme çeviren şu korkunç ortama dair temel birkaç soruyu döne döne sormaya çabalıyorum. Başka insanların da sorduğunu biliyorum. Çünkü karşılaşınca birbirimize soruyoruz.
Bizim yerimize, uçuruma gidişi önlemek için birşeyler yapabilecek birileri -meselâ ülke seçmeninin dörtte birinin oyunu alan CHP’nin yöneticileri, meselâ devlet, hattâ belki AKP içinde halen kafayı yememiş birileri- bu soruları sorsa acaba durum hiç mi değişmez?
Sorulacakların başında, basitliği ve ilkelliğiyle korkutucu şu soru geliyor: Amaç nedir? Cenazeleri sürüklemek, günlerce -hattâ artık haftalarca- sokak ortalarında bırakmak, insanları yakmak, kömür etmek, kimliği tesbit edilemeyen ölüler diyarı yaratmak, evleri yakmak, hayatları yıkmakla ulaşılacak hedef nedir? Yarın ne olacak? Kürtler Kürt olmaktan vaz mı geçecek? HDP milletvekillerini Meclis’ten atmaya kalkmak nasıl bir çılgınlıktır? Yarın ne olacak? Kiminle konuşulacak, görüşülecek? Kimseyle mi konuşulmayacak? Kürtlere küsülecek mi? “Küstüm, öldünüz” mü denecek? Suriye Kürtlerine bu düşmanlık nereye varacak? Tepelerine top mermisi yağdırdıkça Cumhuriyet mi yücelecek? Yarın ne olacak?
PYD (Demokratik Birlik Partisi) Eş Başkanı Salih Müslim, Hürriyet’ten Tolga Tanış’ın kendisiyle yaptığı görüşmede (şurada: http://goo.gl/fw7C9G), Ankara’nın hareketlerinin anlaşılmazlığını şöyle dile getiriyor:
“…orada DAEŞ oturuyor. DAEŞ de halen insanları öldürüyor. Sen DAEŞ’in kalmasını mı istiyorsun? Yoksa rejimin girmesini mi istiyorsun? Orada insanlar bizim halkımız. Bizim kurtarmamızı mı istiyorsun? Hangisi? Türkiye o bölgelerden ne istiyor?”
Sahi, ne istiyor? İçgüdüsel nefretle mi saldırıyor? Var mı bilen?
Duymuş, okumuşsunuzdur belki: HDP milletvekillerinin ısrarlı çabaları sonucunda Ekonomi Bakanı Mustafa Elitaş, Ankara’nın Suriye sınırında kendi vatandaşlarının akrabaları yerine “İslâm Devleti” örgütünü tercih ettiğini doğrulamak zorunda kaldı. Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre, Karkamış ve Akçakale sınır kapıları İD’in elindeyken buralardan 2014’te 6 milyon, 2015’te 981 bin dolar, yani iki yılda toplam yaklaşık yedi milyon dolarlık ihracat yapılmış. Tel Ebyad harekâtıyla kapılar YPG’nin eline geçtikten sonra ise ihracat bıçakla kesilir gibi durmuş. İD katillerinin gırtlak kestikleri bıçaklar akla geliyor bunu der demez.
Salih Müslim de soruyor: İD’i mi istiyorsunuz, rejimi mi istiyorsunuz, biz mi olalım, hangimiz?
Cizreliler de soruyor: Evlerimizin içindeki değerli eşyaları kim çaldı? Televizyonlarımızı kim söküp götürdü? Çekmecelerdeki iç çamaşırlarını alıp ortalığa saçmak gibi acayiplikleri kim yaptı? (T24’te Nurcan Baysal’ın “‘Kızlar biz geldik siz yoktunuz’ yazıları” ve “yerlerde sergilenen kadın çamaşırları” üzerine yazısını okuyun ve oradaki fotoğraflara bakın lütfen.)
“Niye yaktılar onca insanı?” türü soruları kenara ayırdım şimdilik. Önce “niye yaktılar”la “onca insanı”yı ayırdım. Sonra “niye”yle “yaktılar”ı. “Niye”yi aldım bir tek.
Burcun önündeki çimenliğe üç-beş kürsü atmış oturan, çay içen adamların kafalarında da bu sorular geziniyor, ama onlar böyle değilmiş gibi davranıyorlar. Sorulacak, şaşılacak, sarsılacak bir şey yokmuş gibi. Salıncakta sallanan çocuklar da öyle. Cep telefonlarını karıştırarak sağa sola çarpa çarpa yürüyen yeni yetme kızlar gülüşüyorlar bile. Duymuyormuş gibi yapıyorlar.
Oysa Diyarbakır’ın ortayerinde, birkaç kilometrekarelik bir alanda patlama ve silah seslerinin duyulmadığı köşe bucak yok. Cumartesi akşamüstüne doğru başlayıp akşama doğru biten, -üstelik görece epey düşük yoğunluklu- çatışma sırasında yakında ve uzakta dolaşıyorduk. Her yaştan her baştan insana baktım da baktım o sesler eşliğinde. Yaşamanın yolunu bulmuş, ne olursa olsun bulacak gibiydiler. Kudret gösterisinin mağdurları…
Düşüncesiz, şımarık sonradan görmeler arabalarına atlamış, önlerine çıkan herkese çarpa çarpa uçuruma doğru yol alıyorlardı, gördüklerim de kurbanlarıydı işte.
Bu ülkenin yakın tarihi başka türlü olsa, haydi böyle oldu, azıcık insanlık dersi çıkarıp akışını başka yöne çevirebilsek, içini başka şeyle doldurabilsek ne kadar farklı, ne kadar zengin bir hayatımız olabileceğini Diyarbakır’a geldiğinizde pek güzel, pek somut hissedersiniz. Neyin reddedildiğini, neye sırt çevrildiğini, nelerden yoksun kalındığını idrak etmeye başlarsınız. Başka bir imkân, başka bir ihtimal, bir “her şeye rağmen” ihtimali dokunur size.
“Gelmiyorlar işte,” dedim. Taksi şöförü, “Keşke gelseler görselerdi,” dedi. “Toledo’ya giderler,” demedim.
Kürtçe de türkü yakan Ermeni’nin, Aram Tigran’ın her şeye rağmen gömülmeyi vasiyet ettiği yurduydu Diyarbakır. Devlet bir cenazeye iki karış toprağı çok gördü. Şeyh Said’in asıldığı yerden az ileride Said Nursi ile Yılmaz Güney, halıya aynı renklerle işlenmiş, yanyanaydılar; şimdi yanlarına yanaşamıyorsunuz. “Sur’un İki Yakası”nda dengbej babayla rap’çi oğlunun kapışmasının filmini yaparlardı bir ara. Buradan bakınca Ankara kalpsizliğin adı olmayı nasıl da kendine yakıştırmış görünür. Sur’dan gelen “kudret” seslerinin, gelemeyen çığlıkların adı. Cizre’nin, üstelik hakaret görmüş yıkıntılarının adı…
Neden? Amaç ne? Yarın ne olacak?
Sahi, ırkçılık şu basit soruyu sormaya, “neden bütün bunlar?” demeye dahi engel mi?
En çok bizim sormamız gerekiyor; gazetecilerin. Irkçının tek sorusu şu galiba: Ben neden şahaneyim?
Çığırından çıkmış çatışma ortamında işlerini yapmaya çalışan meslektaşlarımıza yardımımızın dokunmasını umarak, “Haber Nöbeti”ne (@haber_nobeti, #HaberNöbeti, https://habernobetim.wordpress.com) katıldım. Bu yazıyı işe koyulmadan önce yazıyorum.
Hükümetin akla vicdana sığmaz gaddarlıklarla ve acayipliklerle dolu, hedefi meçhul savaş politikasının ülkeyi uçuruma sürüklüyor oluşunun yanısıra, zaten âhı gitmiş vâhı kalmış Türkiye gazeteciliği de ölüm döşeğine yattı yatacak. Çabalarımızın bu gidişi önlemeye de katkısı olsa keşke.
Keşke. Evet, keşke gelselerdi görselerdi.