Radikal., 17 Mart 2016
“Haber Nöbeti” için gittiğimiz Diyarbakır ve Cizre’den derlediklerimizi aktaracağımı vaat etmiştim. Aktarmayı istediğim kritik ayrıntıların pek çoğunu, beraber dolaştığımız gazeteci arkadaşlarımızdan Ali Akel yazdı, yazısını Medyascope’tan okuyabilirsiniz. Yine aynı ekipteki meslektaşlarımızdan Eyüp Tatlıpınar izlenimlerini T24’te toparladı, oradan da eksikleri tamamlayabilirsiniz. Ve bir günlüğüne bize katılan Cengiz Çandar’ın aktardıklarını Radikal’den okuyabilirsiniz. Onları okuyacağınıza güvenerek, ben birkaç şey ekleyecek, bazı noktaları vurgulayacağım.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne yaptığımız ziyarette Eşbaşkan Fırat Anlı, Kürtlerin “haklarını demokratik yollardan mücadele ederek kazanabileceğine dair umudun” artık “pek naif” bulunduğunu söylemişti. Cizre’de, hâlâ yaşananların etkisindeki HDP milletvekili Faysal Sarıyıldız da özellikle gençlere barıştan, kardeşlikten sözettiğinde aldığı tepkilere işaret etmişti.
Derdi ne pahasına olursa olsun iktidar korumak veya elde ettiği imtiyazları savunmak olmayan, sahiden memleketin hayrını düşünen yetkili birileri kaldıysa, sanırım en çok dikkate almaları gereken olgu bu. Son vahşetin çoğunlukça inanılan, paylaşılan bir barış ve çözüm umudunun peşinden gelişi, -Anlı’nın kelimeleriyle- “bir daha yapmazlar duygusu”nun temelli terk edilişine yolaçmış.
Batıda Kürt haklarına ve mücadelesine duyarlı insanların cevabını en çok merak ettikleri sorulardan biri, şüphesiz, savaşı şehirlere taşıma stratejisine dair halkın ne düşündüğü. Bu konudaki izlenimim şu: Kim ne derse desin, eğer devlet başka türlü davransa bunu eleştiren çok çıkarmış. Oysa artık neredeyse imkânsız. Çünkü iş siyasî tartışmadan çıktı, bütünüyle duygusallaştı. Buzdolabında bekletilen çocuk ölüleri, ana karnında vurulan bebekler, sokaklarda günlerce bırakılan, araca takılıp sürüklenen cenazeler, bodrumlarda yakılan insanlardan sonra ne beklenebilirse o…
Öyle acayip, öyle korkunç işler yapılmış ki, hiçbiri “terörle mücadele” ile falan açıklanamaz. Evlerin halini gördük. Çatışmayla alâkası olmayan, sokağa çıkma yasağıyla birlikte evinden ayrılan, operasyon bittiğinde dönen insanların karşılaştıkları manzaralar feci.
Bir bakkalı gördüm. Her şey târumâr edilmiş. Devrilmiş, mundar edilmiş veya yok. Evet, basitçe yok! Nereye gitmiş? Bana dükkânın halini gösterirken sadece, “bak, aha bu yoğurtları da devirmişler” türü birkaç cümle eden, küfür etmeyen, beddua etmeyen koskoca adam, çıkıp da kapıyı kapatırken birden hıçkırarak ağlamaya başladı. İçeride bıraktığımız, bozulmuş etlerin kokusu muydu, yoksa bundan hiç utanmamanın, üstüne bir de övünmeninki miydi, ayırt edemedim.
Birçok evdeki televizyonlar ve bazı başka eşya da yok. Neredeler? Kim almış? Niye? Televizyonu banyoya sokup üstüne musluk açmak veya ekranına vurup kırmak nasıl bir “terörle mücadele” stratejisi? Tıpkı büyük deprem zamanı gördüklerimize benzer şekilde yıkılmış binalar var. Taşıyıcı kolonlarına top mu atılmış, ne olmuş? “Başınıza yıkarız!” Bu mudur?
Başka meslektaşlarımızın evlerine ilk dönenlerden dinlediği bazı iddiaları ilginç bir şekilde doğrulamış olduk. Ekipteki arkadaşlardan biri, ortalığa saçılmış kadın çamaşırlarını sormaya kalktığında, bize eşlik eden Cizreli meslektaşımız usulca kolunu dürterek uyardı. “Bu konuyu fazla deşmeyin, insanlar çok rahatsız oluyor,” dedi. Konu açıldığında yüzler yere eğilip geçiştiriliyordu gerçekten.
Buradan, Diyarbakır’daki temaslarımıza dönebilirim. Yine, iktidar hırsı ve tahakküm tutkusu dışında duygulara sahip, memleketin geleceği konusunda kaygı duyan, sorumluluk sahibi yetkili kaldıysa o da bilse iyi olur: Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Gültan Kışanak, “Kürtler ülkenin batısında gelişen ırkçılığın farkında,” dedi. Bu yüzden, operasyonlar nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalanların büyük çoğunluğunun, tek odada on kişi kalmaya dahi razı olup batıya gitmediğini söyledi. Kopuş isteniyorsa, her yönüyle başarılıyor.
Bölgedeki vaziyete dair dediğini ilk elde dikkate almak gereken bir siyasetçiye, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Hatip Dicle’ye başvurarak şu “‘bir daha yapmazlar’ duygusu” meselesini,, tekrar ortaya getireyim.
Dicle dedi ki: “Dolmabahçe mutabakatını biz bir tarihî belge olarak görüyorduk. Oligarşik cumhuriyetten demokratik cumhuriyete geçiş belgesi olarak görüyorduk.”
Kürt siyasetçilerden oluşan “İmralı heyeti” ile Abdullah Öcalan’ın bir masada konuştuğu, “devlet heyeti”nin yan masada oturduğu, ancak bazen, çoğunlukla Öcalan’ın girişimiyle söze katıldığı ilk evreden, tek bir yuvarlak masa kurulup herkesin çevresinde biraraya geldiği aşamaya geçişte, bizzat Kamu Güvenliği Müsteşarı’nın da “tarihî bir olay” dediğini aktardı Dicle.
Tayyip Erdoğan’ın “masayı devirmesi” ile ilgili olarak Dicle’nin dile getirdiği bir iddia var. Diyor ki: “hükümet üyeleri bu süreçte, ‘halledeceğiz, merak etmeyin, sakin durun, bizi zora sokmayın’ dediler”. Hiç mi hiç akla uzak değil.
Peki, masanın devrilmesi tam olarak nasıl bir geri plan önünde gerçekleşti? DTK Eşbaşkanının söylediği, çözüm için görüşmeler yürütülürken bir yandan da devletin “Sri Lanka modeli”ne benzer bir toplu harekât için hazırlık yaptığı. Hatip Dicle, bölgenin kalekollarla ve askerî-stratejik planlara göre -gerilla geçişini engelleyecek şekilde- kurulduğu ileri sürülen barajlarla donatıldığını, üzerlerindeki keşif uçuşlarının sıklaştığını gözleyen KCK’nin, bu süre boyunca, “devlet savaş hazırlığı yapıyor” dediğini aktardı.
Dicle’ye, “Süreçten umutlu muydunuz?” diye sorduk. “Bazen umutlanıyordum,” dedi, “bazen de devletin geleneklerini, işte, İttihat Terakki’yi falan düşününce…” Ve şunu ekledi: “En çok aldananlar, galiba biz, yasal alanda sürece katılanlardık.”
Tam bunun arkasına, Hatip Dicle’nin “İmralı süreci”ni özetlerken açıkladığı bir ayrıntıyı sıkıştırmalıyım: “Öcalan ile Rojava da görüşülüyordu.”
İmralı’da yapılan her görüşmenin tutanakları en geç bir buçuk saat sonra Tayyip Erdoğan’a iletiliyormuş, Hatip Dicle’nin söylediğine göre.
Bir ayrıntı daha aktardığımda, bugünlere neden ve nasıl geldiğimize dair yorum-analiz yapmak isteyenler için faydalı malzeme sunmuş olacağım, umuyorum.
7 Haziran seçimleri öncesinde hükümet kanadından HDP’ye, seçimlere bağımsız adaylarla girmeleri yolunda “samimi tavsiye” sûretinde epey telkin yapılmış. “Anketlerimizde yüzde 8-9 görünüyorsunuz, Meclis’te olmazsanız süreç de sıkıntıya girer,” denmiş. Hattâ Öcalan’ı da böyle desin diye ikna etmeye çabalamışlar.
Şimdiyse onları Meclis’ten atmaya çalışıyorlar.
* * *
Cumhurbaşkanının “köşeyazarından da terörist olur” çıkışı şüphesiz savcılara çağrı niteliğinde. 12 Eylül döneminde gazetecilik yapmayı bir şekilde becerdik, bakalım bu dönemde becerebilecek miyiz?