16 Mart 2016 Çarşamba

Başkanlık gelirse savaşla gelecek

Radikal, 15 Mart 2016

“Haber Nöbeti” girişimi için, bu girişimin altıncı ekibiyle birlikte Diyarbakır’daydım. Ekipten biraz erken gittim, rastladığım, fırsat yaratabildiğim herkesle konuşmaya çabaladım. Ekip olarak da bir dizi ziyaret yaptık, hem siyasetçilere hem dernek-sendika yöneticilerine hem meslektaşlarımıza birçok soru sorduk, cevaplar aldık, alamadık, kimi zaman tartıştık. Kürt illerinde binbir zorlukla, bazen can pahasına gazetecilik yapmaya çalışan meslektaşlarımıza ne hayrımız dokundu, bunu biz kestiremeyiz, ama gezinin bize büyük yararı oldu. Çok şey öğrendik. Bir yan-ürün olarak da, mesleğimizin icaplarını yeniden hatırladık, mesleğimizle küskünlüğümüz dargınlığımız azıcık azaldı. Gazeteciliğin aslında ne kadar hayatî bir işlevle yüklü olduğunu yeniden düşündük.

Olan bitene kafa yoran bölge insanlarının düşünce ve öngörülerini ayrıntılı olarak paylaşmanın, sizi kendi izlenim ve çıkarsamalarıma mahkûm bırakmaktan daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bunu yapmama fırsat olur, umarım. Zira Pazar günü, sekiz gün boyunca peyderpey yüklenen bin türlü ağırlığın altında ezilmiş halde, güya hiçbir şey düşünmeyip maç seyrederek uçak saati beklerken “Ankara’da patlama” haberiyle sarsıldık.

Dönüp size aktaracaklarım arasında en önemli başlıklardan biri şuydu: Böyle giderse şöyle olacak! Herkes savaşın büyüyeceğinden, derinleşeceğinden, yayılacağından endişeli, diyecektim. Oldu bile. Şimdi devlet muhtemelen Yüksekova, Şırnak ve Nusaybin’de yine korkunç işler yapacak, artık yine Ankara’da mı neredeyse buna daha büyük karşılık gelecek - korkarım.

(Şahsî meseleden bahsetmenin hiç sırası değil, farkındayım, değerli okurlar, ancak şu kadarını mutlaka söylemeliyim: Böyle hallerde, her insan gibi, donup kalmakla gayet doğal şuursuz tepkiler göstermek arasında gidip gelirken, oturup hem olgu-bilgi hem yorum-analiz içeren akıllı mantıklı yazılar yazmak sahiden mümkün mü, inanın bilmiyorum. Çok büyük kuvvet gerekiyor; bu da her zaman bulunamıyor. Kürt halkının gönlünün bir daha zor onarılacak şekilde kırıldığı Cizre’de gördüklerimi ve dinlediklerimi sindirip de size nasıl akıllı-uslu aktarmalar yapabileceğime dair kaygılanırken, Ankara’da can veren gençlerin fotoğraflarına bakar buldum kendimi. Buna rağmen, zorla da olsa işe yarar birşeyler söylemek zorundayım. Şu anda bunu deniyorum.)

Savaşsız diktatörlük olmaz. Yasanın, hukukun bütünüyle iptal edildiği, tamamen “keyfî idare”yle yürütülen bir devletin egemenliği ve tek kişinin hükümdarlığı, bu karmaşıklık ve gelişmişlik düzeyindeki bir toplumda savaşsız sürdürülemez. İktidar propaganda aygıtından bir gazetecinin “Terörle yaşamaya alışmalıyız” sözleri, bu bakımdan, başkanlık sisteminin nasıl sürdürüleceğine dair erken bir tarif sayılabilir.

Propaganda aygıtının en saldırgan unsurunun “Ya başkanlık ya kaos” manşetiyse, aynı nedenle, sadece bir tehdit değil aynı zamanda düpedüz yalandır; hakikatin tam tersidir. Başkanlık sistemi, başlı başına bir kaos rejimi olacak. Böyle bir rejimin görece sağlam bir destekle kurulabilmesi sadece bir tek yolla sağlanabilir: Beklenmedik facialar, kitlesel ölümler, güvenlikli hiçbir ortamın kalmaması, insanların varlık-yokluk endişesine düşmesi...

Her zaman her şeyi devletten beklemiş veya hayattaki tek aşkı, tutkusu ve ilahı devlet olanların asla kavrayamayacağı, anlatsan da idrak edemeyeceği bir durum yaşanıyor: Kürt illerindeki uygulama, asla ve asla “terörle mücadele” sınırları içerisinde ele alınabilecek bir şey değil. Birkaç ay öncesine kadar hiç de o kadar politik olmayan insanların gözünde dahi, yaşanan, doğrudan Kürt kimliğine yönelik, onuru zedelemeyi, boyun eğdirmeyi, aşağılamayı amaçlayan bir saldırı. Yapılan kıyaslamalar, 1938’den başlayıp 1915’e uzanıyor. “Halkların kardeşliği”ni bir slogan olarak öylesine tekrarlamayan, bizzat böyle bir kardeşliğin vücut bulmuş hali sayabileceğiniz insanlar, şu andaki tutumun ve yapılan korkunç ezâ cefaya ülkenin batısından hiçbir tepki gelmeyişinin, aksine, zulme alkış tutulmasının, birarada yaşamayı imkânsızlaştırmakta olduğunu dile getiriyorlar.

Ve devlet bu duygunun derinleşmesi için çalışıyor.

Çünkü savaşa ihtiyaç var. Suriye’ye girilebilse şüphesiz yasasız, denetimsiz başkanlık için şahane olurdu. Ama öyle bir maceranın sadece hüsranla değil, somut kayıplarla da sonuçlanması ihtimali yüksek. Öyleyse, bu ülkede devletin her zaman tuttuğu yola girilecek, iç düşmanlarla kavgaya tutuşulacak.

Şu anda başkanlık rejiminin potansiyel kadroları ve yakın çevre destekçileri olarak karşımıza çıkan insanların düşman olmadıkları, susturulması, bastırılması, ezilmesi, hapse atılması, hattâ yok edilmesi için çalışmadıkları kimse yok neredeyse.

Tam da Türkiye’nin en büyük sorununu kansız savaşsız çözebilecek bir imkân doğmuşken birden yoldan sapılması, bütün tahakkümcülerin en sevgili motifi olan “millet” hakkında insan olana çok şey anlatır. Bu devletin neyin üstüne kurulduğunu, temel mantığını, esas kırmızı çizgilerini falan anlatır. Bugün hukukun yasanın bir anda kaldırılıp kenara atılabilmesine zemin yaratmış olan, onlarca senelik yanılsama rejimi hakkında çok şey anlatır.

Ankara katliamını kınayan bir HDP ve HDK’nın varlığı, insan davranışlarına çeşitli tonlardaki hezeyanın, tahakküm hırsının ve iliklere işlemiş ırkçılığın değil azıcık akıl, mantık ve vicdanın yön verdiği bir ülkede başlıbaşına imkân sayılırdı. Bizde sayılmıyor.

Çünkü istenen savaştır. Çünkü hükümdar şundan emin: “millet” bakacak bakacak, daha iyi bildiği bir şey bulamayacak. Çünkü kimse ona savaştan başka şey öğretmedi. “Ecdat yapmış, bizim ne eksiğimiz var” cinsinden bir hal.

Bugün bu içsavaş politikasını yürüten ve destekleyenlerin Ankara’da canını kaybeden insanlardan teki için bile na şu kadarcık üzülmediklerinden eminim. Üzüldülerse bu, eylem başkentte yapıldığı için karşı tarafa “puan yazılacak” falan diyedir.

Gelinen aşamada, devleti Kürtlerle savaş politikasından vazgeçirmeden, “başkanlık rejimi” adı altında ulaşılmak istenen diktatörlüğe engel olunamaz; görünen bu.