31 Temmuz 2015 Cuma

İddia tuhaf, durum ciddî: Sina'da MİT'çiler!?

Derleyip bir süredir beklettiğim önemli bir iddiayı şimdi paylaşıyorum. İddia, Mısır'ın bazı MİT görevlilerini Sina'daki cihatçılara yardım ederken yakalamış oluşu. Şimdiye kadar bekletmemin sebebi, kaynakları gözümün pek tutmaması, ortada istihbaratçıların dezenformasyon savaşı varsa buna alet olmama kaygısı. Şimdi yayımlamamın sebebi, Mısır'ın iddiayı yetkili bir ağızdan dile getirmesi.

Mısır dışişleri bakanlığının üst düzey bir yetkilisi, "Türk hükümeti"nin IŞİD-DAİŞ'in Sina'daki kolu Ensar Beytil Makdis'le ilişkisini "kanıtlayabileceklerini" ileri sürdü.

Mısır dışişlerinin, desteklediği gerekçesiyle Türkiye'yi suçladığı Ensar Beytil Makdis, Gazze'de kurulmuş, oradan Sina'ya geçip taban bulmuş bir örgüt; veya "cemaat". 2014 Kasım'ında IŞİD-DAİŞ'in halifesine biat edip kendilerine "İslâm Devleti'nin Sina Vilayeti" adını verdiler, Mısır ordusu ve polislerini hedef alan silahlı bombalı eylemler yapıyorlar. (Biraz daha geniş izahat için, örgüte sempatisini de gizlemeyen incanews'in haberine veya ilgili Wikipedia sayfasına bakabilirsiniz.)

Gelelim derlediklerime.

Mısır sitesi Egypt Daily News'un iddiasına göre, Mısır ordusu, Sina yarımadasında IŞİD-DAİŞ militanlarını eğiten, yöneten "yabancı unsurlar" yakalamıştı, bunların arasında MİT elemanları da vardı! Sina'da herhangi bir MİT elemanı yakalandı mı, bunu araştırıp doğrulama-yanlışlama imkânına sahip değildim, hâlâ da değilim. Ortadaki iddia bu haliyle psikolojik harp uyduruğu gibi duruyordu. Çünkü hem içinde biraraya getirilen unsurlar nedeniyle inandırıcılıktan uzak görünüyordu hem kaynağı Mısır ordusu veya istihbaratının işgüzar veya uçuk elemanları, PR'cıları gibi duruyordu hem de duyuruluşu pek gayriciddiydi.

Bugün hiçbirimiz hiçbir şeye kafadan "yalandır" diyebilecek halde olmadığımızdan, bir kenara kaydetmiştim. Zira iddianın içerdiği unsurların biraraya getirilişi saçma olabilir, ama bunların biri-ikisi doğru da olabilirdi. Ayrıca bu "haber", şu anda Mısır'ı yönetenlerin "dış düşman" yelpazesini nasıl resmettiklerini -Türkiye'yi de nasıl bir yere yerleştirdiklerini- gösteriyordu, bu yüzden bilmekte fayda vardı.

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Bataklık insanları

Radikal, 23.07.2015


(BAŞLAMADAN BİR NOT: Okuyacağınız yazımı gazeteye göndermek üzereyken, Urfa'da iki polisin öldürülmesini HPG'nin üstlendiği yollu haberler duyuldu. Bunu kim hangi niyetle yapmış olursa olsun, ortadaki, cinayettir. Ama'sız, şiddetle kınanmalıdır, kınıyorum, herkesin kınamasını bekliyorum. Olayın insanî boyutunun yanısıra, bu cinayetin, Türkiye halklarının çoğulcu demokrasi ve özgürlük mücadelesine vuracağı darbeden ötürü ayrıca üzülüyorum.)

İstanbul Osmanlı Ocakları Gençlik Kolları Başkanı, İstanbul İl Öğrenci Temsilcisi, Meclis Üyesi, Siyasî Bilimler ve Tarih Bilimleri Uzmanı Furkan Gök, İstanbul/Sultanbeyli, osmanliocaklari.org.tr. Twitter kullanıcı adı: @FurkanGok1406. İki gündür, erken, çok erken, ama çok erken tarih olmuş gülen yüzlerine baka baka kahrolduğumuz gençlerin cenazeleri hâlâ omuzlarda taşınıyorken, milliyetçi, muhafazakâr, değerlerine bağlı Türk ailesi ve toplumuyla Türkiye Cumhuriyeti millî eğitiminin beraberce ürettiği mahsullerden bir yaratık, içindeki pisliği dünyaya şöyle kusuyordu:

"Canlı bombaya rahmet ve yakınlarına sabır diliyorum."

Bir gece önce, “kurbanlara bir 'Allah rahmet eylesin' diyemiyorsunuz” sözüne karşılık -başka birinden- şu cevabı aldım:

“koministe Allah rahmet değil azab eder...”

Bülent Bey kadın sesi istemiyor

Bülent Arınç'ın, pek çok öndegelen İslâmcı gibi, kadınlarla bitmek bilmeyen bir derdi var. Gülmelerini istemiyor, konuşmalarını istemiyor, ortalıkta gözükmelerini, erkeklerle aynı işleri yapmalarını, aynı ortamlarda bulunmalarını istemiyor. Başbakan Yardımcısı şimdi de TBMM Genel Kurulu'nda HDP Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan'a, "Hanımefendi, sus! Bir kadın olarak sus!" diye posta koydu. Siyasette paçavra edilişi de umarım kadınların elinden olur.



(Videoyu Bülent Arınç bir gün farkla tam bir yıl önce, "kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak" sözüyle herkese "millî değerlerimiz"i hatırlattığında hazırlamıştım.)

26 Temmuz 2015 Pazar

İddia: "Ankara-IŞİD temasının belgeleri var"

IŞİD-DAİŞ'in kritik elemanlarıyla Türkiye "yetkilileri" arasındaki ilişkilere dair çok sayıda kanıt-belge ele geçirildiği ileri sürülüyor. İddia doğruysa, belgeler ABD'nin elinde. Martin Chulov'un, kelimenin tam anlamıyla "özel" haberi, birçok soru yaratıyor.

Chulov'un haberi, "istihbarat işlerine aşina, üst düzey bir Batılı yetkili"nin anlattıklarına dayanıyor. Anlatılanlar, özetlenmiş haliyle, şöyle:

Amerikan özel kuvvetleri, Mayıs ayında, Suriye'nin doğusunda bir IŞİD-DAİŞ karargâhını bastı ve örgütün önemli isimlerinden Abu Sayyaf'ı öldürdü. Bu, adı ortalıkta pek dolaşmayan, örgütün sadece bazı kodamanlarıyla teması olan bir adamdı. Bu Tunuslu cihatçı, belli ki, yürüttüğü görev nedeniyle gölgede kalmayı tercih ediyordu. Abu Sayyaf, 2013 ortalarından itibaren IŞİD'in petrol kaçakçılığı "işinden" sorumluydu. Petrol satışı, özellikle o dönemde örgütün aslî gelir kaynağı konumundaydı ve alıcıların büyük çoğunluğu Türkiye'dendi.

Cihatçılarla yasadışı petrolün Türkiyeli alıcılarının bu ilişkisi, Ankara'nın örgütle yakınlığına, ittifakına yoruluyor, Washington ve Avrupa'nın çeşitli başkentlerinden Ankara'ya bu konuda şikayetler iletiliyordu. Bunlar, Türkiye'nin 900 kilometrelik güney sınırının örgüt tarafından her iki yönde fazla rahat kullanıldığı yollu şikayetlere eşlik ediyordu. Dünyanın dört yanından binlerce cihatçı buradan geçip IŞİD ve öbür silahlı örgütlere katılmıştı. Aynı şekilde, cihatçılar bu sınır aracılığıyla Türkiye topraklarını bir nevi güvenli arka bahçe olarak kullanıyorlardı.

25 Temmuz 2015 Cumartesi

Devlete "misilleme" hakkı tanıyan liberal

İsim vermeden aktaracağım (mesele bağcı değil üzüm); Türkiye'de liberalliğin bayraktarlığını yapan insanlardan biri, hükümetin bir tür darbe yaptığı, seçim sonucunu, "millî irade"yi ezmeye çalıştığı, bu amaçla savaş çıkarmaya uğraştığı sırada şunu söyleyebildi:
Evet, 'barış.' Ama PKK iki polisi kalleşçe katledince devlet misilleme yapmayıp ne yapacak? PKK'nın Türkiye'ye karşı silah bırakması şart.
Bunu da başardık! Devleti rakip silahlı örgüt olarak gören bir liberal! Devlet, normal şartlarda, misilleme gibi bir kavrama sahip olmayan, herhangi bir suç işlendiğinde, suçluyla beraber misilleme yapmaya kalkanı da yakalaması, yargılaması gereken bir mekanizma. Ama tabiî bu, liberalizmi de üretmiş olan dünyanın gerikalanında geçerli. Türkiye'nin liberali de öyle alışmış ki buradaki duruma, söylediğinin dünya görüşünü havaya uçurduğunun farkında değil. Çünkü basitçe: Türk sağının kültürel ikliminden kurtulmadıkça ne liberallik ne demokratlık ne başka şey...

Nitekim aynı sebeple, PKK'nin "Türkiye'ye" karşı şunu veya bunu yapmasından sözediyor. Sanırım kastı Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Yoksa "Türkiye" dediği şeyin içerisinde bizzat dağa çıkıp PKK'ye katılmış insanlar da var. PKK'yi destekleyen, desteklemeyen, ona az kızan, çok kızan, "Kürtlere özgürlük" diyen, "Kürt yoktur" diyen, kıçını dönmüş ilgilenmeyen... ve bizzat toplumun yaklaşık dörtte birini oluşturan Kürtler var. Ama biz "Türkiye" deyince devleti anlamalıyız; o da, suç işlendiğinde katili yakalayıp yargılamak gibi bir yükümlülüğü olmayan, eylemlerine bütünüyle siyasî parti gibi yön veren, mecburen "misilleme" yapan bir silahlı örgüt! Başka bir silahlı örgütle kendi oyunlarını oynuyorlar. Bu oyunda biz sıradan insanlara, yani topluma laf düşer mi hiç?

Hayır, hakikat böyle de olabilir. Nitekim bizim devletimizin basbayağı, kendini hiçbir hukukla bağlamamış bir silahlı örgüt olduğu ortada. Fakat devletin misilleme hakkını savunan ve "Türkiye" deyince devleti anlayan bir liberallik... sahiden ancak bu toprakların mahsûlü olabilirdi.

23 Temmuz 2015 Perşembe

Zengin, muktedir, erkek: ideal zorba formülü

Kamboçya'da, hükümete 100 bin doların üzerinde bağış yapanlara verilen oknha ünvanına da sahip bir işadamı, bir kadını kafasını tekmeleyerek, yerlerde sürüyerek dövdü. Ve neyse ki kaçtığı Singapur'dan dönmesi ve tutuklanıp hapse atılması sağlandı.

VICE News'un haberine göre, Kamboçya'nın "seçkin"lerinin dünyasıyla ilgili pek boktan gerçekleri ortaya çıkaran olay kısaca şöyle: Televizyoncu Ek Socheata (dövülen kadın), ülkenin zenginlerinden Sok Bun (aşağılık herif) ile yemeğe çıkacak bir Japon kadın arkadaşının "sen de gel" demesi üzerine onlarla birlikte lüks bir Japon restoranına gitmişti. Çünkü Sok Bun'la daha önce birkaç defa beraber olmuş ve ondan şiddet görmüş arkadaşı, yemek sonrasında adamla gitmek istemiyor, yanına güç alacağı bir arkadaş arıyordu (genel olarak kadınların pek iyi bildiği bir vaziyet yani). 2 Temmuz günü çekilen ve Socheata'nın 7 Temmuz günü ele geçirip Facebook sayfasına koyduğu, konur konmaz da Kamboçya'nın internete erişebilen kesimini ayağa kaldıran videolarda, Sok Bun'la beraber gitmek istemeyen kadının direnmesi, Bun'un onu zorlaması, Socheata'nın müdahale etmesi, bunun üzerine yumruklara tekmelere hedef oluşu, açıkça izlenebiliyor.

Devletten şüphelenmeyen bizden değildir

Radikal, 21.07.2015

20 Temmuz, 16:00 suları. Can verenlerin sayısı galiba 30'u geçti (emin değiliz), en az 35 de ağır yaralı var. Her konuşan, “kayıplar artabilir” diyor.

Urfa/Suruç'ta, Kobanê'ye geçmek üzere bekleyen gençlerin kim olduğunu, Rojava'ya ne yapmak için gitmek istediğini gerçi artık biliyorsunuz. Ama tekrarlayacağım: İncik boncuklar şunlar bunlar yapıp satıp para toplamış, birilerine birşeyler ördürtmüş, oyuncak aldırtmış, bir MİT TIR'ına koysan muhtemelen doldurmayacak mütevazı yardım malzemesi vardı yanlarında. Esasen, içlerindeki, ruhlarındaki bir şeyi götürmeye çalışıyorlardı. Bir tür açlıkla gidiyorlardı aynı zamanda: zorluk darlık içindeki insanlara yardım edecekler, ruhlarını besleyeceklerdi. İnsan olan bu açlığı çeker. İnsan olanın ruhu dayanışmayla beslenir. Başkaları için birşeyler yapınca beslenir. Kendine yontmayla değil, kendine almayla değil, vermeyle beslenir, verecek şeyi toparlamayla beslenir, karşılık beklememeyle beslenir. İyi bir şey filiz vermişse, ucundan tutmayla beslenir.

Bu bencilik ve bencillik dünyasında, başka insanları gözü anca akıllı telefonunun ekranında, bir selfie'nin kıyısında yanlışlıkla belirirlerse görebilenlerin, yoksulluğu yoksulların suçu sayanların âleminde, evet, hâla, “insanın ayırt edici niteliği” diye bir şeyi başka insanlarla kader birliğinde, dayanışmada, kendinden zor durumdakine destekte arayanlar var.

Karaalioğlu, kara propaganda, Türk basını

Gazeteler, televizyon kanalları yönetmiş tecrübeli medya mensubu Mustafa Karaalioğlu, 30'u aşkın insanın can verdiği katliamın ardından NTV'de konuşuyor:
"Tam bilmiyoruz, bir IŞİD eylemi mi. Yani fotoğraf onu gösteriyor. İşte, MLKP diyenler de var şu anda, bir tür öyle bir iddia da var ortada. Çünkü oradaki fraksiyonların ne kadar birbirlerine acımasız olduklarını geçmişte de biliyoruz. Bir IŞİD eylemi ise..."
Gereksiz olduğunu biliyorum. Belge kalsın. Basit, elzem sorular:
• "MLKP diyenler" kimler? (Yani: öyle birileri var mı?)
• "Fotoğraf" IŞİD ihtimalini "gösteriyor" ise "MLKP diyenler"in hangi argümanları bu ikinci iddiayı da zikretmeyi gerektirecek güçte?
• Güçlü veya değil, bu argümanlar neler?
• "MLKP diyenler"i argümanlardan ötürü değil de sıfatlarından/konumlarından ötürü ciddiye almamız gerekiyorsa bu özellikler nelerdir?
• "Geçmişte"ki hangi olay, bize Suruç'taki bu katliamı MLKP veya bir sol "fraksiyon"un yaptığını düşündürüyor?
• "Oradaki fraksiyonlar" kimler?

"Yüzde ellinin medyası olmasın mı?" teziyle, Türkiye'de gazeteciliğin, zaten içinde debelendiği bataklıkta, bir daha hiç çıkamayacağı kadar derinlere batmasına yolaçanlar arasında seçkin yerini alan Karaalioğlu, elbette bu soruların cevaplarını bizim kadar biliyordu. Buna rağmen, sırf ortadaki mâkûl izahatı bulandırmak ve hakiki katliamcıları esirgemek için mesnetsiz bir MLKP lafını ortaya sürüyordu. İzleyici, o an için, net bir "IŞİD" lafı duymak yerine, "başka birileri de olabilirmiş" bulanıklığında, buruşturulmuş bir mesaj alacaktı; hedef buydu.

Bunun adı, dezenformasyonla karışık kara propagandadır. Angaje propagandacıların gazeteci kimliği ve sıfatıyla ortalıkta dolaşabilmesi, Türkiye basın ortamının meslek ahlâkından, değerden yoksunluğu sayesindedir.

21 Temmuz 2015 Salı

IŞİD - İD - DAİŞ - DEAŞ? Hangisi?

Ortadoğu'nun tecavüzcü katiller örgütünün adıyla ilgili tartışma, bizdeki hemen bütün tartışmalar gibi, bütünüyle yanlış zeminde ilerliyor. Bizdeki büyük ölçüde Tayyip Erdoğan ve AKP'lilerin "DEAŞ" dayatması ve buna duyulan tepki yüzünden patlak verdiği için, sorunun örgütü kollama-kınama yüzünden çıktığını zannediyoruz. Oysa bu, Batı basınında da, uluslararası politika-diplomasi âleminde de sonuca bağlanmamış bir tartışma. Ve esas olarak, bize -dindarlarımıza da dinsizlerimize de- tuhaf görünse bile, Batılı politikacıların örgüt ile genel olarak Müslümanlar, özel olarak Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar arasına ayrım koymak istemesinden ve gazetecilerin, örgütün propagandasına alet olmamaya çalışmasından kaynaklanıyor.

Bu konuya açıklık getirmek maksadıyla, ilkin aşağıda, güvenilir gözüken bir Wikipedia maddesinin desteğiyle, şu ana kadar öğrenebildiklerimi aktaracağım. (Umarım aktardığım Arapça yazılışlarda-okunuşlarda sorun yoktur.) İkinci olarak, Vox haber sitesinde yayımlanan, "Onlara ISIS demeye son mu vermeliyiz?" başlıklı bir yazıyı aktaracağım. (Sağolsun, Işın Eliçin çevirdi.)

Çoğunluğun IŞİD diye andığı örgütün adı, geçen yıldan (Temmuz 2014) bu yana IŞİD = Irak ve Şam İslâm Devleti (ilgili Wikipedia maddesine göre Arapça: الدولة الاسلامية في العراق والشام, ed-Devlet'ül İslâmiyye fi'l Irak ve'ş Şam) değil, sadece İD, yani İslâm Devleti (الدولة الإسلامية ed-Devlet'ül İslâmiyye). Hattâ hükmettikleri yerlerde, örgüt militanları, halkı örgütten sadece "devlet" diye sözetmeye zorluyorlar. Çünkü iddiaları, bunun, dünya Müslümanlarının yegâne devleti olduğu (halife var, biliyorsunuz). Hangi faşistin hayali bir tür "tek devlet" değildir ki?

IŞİD'in ismi tartışmasına dair bir yazı

"IŞİD-İD-DAİŞ-DEAŞ... bu örgütü hangi adla anacağız?" tartışması, bu tartışmayı özetlemeye, alternatifleri tanıtmaya, izah etmeye çalıştığım yazıda belirttiğim üzre, herkes için mâkûl, tatmin edici bir sonuca ulaşmış değil. Bu konu sadece "İslâm devleti" dedin-demedin meselesi de değil. Batılılar da ortalama bir çözüm bulup sorunu halledemediler. ABD dijital yayın kuruluşu Vox Media'nın haber sitesi Vox'ta yayımlanan (7 Temmuz'da güncellenen), Zack Beauchamp imzalı, "Should we stop calling them ISIS? (Onlara ISIS demeye son mu vermeliyiz?)" başlıklı yazıyı Işın Eliçin çevirdi; sunuyorum. Yazıda Beauchamp, hem örgütün çeşitli adlarının anlamlarını, kullanımlarını kısaca anlatıyor hem de kendilerinin niye ISIS'i (IŞİD) kullanmayı tercih edeceklerini de izah ediyor.

Onlara ISIS demeye son mu vermeliyiz?


Çeviren: Işın Eliçin

Birleşik Krallık’ta IŞİD’e dair büyük kavga çıkmış durumda. Ama mesele grupla nasıl mücadele edileceği değil. Onun nasıl isimlendirileceği.

Geçen hafta Başbakan Cameron ve 120 milletvekilinden oluşan bir grup BBC’den IŞİD’e “İslâm Devleti” demekten vazgeçmesini istedi. Cameron, bu ismin Müslüman izleyicileri “her duyuşlarında irkilteceğini” söyledi. Cameron'a göre, bunun yerine grubu itibarsızlaştıracak bir isim olarak DAİŞ kullanılmalıymış. (IŞİD’in Arapça kısaltması DAİŞ yine Arapça “fesat çıkaran” kelimesiyle sesdeş).

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Devlet "uygun gördü": Suruç'ta katliam

Kobanê'ye insanî yardım ve destek için gitmeye hazırlanan sosyalist gençler bombayla katledildi. Urfa/Suruç'taki Amara Kültür Merkezi'nde toplanan gençler, uzun süredir büyük şehir sokaklarında boncuk vs. satarak topladıkları yardımları, meselâ çocuklar için oyuncakları yanlarına alıp sınırı geçecekler, çocuk parkı, hatıra ormanı kuracaklardı. [ EK / 21.07 / 00:44 / Pınar Öğünç'ün tweet'lerle duyurduğuna göre, Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu'ndan (SGDF) gönüllü grubunun somut hedefleri şunlardı: Kaniya Kurda tepesine hatıra ormanı kurmak, kreş duvarlarını resimlemek, inşaatlarda çalışmak, Suphi Nejat Ağırnaslı (daha önce Kobanê'de çarpışırken hayatını kaybeden devrimci) kütüphanesini kurup açmak, Kobanêli çocuklara müzik aletleri hediye etmek, sağlık taraması yapmak. ]


Şu ana kadar öğrenilen, gençlerden yirmi yedisinin (27) katliamda can verdiği. [ DÜZELTME / 23:00 / Otuz bire (31) çıktı kayıplar. Yaralılar yüzün (100) üstünde. Çok da ağır yaralı var. Yirmi (20) kişinin yoğun bakımda olduğu söyleniyor. ]

Hepimiz biliyoruz ki, devlet veya en iyi ihtimalle devlet içinden, bu işe muktedir birileri, "uygun görmez"se, o bölgede herhangi bir bomba herhangi bir yerden herhangi bir yere gidemez. DAİŞ'çi veya bilmemkim, Diyarbakır HDP mitinginde olduğu gibi, yok asker kaçağıyken bulunmuş da salınmış da yok yanlışlıkla kayda geçirilmemiş de filan olur, bir şekilde o bomba patlar. Gençler ölür. Türkiye'de her katliamın olağan şüphelisi devlettir.

Devletin en iyi bildiği ve becerdiği şey, bizi ağlatmak.

17 Temmuz 2015 Cuma

Çöken yalnız Yunanistan değil

Radikal, 16.07.2015

Yunanistan'ın Avrupa'nın hükümdarlarıyla boğuşması, farklı birkaç meseleyi önümüze koydu. Bunlardan ilki, eşitlikçi, adaletçi olmasa da görece demokratik bir "ideal" olarak Avrupa Birliği kavramının çöküşü. İkincisi, Almanya'nın, 2. Dünya Savaşı sonundan bu yana, uzun ve zahmetli uğraşlarla anca kısmen temizleyebildiği zorba imajının başka kılıkta tekrar canlanması. Solla, toplumsal değişim mücadelesiyle, politika kavramıyla, apolitiklik ve hariçten gazel okumakla vs. ilgili meseleler de var, ama şimdilik çerçevemizi neoliberallerin küstahlığıyla sınırlı tutalım.

Yaşanan sürece sırf “ekonominin gerekleri” gibi bir açıdan bakmanın -bizzat hareket noktasının şaibeliliği bir yana- ne kadar sığ ve isabetsiz kaçacağını, olan biteni “ekonomik tedbirlere dair görüşmeler” diye adlandırmanın düpedüz münasebetsizlik olacağını anlamalıyız.

“Yunanistan krizi”nde Avrupalı banker&bürokrat koalisyonunun dayatmacı tutumuna açıkça karşı çıkan Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz, meselenin ekonomi meselesi olmadığını, derdin Yunanistan'a boyun eğdirmek olduğunu açıkça dile getirmişti.

Türk basını: bir devlet kurumu

Radikal, 14.07.2015

HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'ın Diyarbakır yerel gazetesi Özgür Haber'e verdiği çok önemli demeç, pek çok değişik başlıkla aktarılabilirdi. Al Jazeera Türk, şu başlığı tercih etti: “Demirtaş: PKK'ya silah bıraktıramayız”.

Bu tercihin ardında yatan düşünceyi, daha fenası refleksi, psikolojiyi bilmez değiliz. Ama mevzu etsek hemen inkâr edilecek, “Ne var? Bu başlık çıkarılamaz mı?” denecek, falan... Çıkarılabilir de... tek bir şey: PKK'ye silah bıraktıracak merciin zaten HDP olmadığını AJT yazıişleri zaten biliyor mu? Biliyor.

Hükümler vermeksizin, aynı konuşmadan çıkarılabilecek başka muhtemel başlıkları sıralayayım, bakalım en uygunu, en doğrusu hangisidir veya hangi başlık onu seçecek olanın nesini yansıtır.

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Faydalı eserler - Troyka-Yunanistan savaşı

Yunanistan meselesi üzerine düşünmek-yazmak-tartışmak isteyenler için, faydalı olmanın ötesinde "elzem" diye nitelenebilecek bazı kaynakları biraraya getirdim. Sırf ne olduklarını anlamaya yarasın diye ettiğim sözleri bir yana bırakabilirsiniz. Önemli olan linkler, bunların ne kadar çoğuna tıklar ve okursanız o kadar şahane olur!

"Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz, Almanya'yı Avrupa'nın temeline dinamit koymakla" suçladı.

Stiglitz açıkça, meselenin ekonomi meselesi olmadığını, derdin Yunanistan'a boyun eğdirmek olduğunu dile getirdi.

Bir Liberalin Vicdanı kitabının yazarı Paul Krugman, aynı adı taşıyan blog'unda, "isterseniz Tsipras'ın beceriksiz bir angut olduğunu düşünüyor olun..." diye yazdı, "hedefin Yunanistan'ın ulusal egemenliğini tamamen yıkmak olduğu belli". Krugman da Avrupalı muktedirlerinin tavırlarının "Avrupa projesi"ni yıkacağı görüşünde ("Killing the European Project", NYT).

14 Temmuz 2015 Salı

Kabataş, mavra değil yargı konusudur

Kabataş yalanıyla ilgili ifşaat ve kapışmalar bizi ne yazık ki yine yanlış bir zemine sürükledi. Memleketteki hakiki vazifesini henüz tam anlayamadığımız, köşeyazarı suretindeki bir şahsın, "canım, buna da gerek yoktu" havasındaki ifşaatı ile, Kabataş icracılarından birince bu adamın "tetikçi", patronunun "şuursuz" diye nitelenmesi, AKP karşıtı cephede neşeli tezahüratla karşılandı.

"Ne güzel birbirlerine girdiler!" sevinci şuursuz bir sevinçtir. Bundan iyi hiçbir sonuç çıkmaz. Mesele, o yalanın o zamanlama ile ortaya atılması sonucu oluşmuş tahribatı giderebilmek. Akıldışı ayrıntılarını bir yana bırakıp "başörtülü bacıma saldırıldı" kısmına inanmış insanlara yalanın yalanlığını anlatabilmek gerek. Bu bir.

İkincisi, bu mesele, "aa, bak, yalanları çıktı!" muhabbetiyle geçiştirilebilecek bir mevzu değil.

Kapitalizm ahlâk kaldırmaz - Örnek 1

Yunanistan krizinde Avrupalı bankerler ve bürokratlara karşı Atina'dan yana açıklamalarıyla dikkat çeken Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz, iki gün önce Etyopya'nın başkenti Adis Ababa'daydı. Vesile, Birleşmiş Milletler'e dünya çapında yoksullukla ve iklim değişikliklerinin yarattığı sorunlarla mücadele için finansman sağlamayı amaçlayan toplantı.

Stiglitz, çokuluslu şirketlerin vergiden kaçmasını önlemek için bir uluslararası vergi organizasyonu kurulmasını destekliyor. Proje -şüphesiz!- henüz Batılı devletlerin onayını almış değil. Oxfam'ın verilerine göre, uluslararası vergi yasaları, büyük şirketleri her yıl, azgelişmiş ülkelere ödemeleri gereken yaklaşık 100 milyar dolarlık vergiden kurtarıyor!

AFP'nin aktardığına göre, Stiglitz gazetecilere, "Avrupalı liderler ve genel olarak Batı, Yunanlıları vergi toplamada yetersiz kaldıkları için eleştiriyor," dedi. "Batı, global bir vergiden kaçınma sistemi kurmuş. Vergiden kaçmayı önlemek için global düzeyde yürütülen çabaları dinamitleyen gelişmiş ülkeler... İkiyüzlülüğün bundan âlâ tarifi mi olur?"

Stiglitz'i Dünya Bankası'ndan kovmuşlardı zamanında. Nobel ödülüne rağmen.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Büyük Suriye meselesi veya Faris'in küçük öyküsü

Hamra Caddesi (resmî adı 31. Cadde), Beyrut'un önemli eğlence merkezlerinden. 1960'larda, 70'lerde şehrin en gözde yeriymiş, sonra tılsımı kaçmış biraz. Yakın zamanda, biraz da destekle, özellikle turistleri çekebilsin diye yeniden toparlanmış. Oteller yapılmış, yeni dükkanlar açılmış. Şimdi yine kafeleri, barlarıyla, serbest ve çoğulcu bir ortamı tehcih eden, her dinden-mezhepten, tabiî biraz da hali vakti yerinde Lübnanlı'ların takıldığı bir yermiş; öyle diyorlar.

Öyle olmasa, Suriye'den göçmüş sevimli bir çocuk, geceleri çiçek satmak için orayı mesken tutmazdı. Oralı bir gazeteci, "onu hepimiz tanırdık" diye tweet attı, "çoktan yatmış olması gereken saatlerde caddede çiçek satardı'. Ufacık hayatında, Beyrut'un eğlence yerlerinin çıkışında çiçek satarak dört yıllık bir "kariyer" yapan Suriyeli Faris, sevimli yüzüyle, gülümsemesiyle, belli ki pek çok insanın yüreğinde birtakım telleri titreştirmişti.


Faris niye konu oldu? Çünkü herhalde ailesi ne yaptı ettiyse Beyrut'ta tutunamadığından, memleketine döndü. Suriye'ye. Ordunun, YPG'nin, Burkan El Fırat'ın, DAİŞ'in çarpıştığı, durmadan değişen mevzilerde gencecik insanların can verdiği, kiminin cenazesinin Türkiye'ye gönderildiği Haseke'ye.

9 Temmuz 2015 Perşembe

Türkiye bir küme daha düştü

Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun şu tweet'lerini görünce dayanamadım:
"AK Parti Gençlik Kolları'nın bugüne kadarki MKYK üyeleri ve il başkanları ile vefa iftarında bir kez daha hamd ettim. Bir erdemliler ve gençlik hareketi olan AK Parti bu toprakların hem geçmişi hem geleceği. Rabbim bizi birlik ve beraberlikten ayırmasın."
Hakikaten geçmişimiz geleceğimiz bu hareketin liderlerince şekillendiriliyor. Geçmişimizi mümkün en uçuk kolaj halinde bizzat Davutoğlu cisimleştirdi; dev eseriyle. Geleceğimiz de, bu defa akademik katkılarıyla değil, hükümet icraatıyla yüksek ateşte kavruluyor.

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Şeytan kimin suretinde iş görüyor?

Medeniyet teorisyeni Başbakan Ahmet Davutoğlu, kendini yamaç aşağı yuvarlamaya devam ediyor. Yuvarlandıkça hızlanıyor, hızlandıkça yoluna çıkan her türlü tuhaf cisim bedenine yapışıyor, etrafını sarıyor. Fenası, gözlerini kapatıyor, onu göremez, düşünemez kılıyor.

İnsan böyle bir iktidarın has elemanlarından, akıl hocalarından olup da İstanbul'u mahveden "şeytanî yaklaşım"dan sözeder mi? Sözedildiğini duyunca öbür odalara, hattâ başka diyarlara, hattâ uzak coğrafyalara kaçması icap etmez mi?

Meta-Physical / Metafizik boyut

İnanın, işin siyasî tarafından çok bu veçhesini merak ediyorum artık. Bunca yaygın çocuk kandırma pratikleri, zaman, mekân kavramlarını hiç eden yakıştırmalardan teorik zeminler inşa etmeler, açığa çıkması iki dakika sürmeyecek yalanlardan ve tarihin görüp göreceği en mesnetsiz hamaset çamurundan kuleler yapıp bunların üzerinden haykırmalar... Şüphesiz Davutoğlu'na has özelliklerden sözetmiyorum. Bir tür İslâmcı aklı; en olmayacak masallardan tarih üretmesi haydi yine bir nebze izah edilebilir; akıldan başka her şeyden beslenerek ve akıl dışında her yere hitap ederek varolmaya, kendini saydırmaya çabalıyor. Ve fakat bu akıl dışı bölge neresidir? İnsan denen varlığın hangi karanlık dehlizlerinde bunca mantık dışılık, bunca gerçek dışılık birikip birikip ortalama insanın idrak etmekte böylesine zorlanacağı neticelere yolaçıyor?

Hayır, şu son örneğe pişkinlik deyip geçemiyorum. Günlük siyasî düelloyu pek önemsiz kılacak derinliklerde teşhis ve tedavi sorunları var önümüzde.

Ne güzel komşumuzdun sen Devlet Bey...

Radikal, 02.07.2015

Hay Allah, muhayyel muhalefet ittifakının çelik halkası, müstakbel aydınlık, demokratik Türkiye'nin başlıca güvencesi Milliyetçi Hareket Partisi nasıl da demokrasi mücadelesine ihanet etti! O Devlet Bahçeli yok mu Devlet Bahçeli! Nasıl da AKP yancılığı yaptı! Halbuki halkımız MHP'den neler bekliyordu!..

Bildiğin Başbuğ (Führer) önderliğinde, devletin en karanlık ve kıyıcı derin hücreleriyle koordinasyon içerisinde örgütlenmiş bir parti olabilir, ne var? Memleketin çeşitli yerlerine kurulan komando kamplarında profesyonel dövüşçüler, katiller yetiştirilmiş, bunlar partinin saflarında ortalığa salınmış olabilir, sorun mu? Sokaklarda binlerce insan öldürmüş, Anadolu şehirlerinde Alevî katliamları tertiplemiş olabilirler, sakıncası mı var?

Yok. Niye? Çünkü Devlet Bahçeli onları sokağa salmıyor, bizi öldürtmüyor. Aferin! Kendilerini tebrik ediyoruz. Hakikaten, 1980 sonrasında şöyle ağız tadıyla bir elli-yüz kişi öldürdükleri katliam yok. (Bugün bir yıldönümünde daha kurbanlarımızı andığımız Sivas Katliamı doğrudan onların eseri değildi; muhtemelen büyük ölçüde, Sivas esas olarak BBP'li olduğu için.)

Kürtler ve TC'nin iki büyük handikapı

Radikal, 30.06.2015

Gerek Türkiye içinde gerekse etrafta meydana gelen onca değişim, herkesin kendini ayarlamasını gerektiren onca gelişme, çok hayatî iki düzlemde ufacık taşı bile yerinden oynatmadı. İlkin devlet katında, “Kürtler” lafı geçer geçmez devreye giren refleksler değişmedi. İkincisi, toplumun gerek dindar gerek seküler “çoğunluk”unda hissedilenler, -daha doğrusu, korkulanlar- onyıllar öncesindekinden pek farklı değil.

Oysa “Kürtler” diye bir başlık atarsanız bunun altını otuz sene önce yazdığınız metinle dolduramazsınız. On yıl önceki de uymaz; yetersiz ve ömrü dolmuş kalır. Suriye içsavaşı ve DAİŞ sonrası Ortadoğu koşullarında “Kürtler” başlığının altı bambaşka ölçütler, veriler, bilgiler ve öngörülerle doldurulmak zorunda. Hattâ, DAİŞ'in Kobanê'den püskürtülmesi ve Tel Ebyad'ın -Kürt-Arap müttefik kuvvetlerince- yeniden ele geçirilmesi sonrasında yazacaklarınız dahi öncesine göre farklı ifadeler, ilave bilgi ve öngörüler içermeli. Hele HDP'nin yüzde 13'ünden sonra!

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Wikileaks - Afganistan'da Suudi parmağı

WikiLeaks'in ortaya çıkardığı belgelere göre, Suudi Arabistan'ın, Afganistan'daki Hakkani örgütüyle ilişkisi var. Hakkani örgütü, hakkında sık sık "Afganistan'daki en tehlikeli örgüt" gibi başlıklar gördüğümüz, güçlü bir teşkilat. Şu anda ABD ve Batılı kuvvetlere karşı büyük tehlike oluşturuyor, ancak örgütün kurucusu Celaleddin Hakkani, Sovyetler'e karşı savaş döneminde CIA için en gözde cihatçılardandı.

Washington Post'un haberine göre, Suudi Arabistan'ın Pakistan büyükelçisi, 2012'de örgütün malî işlerini yürüten Nasırüddin Hakkani ile görüşmüş. Hakkani görüşmede büyükelçiden, örgütün kurucusu, babası Celaleddin Hakkani'nin Suudi Arabistan'da tedavi görmesi için yardım istemiş. Suudi dışişleri belgesine bakılırsa, 2010'dan bu yana Birleşmiş Milletler terör listesinde yeralan örgütün kurucusu Celaleddin Hakkani'nin Suudi pasaportu var!

Washington Post, İslamabad"daki Suudi büyükelçiliğine ulaşmaya çalışmış, ancak oradan görüş alamamış. Afganistan yetkilileri de herhangi bir tavır belirtmemişler. Amerikalılar ise sadece ortaya çıkan belgeleri incelediklerini söylemişler.