Radikal, 16.07.2015
Yunanistan'ın Avrupa'nın hükümdarlarıyla boğuşması, farklı birkaç meseleyi önümüze koydu. Bunlardan ilki, eşitlikçi, adaletçi olmasa da görece demokratik bir "ideal" olarak Avrupa Birliği kavramının çöküşü. İkincisi, Almanya'nın, 2. Dünya Savaşı sonundan bu yana, uzun ve zahmetli uğraşlarla anca kısmen temizleyebildiği zorba imajının başka kılıkta tekrar canlanması. Solla, toplumsal değişim mücadelesiyle, politika kavramıyla, apolitiklik ve hariçten gazel okumakla vs. ilgili meseleler de var, ama şimdilik çerçevemizi neoliberallerin küstahlığıyla sınırlı tutalım.
Yaşanan sürece sırf “ekonominin gerekleri” gibi bir açıdan bakmanın -bizzat hareket noktasının şaibeliliği bir yana- ne kadar sığ ve isabetsiz kaçacağını, olan biteni “ekonomik tedbirlere dair görüşmeler” diye adlandırmanın düpedüz münasebetsizlik olacağını anlamalıyız.
“Yunanistan krizi”nde Avrupalı banker&bürokrat koalisyonunun dayatmacı tutumuna açıkça karşı çıkan Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz, meselenin ekonomi meselesi olmadığını, derdin Yunanistan'a boyun eğdirmek olduğunu açıkça dile getirmişti.
Stiglitz'e “aşırı solcu” muamelesi yapıp dediklerine kulak tıkayacak “serbest piyasa” militanları içinse, Bir Liberalin Vicdanı diye kitap yazmış, aynı adlı blogu yaklaşık on yıldır New York Times bünyesinde yayımlanan Paul Krugman'dan gelsin! Krugman, (Avrupalı on dokuz maliye bakanının oluşturduğu) Eurogroup'un Yunanistan'a dayattığı paketi “çılgınlık” diye niteledi, Twitter'da kampanya sloganı yapılan #ThisIsACoup (BuBirDarbedir) başlığını kesinlikle haklı bulduğunu ilan etti ve müzakere süreci boyunca “bir şekilde ekonominin ikincil mevzu haline geldiğini” söyledi. Çünkü, Krugman'a göre esas amaç, Yunanistan'ın “ulusal egemenliğini tamamen yıkmak”tı.
Bunlar, Yunanistan'ın müstafi maliye bakanı Yanis Varufakis'in görüşmelere dair anlattıklarını bütünüyle doğrulayan tesbitler. Varufakis, Avrupalı bakan ve bürokratların görüşmeler boyunca takındıkları küstahça tavırları kanlı canlı tasvir etti. Üzerinde uzun uzun çalıştıkları önerileri sunarlarken nasıl kimsenin dinlemediğini, herhangi bir önerilerini anlattıklarında nasıl herkesin boş boş baktığını anlattı: “İsveç millî marşı da söyleseniz aynı tepkiyi alırdınız,” dedi.
Varufakis, “Başbakan Tsipras'ın beş yıldır Avrupa politikalarına yönelttiği bütün eleştirileri ona yedirmeye karar vermişlerdi,” diye özetledi işin bir yanını. Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF'den oluşan “Troyka”, her şeyden önce, hiç kimsenin, hele Yunanistan gibi ufak, güçsüz devletlerin, bu merkezî iradeye aykırı hareket edemeyeceğini gösterme peşindeydi. İspanya gibi, İtalya gibi ülkelere de başlarına gelecekler şimdiden gösterilmeli, hadlerini bilmeleri sağlanmalıydı.
Ve bütün bunlar, Yunanistan hükümetini temsil eden insanların dediklerine sinek vızıltısı muamelesi yaparak, bizzat kişisel onurlarını kırarak, onları küçük düşürerek yapılmalıydı ki, herkese ibret olsun. Avrupalı nezaketinden, bir dayanışma mekanizması olarak Avrupa “birliği”nden eser kalmamıştı ortalıkta. Yunanistan heyetindeki danışmanlardan biri, Eurogroup Başkanı Jeroen Dijsselbloem’in kendilerini nasıl düpedüz tehdit ettiğini açıkladı. Hollandalı siyasetçi, basbayağı, “kemer sıkma anlaşmasını imzalamazsanız bankalarınızı batırırız” demeye getirmişti.
Gerçi Almanya Başbakanı Angela Merkel, 13 Temmuz akşamı, “Zorluklarla karşılaştığımızda, Avrupa'nın birliği fikrinin ne büyük hazine olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız,” dedi, Avrupa'da 500 milyon insanın “özgürlük, demokrasi ve hukuk devleti değerleri üzerine kurulu” bir topluluk içerisinde yaşadığını söyledi. Ancak Merkel'in laf ola tekrarladığı beylik tarifin hangi gerçeğe denk düştüğü artık epeyce belirsiz.
Zira, müstafi bakan Varufakis'in çizdiği tabloya göre, demokrasi idealleriyle biraraya gelmiş insanlardan çok, Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schäuble'nin yönettiği bir zorbalar timi, artık Avrupa'nın tepesindeki.
Schäuble gibi faşizan siyasetçilerin yön verdiği Almanya politikasının, epeyce tehlikeli bir rotaya oturmak üzere olduğu anlaşılıyor: Tek merkezden (şüphesiz Berlin) sıkı disiplinle yönetilen bir neoliberal Avrupa. Böyle bir Avrupa'da şüphesiz “zayıf” ulusların söz hakkı olmayacak. Varufakis'e göre Schäuble, “bir malî sorumlunun ulusal bütçeleri veto edip egemenlikleri çiğneyebildiği bir Avrupa düşlüyor”.
Schäuble'nin Avrupa'sında, muhtemelen, güçlüler arasından disiplini bozmaya kalkan olursa da aralarından en güçlüsü onu hizaya getirecek. Nitekim, Yunanistan'ın üzerine bu kadar şirretçe ve hoyratça çullanılmasının ardında, Almanya'nın Fransa ve İtalya'yı hizaya getirme hesaplarının bulunduğunu ileri sürenler var. Merkel ile Schäuble'nin, “ne pahasına olursa olsun birlik” yerine disiplinden yana olduğu biliniyor.
İzlediğimiz süreç, Yunanistan'dan önce, Avrupa'nın nereye gittiğini sormamızı gerektiriyor. İki simgesel olay, sorunun aciliyetini ortaya koyacaktır.
İlki, Yunanistan heyetinin âdetâ azarlandığı toplantıları yürüten “Eurogroup”un şaibeli varlığı. Varufakis'in anlattığı olaya bakın: Bir aşamada, Eurogroup, Yunanlı temsilcileri almadan toplanmaya kalkıyor. Euro bölgesi maliye bakanlarının ancak oybirliğiyle karar alabileceğini öne sürüp, “bunu yapamazsınız” diyorlar. Başkan, “Eminim, yapabilirim,” deyince Yunanlılar yasal dayanak göstermesini talep ediyorlar. Bunun üzerine ortalık biraz karışıyor, danışmanlar, hukukçular koşuşturuyor, telefonlar ediliyor, oraya buraya bakılıyor... Sonuçta gelip Yunanlılara diyorlar ki: Eurogroup'un kuruluşunu, faaliyetini düzenleyen herhangi bir yasa veya anlaşma yok!
“Euro bölgesi maliye bakanları”nın böyle JİTEM gibi, gerektiğinde “yoktur” denebilecek bir örgüt halinde toplanıyor ve bir ülkenin geleceğine dair talimatlar dayatıyor olabilmesi pek tuhaf ve ürkütücü görünüyor; lâkin Varufakis'in anlattığı bu.
İkinci olay, Almanya Maliye Bakanı Schäuble'nin, bizzat parlamenter demokratik sistemi manasız ilan eden tavrı. Demiş ki: Sizden önceki hükümetlerle yaptığımız anlaşmaları sırf bir seçim oldu diye değiştiremeyiz. On dokuz ülkeyiz, devamlı biryerlerde seçim oluyor, her seçimden sonra kararlarımızı mı değiştireceğiz?
Bunun üzerine Varufakis kalkıp, “O halde borçlu ülkelerde bundan böyle hiç seçim yapılmasın,” demiş.
Peki kimse cevap vermiş mi? Müstafi bakan, “Bu dediğimi hiç de garip karşılamamış olabilirler,” diyor.
Bu şartlarda, “efendim ekonomi...” diye kaş kaldıranlarla aynı meseleden bahsetmediğimiz ortadadır. Avrupa Birliği fikri, her şeye rağmen, varlığı yokluğundan iyi bir güçtü. Milliyetçiliğe, düşmanlıklara karşı iyiydi. Ölümcül darbeleri Nazi fikriyatını ve hissiyatını sürdürenlerden alması belki de normaldir. Çünkü çöküş süreci bugün değil, göçmenlere karşı sınırlara duvar projeleri görüşmek üzere içişleri bakanları toplantıları yaparak başlamıştı.