"Tam bilmiyoruz, bir IŞİD eylemi mi. Yani fotoğraf onu gösteriyor. İşte, MLKP diyenler de var şu anda, bir tür öyle bir iddia da var ortada. Çünkü oradaki fraksiyonların ne kadar birbirlerine acımasız olduklarını geçmişte de biliyoruz. Bir IŞİD eylemi ise..."Gereksiz olduğunu biliyorum. Belge kalsın. Basit, elzem sorular:
• "MLKP diyenler" kimler? (Yani: öyle birileri var mı?)
• "Fotoğraf" IŞİD ihtimalini "gösteriyor" ise "MLKP diyenler"in hangi argümanları bu ikinci iddiayı da zikretmeyi gerektirecek güçte?
• Güçlü veya değil, bu argümanlar neler?
• "MLKP diyenler"i argümanlardan ötürü değil de sıfatlarından/konumlarından ötürü ciddiye almamız gerekiyorsa bu özellikler nelerdir?
• "Geçmişte"ki hangi olay, bize Suruç'taki bu katliamı MLKP veya bir sol "fraksiyon"un yaptığını düşündürüyor?
• "Oradaki fraksiyonlar" kimler?
"Yüzde ellinin medyası olmasın mı?" teziyle, Türkiye'de gazeteciliğin, zaten içinde debelendiği bataklıkta, bir daha hiç çıkamayacağı kadar derinlere batmasına yolaçanlar arasında seçkin yerini alan Karaalioğlu, elbette bu soruların cevaplarını bizim kadar biliyordu. Buna rağmen, sırf ortadaki mâkûl izahatı bulandırmak ve hakiki katliamcıları esirgemek için mesnetsiz bir MLKP lafını ortaya sürüyordu. İzleyici, o an için, net bir "IŞİD" lafı duymak yerine, "başka birileri de olabilirmiş" bulanıklığında, buruşturulmuş bir mesaj alacaktı; hedef buydu.
Bunun adı, dezenformasyonla karışık kara propagandadır. Angaje propagandacıların gazeteci kimliği ve sıfatıyla ortalıkta dolaşabilmesi, Türkiye basın ortamının meslek ahlâkından, değerden yoksunluğu sayesindedir.
Bu yazıyı hazırlamış, ama yayımlamamıştım. 22 Temmuz gecesi, katıldığı bir televizyon programında Bülent Arınç, Suruç'ta otuz iki insanın can verdiği gün HDP yöneticilerinden kimsenin niye bulunmadığını, yani niye patlamada bir-iki de HDP yöneticisinin ölmediğini sordu. Ölenlerin hepsinin HDP'li oluşunu geçtik, bu ne utanç verici bir çakallıktı? Akla vicdana sığmaz ama "onlar yaptırdı" demeye getiriyordu. AKP propaganda aygıtından Hilal Kaplan da, "Eşbaşkan Figen Yüksekdağ gidecekmiş, son anda vazgeçmiş" gibi sözlerle, bu kara propagandayı yaymaya çalıştı. Bir ara kendisine, "ne de olsa insansın, yalnız kaldığında filan hiç mi huzursuzluk duymuyorsun, bu alçalmanın bir sınırı olacak mı?" diye sormak geçti aklımdan. Enayiliğime kızdım, vazgeçtim. Karaalioğlu'na, Arınç'a da soramayız böyle bir soruyu. Manası olmaz. Ne kadar acı, onlar için.
Aynı gece (biraz önce), Milliyet yazarı Kadri Gürsel'in, tweet'leriyle "yukarıyı" rahatsız ettiği için işten çıkarıldığını öğrendik. Yani mesele gazeteye yazdığı bir yazısıyla ilgili sorun çıkması falan bile değildi. Birileri "atın şu adamı!" demiş, dönemin başbakanıyla telefonda görüşürken ağlayan ve bu sayede bir ara AKP'ye muhalefetin cibiliyetine değil boyuna kilosuna kıymet verenlerce "Seksen yaşında adamı ağlattı" dramalarının baş aktörü yapılan patron da Kadri Gürsel'le "yollarını ayırmış"tı.
Ben de Karaalioğlu ile ilgili faslı, "belge kalsın" bâbından yayımlayayım dedim. Ne de olsa yazının o kısmı Türkiye basın ortamından bahisle sona eriyordu.