"Camiye ayakkabılarıyla giren iki ayaklı hayvanlar caminin içinde bira içtiler, sigara içtiler ve öpüştüler, seviştiler."
Hasan Karakaya, 15 Temmuz 2013
"Çok cesur ve etkin bir kalemimizi Hasan Karakaya’yı kaybetmenin üzüntüsü içerisindeyiz."
Ahmet Davutoğlu, Başbakan, 1 Ocak 2016
Akit gazetesi Türkiye'nin özgün fenomenlerindendir. İsteyen, "millî değer"lerimiz arasına da katabilir. Faşizan İslâmcılığın bayraktarı görünür, fakat zaman zaman çeşitli icraatları devletin derinlikleriyle ilişkisine dair şüpheler uyandırmıştır. (Eşber Yağmurdereli'ye ettiklerine bir göz atsanız yeter.) Belirtmeye gerek yok ki, İslâmcı kesimde hiç kimse, bu mevzuyu kurcalamaya kalkmamıştır.
Niye?
Çünkü cesaret edememiştir, bu birincisi. Mâkûl her insanın Akit'i üzerine sıçratmaktan korkması gayet doğaldır. Bu kötülük makinesiyle uğraşmayı göze alan pek az kişi çıktı. Akit'in üzerine pislik boca ettiği Müslüman şahıslar genellikle "Allah'a havale etme" kaçamağına başvurdular. Ötekiler zaten ne yapsa fayda etmezdi.
Ancak, Akit'e tavır alınmayışının bir de ikinci sebebi varmış. Yıllar içerisinde bunu gördük. Şahsen benim de en büyük yanılgılarımdan biridir.
Askerî vesayet zamanında görüştüğümüz konuştuğumuz İslâmcı aydınlara neden Akit'in samimi, ahlâklı insanlarca bir türlü net şekilde dışlanamadığını sorar dururdum. Sorardım, çünkü bu gazete konusunda karşılıklı aynı şeyleri söylerdik. Tatmin edici bir cevap alamazdım açıkçası. Genellikle Akit'in etkisinin aslında marjinal düzeyde olduğunu, dindarların baskı altına alınmadığı demokratik bir ortamda esamisinin okunmayacağını söylerlerdi. Çok da akla uzak görünmüyordu o sırada. Belki öyle olmasını istediğim için kendimi kandırmışım, bilemiyorum. Dindarlarda belirli bir ortalama ahlâk seviyesi bulunacağını varsayıyor, gerçek miktarı tesbit etmek için mikroskop alıp uzun uzun aramak gerekeceğini düşünemiyordum.
Oysa şu "ikinci sebep" dediğim şey, asıl hakikatmiş: Demokrat, medenî, ahlâklı görünen İslâmcıların çoğu da Akit'e pek uzakta değilmiş. En azından, bu kötülük kaynağı, onların kabul sınırları içerisinde yeralıyormuş. İktidarın insanların ahlâkını bozmasından daha fena bir vaziyet varmış.
Siyasî hasımlarına, sevmediği beğenmediği insanlara "ulan köpek oğlu köpek”, "ulan pezevenk", "ulan kaltak", "orospu" diye bağırarak salyalar saçan bir insanın liderin uçağında dolaşması elbette simgeden öte anlamlar taşıyordu. Hasan Karakaya'nın da yeraldığı uçak fotoğrafları, kendinden saymadığının ölümüne üzülmediğini haykırarak ilan eden bu adamın zaferinin resimleriydi aslında; öbürleri figürandır. Akit, çeşitli renkleri ve eğilimleriyle bütün bir İslâmcı camiayı kendisine doğru çekmeyi başarmıştı.
Bunu öncelikle neyle becerdi, diye merak edenlere, kendi tahminimi söyleyeyim: Öncelikle, başka her türlü duygunun yerine nefreti geçirerek. Nefret kuvvet verir, diri tutar, kendini sorgulamanı önler, hele sen kalabalık ve güçlüysen, ayrı bir şevk ve haz verir. Filanca taşra üniversitesindeki faşizan genç ile edep erkân bilir gözüken büyükşehirli "entelektüel" fark etmiyor, günümüzün ortalama İslâmcısı, Akit çizgisindedir. İlk gerilim anında hepsinin bakışlarına yerleşiveren o nefretin yaygınlaşıp kurumlaşmasında, bir kimlik özelliği haline gelmesinde şüphesiz Akit büyük pay sahibidir.
İkinci araç, oportünizmin, sadece bir siyasî mücadele yöntemi olarak değil, âdetâ bir varoluş tarzı olarak yerleştirilmesidir: Mücadelenin ahlâkı olmaz. Yalan, iftira, her tülü pislik mübahtır. Siz yaptığınızda bunlar pislik sayılmaz, çünkü dava için yapılmaktadır. İftira için dayanak gerekmez. Gerekirse yalanınızın tam aksini de söyleyebilirsiniz. (IŞİD'in "teorik" kılavuzlarından Vahşetin Yönetimi'nde yapılan bir ayrımın benzeri, sanırım bu rezilliği meşrulaştırmada Türk İslâmcısına yol gösteriyor: "Bu savaş, İslâm değil ki! İslâm'ın kuralı başka, savaşınki başka!" Kısa yoldan söyleyeyim: Değil. Nasıl savaşıyorsan osundur.)
Yani Hasan Karakaya, kazanmış biri olarak, muzaffer bir savaşçı olarak öldü. Nefret ettiği insanlar olarak bizde uyandırabildiği nefret ve kötülük duygusu bile onun başarı hanesine yazılacaktır. Buna karşılık kaybeden kimdir ve kaybedilen nedir; buna kimsenin kafa yoracağını sanmıyorum. Yine de işe yarar umuduyla şu basit soruyu sorayım: Bir ülkede, ölenin arkasından kötü konuşmama âdeti ortadan kalktığında esas kimler kaybeder, ne kaybedilmiş olur?
Belki şöyle söylemeliyiz: Hasan Karakaya ölmedi, siyasetçisiyle, aydınıyla nefret dolu bir siyasî harekete, bireyler ölçeğindeyse bir düşünüş-davranış tarzına dönüştü. Gözü kendinden başkasını görmeyen, kendiyle kendinden geçmiş, suçunu günahını bile fark etmekten aciz bir insan grubuna.