Radikal, 24.12.2015
Diyarbakır’ın iç sesini bize iletenlerdendir Şeyhmus Diken. Radikal'den Cem Erciyes'e, “Sur’da Hendek savaşı” diye haberleştirilen şeyin nasıl bir “kültürel soykırım” olduğundan sözetmiş. Yitirilen can, çekilen işkence, kusulan nefret, sergilenen vahşet, biriken öfke... bunların yanında, bir de mekânın yok edilişi var. Mekân, sırf yer, etraf vs. demek değil ki. Hele Suriçi gibi bir yerde. Zaman demek, tarih demek, kök demek. “Kültürel soykırım” yanlış bir tâbir değil. Abartma sayan, yerine “toplu imha” desin; vahamet azalmıyor.
Bir ortam, bir çevre, bir zemin yok ediliyor. (Türk inşaat sektörüne peşkeş çekilecek olması ihtimali, “millî değer”lerimize, cibiliyetimize pek yakışır, fakat bu iğrenç konuyu şimdilik bir tarafa bırakalım.) Bir hayat alanı, yaşamın bazı imkânları ortadan kaldırılıyor. İçinde soluk alıp vereceğimiz, göreceğimiz duyacağımız, üzüleceğimiz sevineceğimiz, hakkında fikir yürüteceğimiz, düşüneceğimiz, velhâsıl yaşayacağımız bir atmosfer dağıtılıyor. Suriçi'ni harap etmeleri, güvenlik meselesi değil. Siyasetin sınırlarının çok ötesine geçen, siyasî olmaktan çok, bütün hayatı kapsayan, insanî bir mesele. “İnsanlar hiçbir şey düşünmüyor, düşünemiyor,” demiş Şeyhmus Diken. Düşünemezler, evet. Farkında olmadan biryerlere tutunuruz, ayağımızı bir yere basar, dirseğimizi bir şeye dokundurur, öyle düşünürüz. Sokağımızın köşesindeki eski evin yıkılması, yerine saçmasapan bir bina dikilmesi bu yüzden bizden, manevî âlemimizden birşeyler koparıp götüren, bizi eksilten, kabiliyetimizi azaltan, kötü bir değişimdir. Birilerinin gelip bizi öldürerek tarihimizi, köklerimizi, düşünürken dokunduğumuz şeyi yok etmesi, bununla kıyaslanmayacak kadar tahrip edici.
Her şeyimiz tahrip ediliyor. Düşünemeyenler sadece Amed'dekiler değil.
Dün, her geçen gün daha çok kararan, her yerinden felaketler taşan dünya ile ilişki kurduğumda Cizre’de henüz iki kişi ölmüştü. Kısa sürede bu üçe çıktı. İstanbul'da polisin yargısız infazında can veren iki kadının nasıl öldürüldüğüne dair korkunç ayrıntılar öğrenirken, bir yandan da daha önce ağır yaralanan bir başka insanın can verdiğinden haberdar olduk. Evinin önünde, evinde, camdan başını çıkardığı sırada vurularak ya da evine “isabet eden” top mermisi yüzünden ölenler, beş çocuk babası bir adam ile 50 ve 55 yaşlarındaki birer kadındı. Bazı cenazeler hâlâ ortalıktaydı, sevdiklerini kaybetmiş insanlar, bari cenazeleri çürümesin diye çırpınıyorlardı. On günde on beş can gitmişti. Doğru dürüst açıklanmadığı için, asker-polis can kayıplarını bilmiyoruz.
İstanbul'da Sabiha Gökçen Havalimanı'ndaki patlamaya ne yolaçtı, ekmek derdindeki temizlik görevlisi neden, nasıl öldü, onu da bilmiyorduk, ben bu yazıyı yazarken.
Aşağı yukarı her güne böyle bir bilançoyla başlıyor, zar zor uyuyabilene kadar, kabaran, kıvamı koyu, kara bir buluta dönüşen felaket dökümünün altında eziliyoruz.
Ezilmemiz sadece olan bitenin ağırlığından, dayanılmazlığından değil. Karşı koyamıyor, engelleyemiyor olmaktan. Hak aramaya, örgütlü mücadeleye alışık değiliz. Ayrıca, karşımızdaki, siyasî kavramlarla tanımlanabilecek bir kuvvet olmaktan çıktı. Nefretin devlet olarak örgütlenmesiyle karşı karşıyayız. Yapılan “terörle mücadele” değil, alâkası yok. PKK ile savaş da değil. “Çoluk çocuk dinlemeyiz, yaşlı adamı da ana karnındaki bebeği de vururuz” denerek, okul sınıflarına girip tahtalara olmadık laflar yazıp önünde bayrakla pozlar vererek sonuçta ne elde edileceği ayrı tartışma konusu. Bunlara maruz kalmaksa müthiş aşağılayıcı. Yaralı çocuğunu hastaneye götürebilmek için çırpınan beyaz bayraklı insanların çaresizliğini izleyen de bu travmadan muaf kalamaz ki. Kalamıyor zaten.
Ancak bu böyle gitmez. Bu böyle giderse, doğacak sonuç ne olursa olsun, yüzümüzü yerden kaldıramayız. Daha fenası, başlarına gelen felaketleri önleyemediğimiz insanların geleceğine de hayrımız dokunmaz.
“Elim iş tutmuyor,” demiş Şeyhmus Diken. Kültür-sanat, fikir-siyaset alanlarında birşeyler üreten insanların halini pek özlü anlatmış. Elimiz iş tutmuyor.
Fakat tutmalı. Koca bir ülke, sırf çıkar ve iktidar uğruna durmadan yalan söyleyen, insanın değerli ne özelliği varsa ayaklar altına alan, gözünü kan ve tahakküm hırsı bürümüş birilerinin sözüne ve sesine mahkum bırakılamaz. Zihnimizi ve vicdanımızı hedef alan bu savaş içerisinde Kürtlere reva görülen korkunç mezalim bile meselenin bütünü değil. İnsanlığımızdan çıkacağız. Ne kadar öyle idiysek...
Yüreğimiz kanıyor, damarlarımız yırtılıyor olabilir. Başımızı kaldırmalıyız. Gözümüz karabasandan ötesini göremiyor olabilir. Kalkıp yürümeye çabalamalıyız. Ölüsünü battaniyeye sarmış, karşısında oturan insanlar yaşıyor şu anda biraz ötede. Top sesleri bile yerlerinden sıçratmıyor onları. Acı içlerini kavururken sessizce oturuyorlar. Öyle bir sessizlik ki o!..
Bizler, bodrumda, karanlıkta, susuz oturmayanlar, can vermiş sevdiklerini battaniyeye sarmış, gömebilmeyi umarak beklemeyenler, daha fazla şikayete hakkımız olmadığını bilmeliyiz. Sarsıntı, travma, eyvallah; kalkmalıyız. Bugünü değiştiremiyorsak yarın için, biz beceremiyorsak becerebilecek başkaları için kalkmalıyız, elimiz iş tutmalı. Hangi işi tutabiliyorsak.
Yazar, çizer, öğrenir, anlatır, gazetecidir, anlar bilir, romancıdır, sinemacıdır, yarına kalacak birşeyler üretebilir... dediğiniz herkesten bunu beklemelisiniz, değerli okurlar. Yakınmanın o ılık, rehavete sürükleyen ateşi, yanıltıcı ve baştan çıkarıcı. Yakınacak birileri varsa, doğrudan zulme uğrayanlardır. Biz durumu değiştirmek için çalışması gerekenleriz.
İçimizde düğümlenip soluk kanallarımızı tıkayan duyguları ifade edip bir nevi tercüman olmak, insanlara yalnız olmadıklarını duyurmak güzel. Ama dünyayı değiştirmek için bilgi ve çaba gerekiyor. Ve doğru siyaset. Biz yazar-çizerler siyasette genellikle beceriksiz oluyoruz. Ama doğru ve -şu riyakârlık âleminde her şeyden önemlisi- dürüst siyasete yarayacak bir sürü şey üretebiliriz.
Bireyler olarak, hiçbirimiz o kadar önemli değiliz. Ana karnında vurulmuş bebeğin yanında kim nasıl önemli olabilir? Önemli değiliz. Ama ürettiklerimiz önemli olabilir. Bir şiir, üç beş insanı birbirine bağlayabilir. Bir roman, insana hiç tanışmayacağı ama güvenebileceği dostlar kazandırabilir. Bir şarkı, serilip kalacak insanı ayakta tutabilir. Bir film, bakmadığın yere baktırabilir, kulaklarını gözlerini açabilir. Ve doğru, yerinde, zamanında haber ve çıkar için eğilip bükülmemiş bilgi, hakikatin bilgisi, muktedirlerin tankını topunu boşa çıkarabilir. Haber, araştırma ve doğru bilgi, medya alanının mutlak denetim altına alınmaya çalışıldığı bir zamanda belki hepsinden önemli.
Ayrıca, boyun eğmemenin ve uğraşmanın kendisi, özgürlüğe doğru büyük bir adımdır.
“Kürtleri katlediyorlar, yanımızdaki yöremizdeki insanlığı öldürüyorlardı, biz de oturduk üzüldük...” Olmaz! Elimiz iş tutmalı.