Radikal, 15.12.2015
Hiçbir şey, memleketin bir bölümünde resmen savaş çıkarılmışken toplumun “Türk tarafı”nda hüküm süren aldırışsızlığı ve tepkisizliği izah edemez.
Lâkin şu haklı soru bazılarımızın elini kolunu bağlıyor: “Peki ses çıkaralım da, nasıl?”
Daha beteri de var. Eğer ilk soru el kol bağlıyorsa, bu ters kelepçe takıp yere yatırıyor: “Diyelim ağzımızı açtık; ne söyleyeceğiz?”
Bu kahredici soru yüzünden hayatı kararmış olanlarımız, oturmuş ölüm ve zulüm haberleri bekleyenlerimiz. Kazara tebessüm etmeye, yediği şeyin tadını almaya, uyumaya utananlarımız. Haysiyetli bir toplum olsaydık çoğumuz bu halde olurduk.
Türkler nerede?
İtilen kakılan, öldürülen, evi başına yıkılan Kürtler’se, Türklerin büyük kısmı oralı olmaz, biliyoruz. Bu hafiften değişiyor sanmıştık, yanılmışız.
İki cepheden de yanılmışız. Askerî vesayetle mücadele ve Çözüm Süreci dönemlerinde, dindar çoğunluğun kalp kapısı azıcık aralandı sandık. Meğer minik Esedullah’lar eğitimden dönüyormuş, onlara açılmış kapı. İslâmcı iktidar adına yerli ve millî yüzde 49’a seslenen propagandacı takımı, “Yüz kişi öldürülecek, iki yüz kişi imha edilecek!” diye haykırıyor. Ağızlarından salyalar akıyor. Neyin kompleksi, neyin hıncıdır?
Dinin ahlâkla illâ münasebetinin kurulması gerekmediğini -Allah’a şükür!- öğrenmiştik. Şimdi de ümmet fikrinin faşizan milliyetçilikle hâzâ çelişmediğini idrak etmekteyiz. Buradan çıkış yolu, Kürtleri PKK, PKK’yi de dinsiz, Allah'sız, kâfir ilan etmekle bulunuyor.
Kimileri bir basamak daha alçalıyor ve “bunlar zaten Ermeni” sapağından tüyüyor. (Evet, bu mesafe, sahiden de tek basamaktır.) Hüküm süren, siyaset dini. Dayanakları da icapları da pek somut. Ayet, hadis, fetva, her şey sana yaradığınca var. Kendinden başkasından nefret ediyorsun. Hükmetmeye öylesine takılmışsın ki, niyetliyken bile kendi safındaki suçu günahı yalayıp yutmakla meşgûlsün. Karşında Kürtler olunca ümmet falan kalmıyor.
Ruhunu muktedir mütehakkim İslâmcılığa kaptırmış Türk’ten çıt çıkarmasını dahi beklemiyoruz, zulme bari bu kadar cânı gönülden katılmasa, demekle yetiniyoruz.
Gezi Parkı merdivenlerini çıkarken hemen soldaki bayraklı halaylı Kürt varlığına kendini alıştıran modern büyükşehir insanları sevgili Cumhuriyet’lerinin gidilmeyen görülmeyen doğu ve güneydoğuda neler ettiğini en azından sezdi sandık, “meğer medyaya kanmışız, hakikati bilmemişiz” derlerken, değerli bir utancı utangaçça ifade ediyorlar sandık. Meğer yalnız Toma’ya karşı renksiz (yeşilsiz sarısız kırmızısız) takviye kuvvet ararlarmış onlar da.
Hendek Türkiye'nin sahici fay hatlarına denk geldiğinden düşman kardeşler karşısında birarada. Besmele çekeni damdan su deposu vuruyor, TC rumuzlusu ağır makineliyle cami tarıyor, kurt işareti yapanı akreple cenaze sürüklüyor. Sonra duvara biri “dişime kan değdi” yazıyor, öbürü ay-yıldız çiziyor, üçüncüsü de “hilali büyük yapsaydın” diyor herhalde.
Bu vatanseverlik değil. Bu, birilerine “burası sizin vatanınız değil” demek. Bunlar, kurum olarak kendini ciddîye alacak devletin yapacağı işler değil. “Ama PKK! Ama hendek!”, şu yapılanı meşru kılmaz. PKK, senin hukukuna isyan etmiş silahlı örgüt. Vergimi ona mı veriyorum? Onun yöneticilerini mi seçiyorum? Sense devletsin. Yasan, hukukun yoksa sen nasıl devletsin? Ne demektir resmî araçtan hoparlörle küfür edilmesi? Ne demektir savaş için ilçeden memuru öğretmeni çekmek? Şu cümleler benden okurlara gidene kadar kaç kişi ölecek?
Evet, “Türkler”, elbette “vatan”ı parçalamaya, üzerindeki hayatı değersizleştirmeye çalışan zevattan ibaret değil. Peki, nerededir insanca bir gelecek kurmaya aday Türk hareketi, Türk partisi? Uzaktan çıplak gözle seçilebilen tek kıpırtıyı, gövdesini “Kürt partisi”nin oluşturduğu hareket yaratabildi. (Sürdürebilecek olan gençlerimizi de bombayla parçalıyorlar.)
Gelelim alengirli sorularımıza.
İktidar koalisyonu sizden gelecek tek lafı duymak istemiyor; hattâ kimse de duymasın diye sizi kısa yoldan susturmak istiyor, TC klasiğine başvurup, “teröristi savunuyorsun” diye parmak sallıyor, sizi kulak verilmez kılıyor. Siyasî tartışmayı bu ucuz ve seviyesiz kapandan kurtarmaya kalkışan son insan, anlaşılan yine bir anahtar teslim komple suikast işlemi neticesinde şu anda toprağın altında. İktidar tarafının gözünü kan bürümüş. Nasıl laf anlatacaksınız? Anlatmam diyemezsiniz ki, iktidar bunlar; karar mercii!
Açı değiştirelim. Silahlı “Kürt siyaseti”nin savaş davetini bu kadar kolayca kabul etmesine kızıyorsunuz, Kandil’e dönüp avazınız çıktığı kadar bağırmak istiyorsunuz; fakat o sırada orayı uçaklar bombalıyor; ne yapacaksınız? İstiyor musunuz o şartlarda bağırmak? Kürtler nasıl yönetilmek istiyorlarsa öyle olmasına itirazınız yok, fakat silahlı “Kürt siyaseti”nin pek çok kararını, eylem tarzını doğru bulmuyorsunuz; ne yapacaksınız? Eleştirinizin her şeye gez-göz-arpacık hattından bakan dağdaki silahlı siyasetçiye ulaşabilmesini bırakın, hendeğin başındaki oğlan artık size kulak verir mi? Ya bu çocuklara ufacıkken eline taş aldıran, yeni yetme olur olmaz dağa koşturan, şimdi bir mahallenin bir sokağındaki hendeği savunmak için canlarını ortaya koyduran şeyi, ırkçılığa, zulme desteğiyle, susmasıyla, arkasını dönmesiyle bizzat bu işin sorumlusu olan topluma anlatabilir miyiz? Türklerle Kürtlerin eşit, özgür, çoğulcu-demokratik bir hayat içerisinde birarada varolmasının iki tarafı da insanî bakımdan zenginleştireceğini bu toplum bunca onyıl sonra nihayet idrak etti diyelim, şimdinin Kürt gençliği bunu duyduğu anda koşarak uzaklaşıyor, nasıl durduracaksınız? HDP projesi ile açılan yolun herkes için çok daha özgürleştirici ve zenginleştirici olduğunu, “hendek” diye simgelenen, direnişi şehir içlerine taşıma stratejisinin ise -yarattığı ağır insanî sorunlar bir yana- mücadeleyi askerîleştirdiğini, birçok bakımdan tecrit ettiğini düşünüyorsunuz; ne edeceksiniz? Çocuğunun cesedine sarılıp yatmış kadına bunu anlatmaya mı kalkacaksınız?
Kesin olan tek şey var, belki onu anlatabiliriz: Devletin doğuda yaptığı, kamu düzeni sağlamak değil. Bir sindirme harekâtı, teslim alma operasyonu. 7 Haziran öncesinden beri nereden nereye gelindiğini idrak edebilmeliyiz. Bu hendekler o ilk kurulan hendekler değil. Niyet barış olsaydı onları kaldırtmak kolay olurdu. Fakat savaş isteniyor. Yönetenler savaş istiyor. Sadece içeride değil, dışarıda da istiyorlar. Savaş halindeyken çok daha keyfî yönetebilecekler, çok daha sınırsız hükmedebilecekler.
(NOT: Yazıyı bitirmek üzereyken, Diyarbakır’da iki gencin hayatını kaybettiğini öğrendim. Bu gece olabileceklerden de çok endişe duyuyorum. Bu kadar acıdan nasıl olacak da hayır çıkacak, bilemiyorum.)