Başbakan bunun üzerine işte, açtı ağzını yumdu gözünü:
"Yok çay içecekmişiz de kaçak çaymış da... Gitsinler çaylarını kimle içecekse içsinler, isterse Kandil'e gitsin çayını içsin bu film senaristi. Türkiye ve etrafımız ateş çemberinde olacak. Beyefendi kaçak çaydan bahsedecek. Ben de o masaya oturacağım öyle mi? TBMM'de oturan herkes bu milleti temsil etmenin ciddiyetini taşıyacak. Gece ürettiği bazı esprilerle bizimle istihza edeceğini düşünenler, önce oturup bir ciddiyet testinden geçecekler. Ya samimi ve ciddi olurlar ve bizim bütün kapılarımız açık olur ya samimiyetten uzak durup, ciddiyeti unuturlar, o zaman da onlara hadlerini bildiririz."Baştan başlayalım: Çay içmeye neden kızmış, anlaşılmıyor. Çay, üstelik, bu memlekette sadece sahici bir "millî değer" değil, içki içmediğini cümle âleme ilan etmek isteyen İslâmcı pop starların dilinden düşürmediği bir motif. Başbakan çayın kaçak oluşuna kızmış sanki daha çok. Çay kaçaksa masaya oturmam, diyor. Var herhalde bir hikmeti.
İkinci olarak, Sırrı'yı Kandil'e gönderiyor çay içmeye. (Oysa o çoktan gidip oradakilerle çay içmiş, üstelik, Davutoğlu'na cevap verirken öğrendik ki, bunu MGK kararıyla yapmış!) Sonra, "etraf ateş çemberinde" iken çay düşünülmesine bozulmuş. Herhalde ortalık yatışana kadar çay içilmemesi gerekiyor, emin olamadım.
Bilahare, Meclis'te oturanların takınması gereken ciddiyete değiniyor başbakan. Burayı tam olarak anlayabildiğimizi sanıyorum. Lâkin hemen arkasından yine bir bulmaca: Gece espri üretilmesinde nasıl bir sakınca var? Herhalde yok. Kurulmakta olan Dünya İslâm Medeniyeti'nde esprilerin yalnız gündüz üretilmesi diye bir mecburiyet olamaz. Bu konuda uydurma hadis bile yok. Başbakanın esas kızdığı, kendileriyle "istihza edilmesi" olmalı. Dalga geçirtmem kendimle, diyor.
Gerçi aynı gün, Teşrin Barajı'nı alıp Fırat'ın batısına geçen silahlı güçlerin YPG değil "Arap unsurlar" olduğunu ortaya atarak bizzat yeni istihzalara zemin hazırladı; ama belki özel olarak Sırrı'nın dalga geçmesini istemiyordur. Çünkü adamı "ciddiyet testi"nden geçmeye davet etti.
Fakat bu pek riskli bir adım değil mi? Oluk oluk kanın aktığı bir dönemde, ortamı biraz olsun yumuşatabilecek bir görüşmeyi tırışkadan bahane uydurup iptal eden biri geçebiliyor mu bu testten?
Davutoğlu'nun muhteşem paragrafında beni en çok çarpan "unsur"u sona sakladım. Sırrı'yı aşağılamak için, "bu film senaristi" diyor Türk İslâmcılığının ve hattâ kurulmakta olan Dünya İslâm Medeniyeti'nin ikinci adamı. "Senarist", bir aşağılama lafı!
Hayır, ben kendisini ciddiyet testine davet etmeyeceğim. "Kültürel iktidar" hırsıyla yanıp kavrulan zevata kötü haber. Yoksa bizim gölge oyunlarımız var, sinemaya da mı ihtiyacımız yok veyahut sadece senaristlere mi gıcığız?