Radikal, 15.09.2015
Türkiye'den bir yönetmenin filmi, Avrupa'daki bir festivalde ödül aldı. İlk iş, bu adamın ülkeye girişini yasaklayabiliriz. Fakat bu fazla temiz, kesin ve sürüncemesiz bir tedbir olur. Bize yakışanı, devletin karanlık bölmelerinden birileriyle “adam kaldırma” işlerinde uzmanlaşmış korumalı bazı faşistlerin biraraya gelmesi, suikast planları yapması, bir fırsatını bulup ona “akıllı ol!” tehditleri savurması olur. Böylece yönetmen korumayla gezmek zorunda kalır. Memleketin yazma-çizme dışında herhangi bir “terör faaliyetine” bulaşmamış pek çok muhalif insanının yaklaşık yedi-sekiz yıldır yaptığı gibi. Sonra kendisine adı konmamış bir ambargo uygulamaya başlarız. Sesi işitilmez, resmi görülmez olur. Filmini zaten sinemalarda şöyle bir gösterip kaldırırız. Bunlara, muhalif saflardan gelen ambargo eklenir. Galiz küfür ve hakaretlerle onu itibarsızlaştırır, seyircisiyle buluşmasını, diyeceği varsa demesini, tecrübe paylaşmasını engelleriz. Böylece bize rağmen başkalarının takdirini kazanmış bir kültür-sanat insanını daha içinde debelendiğimiz kaynayan bok kazanına geri çeker, yaratıcı kapasitesinin bir kısmını yok eder, köküne, yaşadığı yere bağlılığını zayıflatır, bir süre sonra hayata kahreder hale getirebiliriz.
Diyeceksiniz ki, genel itibarsızlaştırma, değersizleştirme, hadım etme, sakat bırakma prosedürü tamam da, suikast ve ambargoları gerektirecek bir şey yapmadı bu adam. İlk bakışta doğru görünüyor. Fakat kendisini topun ağzına sürükleyen vahim bir suçu işledi, üstelik ilk defa da işlemiyor: Yurtdışında başarı kazandı! Bu, Türkiyeli bir sanatçıyı bütün Türkiye'nin gözünde hedef haline getirmeye yeter.
Ayrıca niye topun ağzında? Anlattığım felaket senaryosunun hızla yürürlüğe sokulması, yönetmenin herhangi bir söyleşide, diyelim Kürtlerle ilgili birkaç cümle etmesine, hattâ buna bile değil, filminde millet-i hakimeyi gıcık edecek bir zerrecik tesbit edilmesine bakar. Çoğunluğun hoşuna gitmeyen, İslâmcısıyla, Osmanlıcısıyla, ulusalcısı-milliyetçisiyle ezcümle faşistin korumaya kollamaya soyunduğu “millî değerler”e veya dünyada bir ilk olarak, sivil toplumun da katılımıyla üretilen ve korunan resmî tarihe aykırı birkaç cümleyle, iki diyalog bir sekansla, Emniyet'in “hedef şahıs” listesine giriverirsiniz. Bu konuda polisle polise çok kızan birileri elele veriverir.
Çoğunluk ayarını bozacak tavırların sanatçıları tehlikeli şekilde marjinal ve hattâ kriminal edivermesi, 70 milyonluk, bu kadar renkli bir toplumdan çıkabilecek kültür-sanat üretimini baştan baltalıyor. Oysa aykırılığın olmadığı yerde kültür-sanat gelişemiyor. Kültür-sanat gelişemeyince başka neler gelişemiyor; gündelik hayatımızın her gün bir sürü cevabını sunduğu bu soruyu doğru dürüst sormuş bile değiliz. Aksine, yarı cahilliğin aydın olma sanıldığı, kültür hayatı aykırılık, fikir hayatı nesnellik tanımayan, gelişemeyen ülkenin gelişemeyen insanları olarak, aramızdan herhangi biri kazara bir başarı kazansa onu derhal mahvetmeye girişerek, hayatımızı daha da karartıyoruz.
7 Haziran seçimlerinden sonra girdiğimiz ortamda hayat karartma, düpedüz, çoluk çocuk, genç yaşlı demeden insan öldürme anlamına geliyor. Bu yüzden, bu ortamın zihinlerimizi ruhlarımızı nasıl ilaveten kurutacağını, buruşturacağını, işlevsiz bırakacağını düşünmeye sıra gelmiyor. Gelmeli.
Bir toplum gazete köşeyazılarıyla gelişmez. Hepsi mecburen gırtlağına kadar günlük politikaya batmış insanların sınırlı bir alanda birbirine laf yetiştirişini izleyerek kimsenin ufku açılmaz. Sadece laf sokma, kapak yapma ve üste çıkma hedefiyle sürdürülen sözde tartışmalar kimsenin zihnini fazladan çalıştırmaz. Ayrıca bakış, algı kapasitesi, idrak, hissiyat, fikriyat, sadece akıl-fikir yarıştıranlara kulak vererek, itiraz ederek veya küfrederek zenginleşmez. Hele bu sözde akıl-fikir kapıştırmalar karşıdakinin ne dediğiyle asla ilgilenmeyen birilerinin her türlü akıldan fikirden, mantıktan yoksun münazaralarına dönüşmüşse vaziyet daha vahimdir.
Sanata ihtiyacımız var. Soyutlamalara, “hissediyorum ama anlatamıyorum”lara ihtiyacımız var. Çekilip geriden, becerebiliyorsak yukarıdan, bazen geniş bazen çok yakından bakmalara ihtiyacımız var. Öylesine bakınca göremediklerimizi görmeye ihtiyacımız var. Seslere, müziğe, resme, sinemaya ihtiyacımız var. Felsefeye ihtiyacımız var. Mizaha ihtiyacımız var.
Oraya nasıl bir pervasızlıkla konduğunu, işini nasıl bir sorumsuzluk ve acımasızlıkla yaptığını bilemediğimiz ve asla öğrenemeyeceğimiz keskin nişancı, çoluk çocuğu vuruyor. On yaşındaki kız, bir evin içinde, annesinin muhtemelen dehşet dolu bir şaşkınlıkla yüklü bakışları altında oracıkta can veriyor. Cansız bedenini battaniyeye sarıyorlar, kokmasın diye dondurucuya koyuyorlar. Orada öyle duruyor. Annesi, evdeki başkaları, oturmuş karşısına, öylece bakıyorlar. Muhtemelen inanmıyorlar. Muhtemelen... Muhtemelen ne? Bilmiyoruz. Bunu haberci anlatamaz. Bilmiyoruz. Bunu sanatçı anlatabilir.
Ama gömülemediği için evdeki dondurucuda anasının gözü önünde yatan battaniyeye sarılı kız çocuğuna bakarken sanatçı ne halt edebilir? Annesinin, o gece ölü kızını koynuna alıp yattığını mı hayal eder? O anne bunu yaptı zaten...
Diyelim sanatçımız çok güçlü, çok mahir veya böyle bir durumda sığınılabilecek insanî dehlizleri biliyor, oralara saklanıp, o sahnenin bizim duyamadığımız göremediğimiz derinliklerini bize anlatabilecek. Buna hazırlanırken, kanlar içinde yatan bir yaşlı adam çarpıyor gözüne. Çöplerden yiyecek toplayan bu adam, niyeyse, vurulmuş. Ölmüş. Devletin hangi görevlisi hangi potansiyel tehlikeyi görmüş bu adamcağızda? Yoksa onu vuran şimdi 'ne halt ettim!' mi diyor? Yoksa hiç umurunda mı değil? Çöpte yemek artığı arayan yoksul yaşlı adamı vuran yağız keskin nişancı hikâyesini kuramıyor sanatçı. Bizi azıcık olsun inandırabilecek bir sebep bulabilse cinayete... anlatacak.
Anlatamıyor. Çünkü o esnada gariban bir çorbacı garsonu kanlar içinde yere yığılıyor. Başından vurulmuş. Lokantadaki polisleri hedef alanlar, garsonu vurmuş. Sonra açıklama yapıyorlar, “polisler vurdu” diyorlar. Açıklama akılları tatmin etmiyor, yüreklere fena dokunuyor. Laf var orada, üzüntü yok. Vuran, ne halt ettiğini anladığında üzüldü mü? Öğrenemeyiz. Yere serilmiş cansız delikanlıya bakanlar donmuş kalmış; onların sessizliği cadde gürültüsünü bastırıyor. Sanatçımız kulağını tıkıyor; gözleri kapalı.
Azıcık sessizliğe muhtaç. Kafayı toplayamıyor ki. “Şairler şiirini ilhamla yazar”, bir palavradır. Bütün sanat, en azından insan içine çıkarılacağı aşamaya gelindiğinde, bir zihin, bir kurgu işidir. Kulağına çarpanı, gözünün gördüğünü, yüreğine dokunanı “işleme” faaliyetidir.
Hiçbir izahatın dehşetini azaltamayacağı cinayet karşısında zihin donuyor mu? Yoksa zihne gelecek sinyal önce yüreğe geliyor, oradan kaskatı bir topak halinde zihne doğru fırlatılıyor ve yarattığı hasar giderilene kadar bütün faaliyetlere ara mı veriliyor? 35 günlük bir bebeğin tabutunu gördüğünde hangi melekelerin köreliyor, hangi beden işlevlerin sekteye uğruyor?
Sokakta bulduğu demir parçası birden patlayıverdiğinde minik avcundan fırlayıp öteye uçuveren kuşun ardından kıpırtısız bakakalıyor çocuk. Şaşkın. Avcunda kuş yoktu. Avcu yerinde yok. Öteye uçan, bileğinden kopmuş eli. Kuşlarsa ölmüş, yerlere saçılmışlar. Çocuk az evvel ölü kuşları yanyana diziyordu. Şimdi uçup giden elinin ardından bakıyor. Ona bakan biz, neye bakıyoruz?
Vahşet yeniden resmî devlet politikası haline gelir, gündelikleşirken, kimsenin birbirini dinlemediği, anlamadığı, hissetmediği güç savaşı hayatın esas zemini, ekseni, çerçevesi olurken, ilkelleşiyoruz. Komşularının adamı kıstırıp kan revan içinde bıraktığı ve ölüm tehdidiyle Atatürk büstü öpmeye zorladığı kanlı topraklarda, hep beraber biraz daha ilkelleşiyoruz. Barış, bu yüzden, sırf siyasî bir talep değil, asla değil; hayatımıza ne olarak devam edeceğimize dair varoluşsal bir sorunun cevabı.
(NOT: “Abluka” filmiyle Venedik Film Festivali'nde jüri özel ödülü alan Emin Alper'e tebriklerimi buradan sunmak isterim.)