Radikal, 22.09.2015
Elbette başka pek çok insan, başka pek çok mesaj da denk gelebilirdi, bunlar geldi. CHP İstanbul milletvekili Mahmut Tanal, birden göğsünü sıkıştıran muhalefet mesuliyeti ve zihninden taşan vasata kendini bırakıp, şöyle bir tweet atmıştı (yazımına dokunmuyorum):
“Amerika uşağı mvekili Değilim Yahudi Madalyam yok.Halkımızın vekiliyim.Antiemperyalistim.Yolsuzluk ve hırsızlık yapanların korkulu rüyasıyım.”
Tanal başka bir mesajında da, “Yahudi Üstün Madalyası”ndan sözediyordu. Maksat yine aynıydı: “Yahudi”den madalya aldığı için Tayyip Erdoğan'ı kınamak.
Türkiye'de, herhangi bir kimseyi kınamak için “Yahudi'den madalya aldı” diyebilirsiniz. Size laf edecek pek az kimse çıkar. “Neye yaradı senin antiemperyalistliğin?” diyen de muhtemelen çıkmaz. “Yahudi”nin kafadan kötü olduğu önkabulünden şüphelenmek, Türk usulü antiemperyalizmin yükümlülükleri arasında değildir. “Amerikan uşağı” olma, yeter.
Belirli bir insan grubunu doğuştan sahip olduğu ve değiştiremeyeceği bir kimlik özelliğiyle damgalamak, şişede durduğu gibi durmaz. Şişenin gülsuyu veya içki şişesi olması gayet önemsizdir; hiç fark etmez. Türkiye'de “Yahudi”ye, “Ermeni”ye, “Rum”a kolaylıkla yönelen ırkçılık, “Arap”ı da es geçmez, bir tabaka aşağıya aynı kolaylıkla yayılır, bu defa “Kızılbaş”a, “Zerdüşt”e sıra gelir... böyle gider...
Necmettin Erbakan, memleketimiz için “yüzdeee doksan dokuuuz virgül dokuuzuuu Müslüman olaaan!!!” diye haykırmayı pek severdi. O haykırdıkça utancımdan yerin dibine geçerdim. Bir insan, soydaşlarının, dindaşlarının yaptığı katliamlarla, soykırımla, etnik temizlikle böyle nasıl övünür, diye nafile kafa patlatırdım.
Şoku sonra yaşadım: Erbakan, “bir gün herkes bizden olacak, demokrasiye ne lüzum var!” cinsinden faşizan düşüncelere sahip biriydi, fakat onun gibi olmayan ahalimiz de iş “Yahudi”ye, “Ermeni”ye gelince aynı şekilde düşünüp davranıyordu! Soykırım ve etnik temizlikleri gündemimize dahi almadan nasıl senelerce güya siyasetle uğraştığımızı fark ettiğimde yaşadığımın yanında bu, şok bile sayılmazdı elbette.
Evet, sahiden Türkiye'de ırkçılık yoktu! Çünkü tesbit edilemiyordu. Çünkü her yer sapsarıydı, sarı bir lekeyi göremiyordunuz. Ülkenin yakın tarihi sanki yoktu. Onun yerine bir masal vardı. Azıcık aklını çalıştıran, soru soran insanın derhal yarattığı dünyanın dışına düşeceği bir masal. “Çağdaş uygarlık”la “Ortaçağ karanlığı”nın, “gâvur özentiliği”yle “millî değerler”in kapıştığı âlemde, yok edilenlere, sürülenlere, çocukları çalınanlara, malına mülküne elkonanlara yer yoktu. Haliyle, Kürt'e de kalmadı.
Irkçılığın şişede durduğu gibi durmayacağı hakikati gün geçtikçe hayatımıza sızacak yeni çatlaklar buluyor, 1930'larda hâlâ ayrıksı diye tasnif ettiği yurttaşlarına saldıran devlet, bu saldırıları esnasında başka sebeple küstürdüğü “millet”ten herhangi bir tepki görmüyordu. “Millet”, Trakya'dan Yahudi, Bozcaada'dan Rum kaçırtmak için sahaya sevk edildiğinde vazifesini büyük şevkle yerine getiriyor, azınlık mallarını yağmalamak için kamyonlarla büyük şehire taşındığında, orada, aynı amaçla toplanmış kravatlı ceketli, modern giysili, topuklu ayakkabılı şehirlilerle kaynaşabiliyordu. Kahramanmaraş'lara, sonra Sivas'lara devletle milletin özel bir ilişki içinde dayanıştığı yollardan geçilerek gelindi. Evet, Ortaçağ karanlığı vardı; aralanır gibi olduğu her zaman ve her yerde bu muhteşem koalisyon birlikte el attı, Atatürk resmi mi Kâbe'li takvim mi kavgası yapmadan, bayrak asarak çatlağı örttü.
Karanlığın aralanamayışının en büyük sebebi, onu aralamak istediğini söyleyenlerin çoğunun içeri ışık girdiğinde duyduğu rahatsızlıktı. Bugün Türk-Sünni ırkçılığını siyasî çizgi haline getirmeye çalışan AKP önderini eleştirme gayesiyle mesaj atan birinin, “Annesi de Gürcü zaten... Anladınız siz onu...” diyebilmesi, Türkiye'nin mâkûs kaderidir. Siz de ırkçıysanız, sizden daha sıkı ırkçı olan kazanır, daha geniş kitleye dayanan ırkçılık kazanır.
Daha geniş kitleye dayanan ırkçılığın simge sloganı “millî değerler”dir. Hiçbir zaman demokrasiyi, çoğulculuğu, sahici hoşgörüyü, farklılıktan doğan zenginliği içermeyen, hep iyi ne olacaksa onun karşısına dikilen “millî değerler”. Bakın, AKP'nin en çok okumuş yazmış, en münevver şahsiyetlerinden, MKYK üyesi bir akademisyenin (vesilesini hatırlamadığım, ama meselenin ne olduğunu belli eden) şu mesajına:
“Siyasette müstesna bir şahsiyet olan merhum M. Yazıcıoğlu'nun adı yerine parka ‘ÜÇ Fidan’ adını vermek bu milletin değerini hiçe saymaktır!..”
Sünnî-Türk çoğunluğu, yani Türk sağcısına göre “millet”i temsilen (veya kullanarak) politika yapanlar ile “esas devlet”in belirleyici kısmı için “milletin değeri”, Muhsin Yazıcıoğlu'dur, “ÜÇ Fidan” (yani sağcı politikacıların desteğiyle ordunun astığı Deniz, Yusuf, Hüseyin) ise bu değerler kapsamında değildir. Bu mesaj, bir Türkiye'ye Giriş dersini yoğunlaştırılmış-çabuklaştırılmış halde aktarmayı becermiş.
Şişede duramaya duramaya, bizzat doğuştan Türk ve Sünnî olanların bir kısmını da -bu defa siyasî nedenlerle- “millet”ten saymamaya varmış ırkçılık, şimdiye kadar her gerekli gördüğünde birilerine saldırdı, yok edebildiğini etti, sindirebildiğini sindirdi, sonunda dağa çarptı. Ormanlarını yakarak intikam almaya çalıştığı dağlara bu çarpışına kısaca “Kürt sorunu” diyoruz.
Aynı zaman diliminde (diyelim son otuz sene), Türkiye'de sözkonusu “millet”e dayanarak kurulabilecek mümkün son iktidar kuruldu. Şu andaki koalisyon, Türkiye'nin esas fay hattına çekilmekte olan bir iktidardır. Bütünleştirilebilecek ve başkasının üzerine taarruza sevk edilebilecek geniş “millet” kitlesinin tek başına hükümet kuracak şekilde seçim kazanmaya bile yetmediği bir ortamda, “millet”i temsil iddiasındaki siyasetçiler, yüz yıl önceki bir mecburî beraberliği yeniden oluşturdular. Meclis'in tamamen “yerli ve millî” temsilcilerden oluşması talebi, doğrudan, İttihatçıların pratiğinin uzantısıdır. Talat'ın mirasçısı makamı, Tayyip Erdoğan ile Ahmet Davutoğlu'na nasip oldu. Eh, demek ki dilinden düşürmediği “İslâm medeniyeti”, İttihatçılarınkiymiş.
“Yerli ve millî”lerin karşısında, ortadan kaldırılması seferberlik gerektiren kalabalık bir azınlık bulunması gerekir. Bu yeni evrede karşılarındaki düşman, “Kürt”ten azı olamaz. Burada dinî sebeplerle çıkacak komplikasyonu da neyle gidermek isteyecekleri mâlûm: “Zerdüştler!” motifinin yetmediği yerde, saldırı bir şekilde Alevilere yönelecek. Pervasızca mezarlık bombalamaları, devleti yönetenlerin düştüğü utanç verici seviyeyi gösteren büyük bir ayıp oluşunun yanısıra, “bunları Müslüman'dan saymıyoruz” mesajıdır.
Türkiye'de şu anda hüküm süren iktidar koalisyonu, peşindeki “millet”i Kürt ve Alevi (ve tabiî, bu geniş şemsiye altında başka her türlü etnik-dinî azınlık, ayrıca siyasî azınlıklardan meydana gelen) bir iç düşmana karşı seferber etmeye çalışıyor. Çünkü geri geri gidebileceği başka alan kalmadı, sırtı duvara yaslandı. Bu, klasik-geleneksel-eski vs. devletin zaten neredeyse üzerine kurulduğu, ruhuna işlemiş bir kavrayış, tepki ve reflekstir. “Millet”te de Allah için bu refleks yeterince vardır, ilaveten, 1960'larda-70'lerde, kontrgerilla örgütlenmeleri, komando kursları vs. ile teşvik edilip geliştirilmiştir de. Bu, her türlü ayrıksı unsurdan arındırılmış bir topluluk olarak “millet” ile devletin kalkıştığı son “temizlik harekâtı” olacaktır.
Lâkin bu defa girişilecek işin izahını seferber edilmesi gereken kitlenin bütününe yapabilmek dahi o kadar kolay değil. Ortadan kaldırılması maddî zenginlikler vaat eden azınlıklar da sözkonusu değil. Ayrıca karşıda kolay alt edilemeyeceği belli bir silahlı hareket, onun arkasında geniş kitle desteği var. Henüz örgütlenmemiş toplum kesimleri de bir varlık-yokluk meselesi karşısında şüphesiz örgütlenecek ve direneceklerdir. Ekonomisi bu seviyedeki, yaklaşık 80 milyonluk bir ülkeyi müthiş kanlı geçeceği belli bir etnik-siyasî temizlik ortamına, yani bir içsavaşa sürüklemek, birilerinin sandığı kadar kolay değil şüphesiz. Ancak imkânsız da değil. Ve sapılan yolda başka durak veya hedef yok.
Haydi kendi yakın tarihimize dürüstçe eğilme konusunda isteksisiz -çünkü bu yüzleşmeler gerektirecek- hiç değilse yanıbaşımızda olan bitene dikkatlice bakalım. İşe iliklerimize işlemiş ırkçılıktan -mezhepçilik de ırkçılıktır- başlamaz ve Türkiye'nin gerçek fay hattını hâlâ aslında olmadığı yerde sanmayı sürdürürsek bizi iyi bir gelecek beklemiyor.