Önce İD'i tanıma-tanımama meselesi. Şu ana kadar, kendisiyle savaştığı için değil, sadece kendi mezhebinden-dininden olmadığı için öldürdüğü insan sayısı 7-8 bin civarında tahmin edilen, kendine "İslâm Devleti" diyen örgütün gayrıresmî bir web sitesi var, biliyorsunuz: takvahaber.net. (Türkiye'de bazın özgürlüğü, internet özgürlüğü yok diyen utansın valla!) Burada rehinelerin serbest kalışı, TC'nin İD'i "dolaylı yoldan da olsa tanıması" diye takdim edildi. TC'nin cumhurbaşkanı da rehine "operasyonu"nu "diplomasinin zaferi, siyasî pazarlığın zaferi" diye sunduğuna göre, birileri diplomatik-siyasî düzeyde muhatap alınmış olmalı. Bu elbette sadece rehineleri kurtarmak için girişilmiş bir manevra olabilir. İkinci bir ihtimal daha var; oraya doğru ilerleyelim.
Erdoğan'ın şu sözlerini hatırlayalım:
"Biz ağzımızdan çıkan kelimeleri seçtiysek, sebebi var. Cidde’de imza atmadıysak bunun içindi. NATO’da da benzer şekilde; 'Lojistik destek veririz ama başka türlü olmaz' dedik. Bundan sonrası ayrı mesele. Sayın Başbakan ile görüştüm, 'Çalışma yapın' dedim. Biz de BM’de değerlendireceğiz. Ondan sonra nasıl bir tavır alacağımızı belirleyeceğiz."
Ne demek istiyor?
"Bundan sonrası ayrı mesele," diyor. Açık anlamı: Rehineler kurtuldu, artık elimizi kolumuzu bağlayan bir riziko kalmadı, politikamızı serbestçe belirleyeceğiz. Serbestlik derken, NATO ve İD'e karşı uluslararası koalisyon ile uyum aranacak elbette: "Koalisyon ve koalisyon güçleri ile geniş istişare yapılması gerekir ve kararı ona göre alırız." Nitekim Erdoğan, BM Genel Kurulu vesilesiyle New York'tayken, ABD Başkanı Obama ile değilse de yardımcısı Joe Biden'la görüşebileceğini söyledi. Cumhurbaşkanı, Suriye sınırında tampon bölge konusunun ciddiyetine işaret etti, "ABD dönüşü ulusal güvenlik stratejisini hep birlikte gözden geçireceğiz,” dedi. "Hep birlikte"den kasıt, ordu.
Bütün bunları yerleştirmemiz gereken yeri ise Erdoğan'ın şu söyledikleri gösteriyor:
"...bu operasyon [rehinelerin kurtarılması] tamamiyle bizim MİT’in hünerini ortaya koyduğu ve bölgede Türkiye’nin dikkate alınmasını gerektiren bir hareket olmuştur. Türkiye olmadan karar alınmayacağını da ortaya koymuştur. Bu tür adımları atmış bir Türkiye temenni ederim dünya tarafından da üzerinde iyi düşünülür. Aydınım diyenler de umarım üzerinde değerlendirme yapacaktır.”Erdoğan'ın sözlerinin can alıcı kısmının bu cümleler olduğunu sanıyorum. Ankara'nın "İslâm Devleti" örgütü için "terörist" sıfatını kullanmayışı, Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun İD'in örgüt olarak niteliğini örgütün gerisindeki sosyolojiyle açıklayarak yumuşatma çabaları, uluslararası koalisyonun Cidde Bildirisi'ne imza konmaması... bütün bunlar, AKP hükümetinin "İD'i desteklediği"ne yoruldu. Manzara şüphesiz bu. Ancak Erdoğan'ın "dünya tarafından üzerinde iyi düşünülmesini" istediği "bu tür adımları atmış Türkiye"den kasıt, daha karmaşık bir konuma ve ilişki tarzına işaret ediyor.
Elbette şimdilik sadece bir tahmin, ama bütün bunlardan, Ankara'nın, Batı ağırlıklı uluslararası koalisyonla Batı karşıtı radikal İslâmcı "Yeni Ortadoğu" güçleri arasında bir tür aracı konuma yerleşme hayali kurduğu ihtimaline ulaşabiliriz. "İD'le konuşabilen, pazarlık yapabilen devlet" olmak, Türkiye'yi hem koalisyon nezdinde vazgeçilmez kılacak hem de sert-uzlaşmaz görünümlü örgütlerin peşinde ayağa kalkmış Selefî-Sünnî kitlelerin gözüne düşman görünmesini önleyecek, bu hesaba göre. Türkiye'nin, Katar'dan silahlı Suriyeli muhaliflere para, dünyanın dört bir yanından El Nusra'ya, İD'e militan akışına aracı olması, silahlı İslâmcılara bizzat silah göndermesi, nüfusunun bir bölümünün İD dahil hiçbir aşırılıktan rahatsız olmaksızın bu tür örgütlere sempati beslemesi, zaten fiilî yakınlık oluşturuyor. Ancak Amerikalı, Britanyalı rehinelerinin kafalarını neredeyse dünyanın gözü önünde kesip bu büyük devletlere meydan okuyan acımasız bir örgütün elinden sadece "pazarlık" gücüyle 46 rehineyi kurtarabilmesi, Türkiye'nin, bu örgütlerle ilişki alanında özel bazı kabiliyetleri ve imkânları olduğunu ortaya koyuyor - Erdoğan'ın "dünyaya" vermek istediği mesaj sanırım bu.