30 Aralık 2013 Pazartesi

"Divittâr" ve "divit" Osmanlı icadıdır

TARİHTEN YAPRAKLAR

Osmanlı padişahları, tebalarının aklından gönlünden geçeni bilmek isterlerdi. Orhan Bey'in vasiyeti üzerine I. Murad, meydanlara direkler diktirip, üstüne bez gerili ahşap levhalar çaktırmıştı. Bilahare yayımlanan fermanla, ahali her ne derdi, diyeceği varsa, gelip bu levhalara yazmaya çağırıldı. Bunlar ayda bir toplanıp Saray'a takdim edilecekti. Günümüzde pek tabiî bir davranış sayılan, herkesin her kafasına eseni yazıp ortalık yerde ilan etmesi âdeti, Osmanlı'nın erken döneminde geliştirilmiştir. Benliğimizden koptuğumuz için bu gibi hususlar bize inanılmaz görünmektedir. Oysa iş nerelere vardı...

Padişah levhaları diktirdikten sonra bir müddet, eğlence peşindeki veletler ve bir kısım meczup dışında kimsenin direklere yaklaşmadığı görülür. Ahaliyi teşvik için devlet erkânı bizzat çeşitli meydanları dolaşıp levhalara mesajlar yazar. Kızlarağası Siyami Paşa'nın, iki cariye ile sandaldayken geçirdiği müessif kaza sonucu ruhunu teslim etmeden iki hafta evvel, Lâlfener Meydanı levhasına kendi eliyle, "Hayat güzel dostum" yazdığı bilinir (paşanın yazısı da güzeldi). Battal Gazi'nin ortanca oğlu Berkecân Reis'in, seferden döndükten sonra, Aksadak Meydanı'ndan at üstünde geçerken eğilip levhaya yazdığı, "İki sağ, bir sol, üç kelle, beş kol!" sözü halk arasında bir deyim olarak yayılmıştır. (Yani "zor ama kıra döke geçinip gidiyoruz" manasında.)

Fakat teşvikler yeterli olmamış, halk levhalardan uzak durmuştur. Padişah nabız yoklamaları yaptırmış, çıkan sonuç, hükümdarı düşüncelere boğmuştu. (Düşüncelerle olan münasebetimiz o vakit de umumiyetle boğulmak şeklindeydi.) Zira ahaliye, "Niye levhalara yazmıyorsunuz?" diye sorulduğunda, halkın yüzde 98.8'i, "Neme lâzım" şıkkını işaretlemişti.

Osmanlı, elindeki ahaliyi Bizans'tan devralmıştı. Bizanslılar, bu insanları mahsus cahil bırakmışlar, okuma-yazma öğrenmeye kalkanın ayak bileklerini kesmişlerdi. Çünkü sadece gaddar değil aynı zamanda aptaldılar.

Ahaliye okuma-yazma öğretmek âdetimiz olmadığına göre mesele nasıl çözülecekti? Gözüne uyku girmeyen padişah bir sabaha karşı yatağından fırladı, derhal Saray'daki herkesin kaldırılmasını, sadrazam ile nazırların evlerinden getirilmesini buyurdu. Hepsi karılarıyla çocuklarıyla helalleşip, "dönüşümüz de olur inşallah" diye dualar ederek hakanın huzuruna geldiler. Titremelerinden döşeme sarsılıyor, sinir bozucu, tedirgin edici bir gıcırtı ve tıkırtı Saray pencerelerinden dışarı yayılıyor, mezarlıklardaki hayaletler ağaçların arkasına siniyor, vampirler korku içerisinde tabutlarına kapanıyorlardı. (Bunlar ancak Osmanlı ortadan kalktıktan yüz sene sonra tekrar ortaya çıkmaya cesaret edecek ve televizyonlarda iş bulabileceklerdi. Pek çoğu da artık insanlarla iyi geçinecek, fareyle böcekle beslenecekti.) Padişah bu; vampirden korkar mı? "Ağalar," dedi. "Çözdüm işi."

Birkaç paşa, gayrıihtiyari, "Estağfurullah," dediler. Padişah yüzünü buruşturdu, sıkıldığı belliydi. "Hürmet itaat güzel de," dedi, "yalakalığın da bir haddi hududu var! Çözdüm, diyorum, hangi akla hizmet estağfurullah diyorsunuz?" Bunun üzerine birkaç paşa yine "estağfurullah" demez mi! Padişahın öfkesi şehrin ıssız sokaklarında amansız bir rüzgâr gibi dolaştı, pencereden tekrar içeri girmek suretiyle paşaları salonun bir köşesine savurdu. Saray'da esen havanın bu şekilde pencerelerden çıkıp girerek ahalinin yaşadığı şehirle mütemadî bir münasebet içerisinde oluşu, şüphesiz, Osmanlı idaresinin halka yakın karakteriyle alâkalıydı. Böyle bir cereyan farzımisâl Fransa'da olsa o rüzgâr çıktığı gibi dışarıda kalıverirdi.

Padişah ya sabır çekip boğazını temizledi. Yakın mahallelerde çocuklar uyandı ve başlarında hakanları, güven içerisinde yaşadıkları için Allah'a şükrettiler. Padişah, "Tamam, bu halk yazamıyor, anladık," dedi. "Peki söyleyemiyor mu?" Paşalar birbirlerine baktılar. Sadrazam bir adım öne çıktı. "Hünkârım," dedi, "bizim ahalimiz söylemez, söylenir." Paşalar korku içerisinde, göz ucuyla hakana baktılar. Öyle gözünü dikip mal gibi bakamazdın padişaha. Hükümdar sâkin görünüyordu. "Ya?" dedi. "Peki, yüksek sesle mi söylenirler?" Sadrazam azıcık cesaret bulmuştu: "Maalesef hayır, hünkârım," dedi. "Üstelik yanlarından kolcu veyahut memur geçerse de söylenmiyormuş gibi yaparlar."

Padişah pencereye yürürken işaretini yaptı, kâtipler divitlerine sarıldılar. (Bugün lokantada hesap isterken yapılan hareketi eskiden hükümdar ferman yazdıracağını bildirmek için yapardı; öyle her önüne gelen de yapamazdı. Başka devirler...) "Yarından itibaren," dedi padişah, "ahali bilsin ki, şikayet söylemek serbesttir. Şikayet etti diye kimse herhangi bir ceza görmeyecektir. Fakat bu bir tek şart ile geçerlidir: Gelecekler, şikayetlerini mi, arzularını mı, neşe veyahut teessürlerini mi, sabah kalkıp ne çorbası içtiklerini mi, öğle namazını nerede kıldıklarını mı, üzüm Söğüt pazarında mı ucuz, faideli veyahut faidesiz, lüzumlu veyahut lüzumsuz her türlü maruzatlarını levha başındaki vazifeliye yazdırtacaklar. Herkes herkesin yazdığını görecek. İsterse gelip kedisinin resmini çizdirsin! Yarın her levhanın başına bir kâtip tayin edilecek. Anlaşıldı mı?"

Maalesef anlaşılmamıştı. Paşalar arasında mırıldanmalar, homurtular duyuldu: "Kimbilir ne abuk subuk şeyler yazdıracaklar", "Bir de onları okuması var sonra", "Canım, her kâtip nasıl kedi resmi çizsin..." Hünkâr gürledi: "Bir de ahaliye kusur buluyorsunuz. Sizin farkınız mı var? (Onları taklit ederek:) Mır mır mır mır!.." Paşalara arkasını döndü. Sesi sâkin fakat korkutucuydu: "Şimdi buradan çıkıp meydanlara dağılıyorsunuz ve levhalara yazıyorsunuz. Yarın bakacağım, kim yazmamışsa en büyük levhaya onun iç çamaşırıyla aval aval bakarken suretini resmettireceğim."

Paşalar donup kaldılar. Uzun iç donları giyen daha yaşlı paşalar biraz daha müsterihti. Padişah müstehzi idi: "Haydi, estağfurullah estağfurullah diye kıvransanıza şimdi! Çıkın! Sabah namazına kadar vaktiniz var. Hele bir yazmayın!"

Hükümdar, insanlar arasındaki münasebetleri köklü şekilde değiştirecek bir icada imza atmaktaydı. Önündeki tek engeli de dahice bir çözümle ortadan kaldırmıştı: Madem halk kendi yazamıyor, levhaların başına vazifeliler konacak, onlar ahalinin dediklerini levhaya geçireceklerdi. Kolcu zoruyla levha başına getirilip mesaj yazması istenen elli kadar esnafın başına bir iş gelmediği görülünce, önce sevdalı delikanlılar, sonra çok gezenler, daha sonra alacağı, borcu, miras meselesi, namus meselesi olanlar levhalara meramlarını üstü kapalı ifadelerle yazdırmaya başladılar. Giderek, bu üstü kapalı ifade şekilleri, herkesin anladığı, kendine mahsus bir lisana dönüştü, üstü kapalı bir şey de kalmadı. Pek kısa bir müddet içerisinde levhaya meram yazdırmak ahalinin sanki ezelden beri mevcut bir alışkanlığı haline geldi. "Kahveye çıktım, kimse yok", "Pazardan döndüm, kollarım koptu" gibi gündelik haberler bile yazdırılıyordu levhalara.

Başlarına üşüşen kalabalığın maruzatlarını levhaya aktarmaya yetişemeyen, ellerinden divit düşmeyen levha kâtiplerini halk "divittâr" olarak adlandırmaya başlamıştı. Bu, levhaların bulunduğu meydanlarda tebdil kıyafetle gezen padişah fark etti ki, Bizanslılar tarafından kasten cahil bırakılmış ahali, kâtiplerin elindeki aracın adını bu araç marifetiyle yazılan mesajlar için de kullanıyordu. Tıpkı çok ileride, Cumhuriyet Türkiye'sinin dil hokkabazlarının "hava meydanı" veya "tayyare meydanı"na karşılık olarak icat ettiği "uçak" kelimesi nasıl halkın ağzında "tayyare"ye karşılık geldi ve bu imkânı yok değiştirilemediyse, yazan kalem gibi yazılan mesaja da "divit" diyen halk da bundan vazgeçmedi.

Gidip "divit yazdırmak", pek tabiî bir hal olmuştu. Azıcık mürekkep yalamışlar, birbirlerine, "senin divitini okudum" diye göz kırpıyorlardı. Halk ozanları, "divit yazdım meydana / baharınan gel bana" diye türküler besteliyorlardı. Vazifelilere tembih edildi, ahaliden her gelene tek tek izah ettiler, işe yaramadı.

O esnada I. Murad'a lalaları ve hocaları, Türk'ün cihan hakimiyeti mefkuresini bu kadar ihmal edemeyeceğini, bir an evvel bazı yerleri fethetmesi icap ettiğini hatırlattılar, aksi halde evlatlarının cihan padişahı olamayacağını imâ ettiler. Bu esnada gecesi gündüzü halkın "divitlerini" okumakla geçen hükümdar önce küstüyse de içinden büyüklerine hak verdi ve seferlere çıktı. Halbuki münasip bir vazifeli tayin edilebilir, hiç değilse bir patent bişey alınabilirdi. Hünkâr, şehit olmadan evvel, bir ulağını göndererek Bursa meydanındaki levhaya, "Düşman çadırlarına karşı sahlep içiyoruz. Mehtap fevkalâde," diye "divit" yazdırmıştı.