Umur Talu 6 Ocak Pazartesi günkü yazısında, "Bu savaşın bir muharebesini özellikle bekliyorum," diye yazmıştı. "Bunca şey arasındaki önemli, ama çok çok örtülü bir cephe: Dink Suikastı! Özellikle, Trabzon Emniyeti'nin o zamanki iki üst düzey amirinin nasıl olup da daha sonra Emniyet İstihbarat'ın başına kadar gelebildiği 'Ne istediler de vermedik' süreci. Bunu isterse Cemaat da izah edebilir ama özellikle Başbakan'ın, hükümetin izahına muhtaç. Nitekim Erhan Tuncel'in çıtlattığı, bir bakıma iç transfer yaşadığı süreç. 'Hayal'i hamburgerci bombalanmasına yönlendiren ağabeyi gizleyen ve Hayal'den adeta bir suikast planı yaratan mekanizmanın ne olduğu izaha muhtaç. 'Bomba işi münferit, örgüt yok' denerek nasıl adım adım gidildiği, bu sayede tahliye olan ve sonra mahkumiyetine rağmen Yargıtay'ı beklerken serbest kalan Hayal'in nasıl kullanıldığı, suikasttan önce içeri girmesini önleyen 'rastlantı'nın, yani avukatını bile şaşırtacak şekilde, dosyasının Yargıtay'da adeta uyutulmasının nasıl mümkün olduğu filan. Çünkü öyle bir suikast ki... Ergenekon, iktidar, cemaat, yargı, Emniyet, Jandarma, istihbarat... bir Türkiye defilesi adeta. 'Paralel devletler'in hakikaten paralel seyrettiği bir geometri. Bekliyorum yani: Kim tam orada bir bomba patlatacak?"
Ben de, haksız çıkmayı bütün benliğimle dileyerek cevap veriyorum ki: Kimse patlatmayacak. Ne hükümet ne Cemaat ne eski devlet ne yenisi ne Ergenekoncular ne Balyozcular... hiç kimse. MİT'in cinayet davası adlı müsamerenin sürdürüldüğü mahkemeye yolladığı yazıyı hatırlıyor musunuz? Şöyleydi: "Elimizde Hrant Dink cinayeti ile ilgili herhangi bir bilgi yoktur." İşte Cemaat'in ham yapmaya çalıştığı, hükümetin sevgili MİT'i - bu bir sevgi yumağı değil de nedir?
Türkiye'nin hakikatlerini bize hiçbir zaman görünürdeki kavgalar anlatmaz. Derindeki kucaklaşmalar anlatır. Cinayete ortamın hazırlanması, Hrant'ın öldürülmesi ve cinayetin ertesi, Umur Talu'nun "Türkiye defilesi" diye tarif ettiği büyük kucaklaşmanın vücut bulmasıdır.
19 Ocak'a günler kaldı. Hrant'ın öldürülüşünün yedinci yılı. Demek ki yedi yıldır adalet peşindeyiz. Neler yaşamadık ki!.. Mâkûl bir insanı çıldırmanın, umutlu bir insanı intiharın eşiğine sürükleyebilecek tecrübeler edindik.
"Patlatılacak" olanı daha ilk günlerde patlatmışlardı zaten: İstanbul Emniyet Müdürü çıkıp, "Bu örgüt işi değil," demişti. Samsun'daki polis ve jandarmalar, katilin eline bayrak verip, "Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez" yazılı poster önünde görüntülerini çekmiş, kamuoyuna sunmuşlardı. (Aynı sloganın TEMA'nın araçlarının kapılarında ve cenazelerde cami avlularına kurulan bağış masalarının ön yüzünde yeralıyor oluşu ve bundan kimsenin rahatsız olmaması ne hoş değil mi?) Valiler, bölge idare mahkemeleri, polisler soruşturulmasın diye seferber olmuşlardı. Güya cinayet soruşturmasını yürüten savcı ve güya cinayet davasının görüldüğü mahkeme, sahiden sonuç çıkabilecek en ufak adımları atmamakta ne kadar kararlı olduklarını mütemadiyen gözümüze sokmuşlardı.
Bir başka boyutu hatırlatayım: Son genelkurmay başkanına varıncaya kadar onca generalin, subayın içeri atılabildiği davalar açıldı. Deniz Baykal'ın yatak odasına kameralar, başbakanın bürosuna böcekler sokuldu. Bakan çocuklarına neredeyse suçüstü yapıldı. Abdi İpekçi'den başlayarak... Uğur Mumcu'ya... hangi kurbanı isterseniz katın araya; bu cinayetlerden herhangi birine dair en ufak bilgi kırıntısı ortaya çıktı mı? Herhangi biriyle bağlantılı tek kişi yakalandı mı? Bunların hepsini sıralamak yerine en güçlü, en sembolik ifade olduğu için de sürekli tekrarlıyoruz: Hrant Dink cinayeti her şeyin anahtarıdır.
Millî Güvenlik Kurulu, "misyoner faaliyetleri" diye bir garabeti kılıf yapmış, Ergenekon'un sivil ayağı kamuoyu çalışmasına başlamış, mahkemeler ve Yargıtay Hrant'ı "Türk düşmanı" ilân ederek ortamı hazırlamış, örtülü operasyonlar ve kirli işlerde uzmanlaşmış birileri bu arada zaten gerekli elemanları temin edip eğitmiş, daha sonra "işi" yaptırmış (buraya kadarı için her türlü ayrıntıyı 19ocak.org'da bulabilirsiniz), hemen ardından, devlet adına, bu defa hiç beklenmedik onurlu bir tepki gösteren topluma çok net bir mesaj verilmiş, "bu iş bizim işimiz, geri durun!" denmiş, mevcut hükümet, atabileceği en ufak adımı bile atmamış, üstelik adı cinayetle birlikte anılan bütün görevlileri terfi ettirmiş, neredeyse ödüllendirmiş, bu konuda Allah için, polis ve savcıdaki örgütlenmesine dair şu anda büyük vâveyla koparılan Cemaat ile tam bir uyum içerisinde davranmış, cinayet sürecindeki sorumluluğu hâlâ anlaşılamayan İstanbul valisini bağrına basıp milletvekili yapmış, belki de modern tarihte herhangi bir devletin denetim işlevli herhangi bir heyetinin hazırladığı en muazzam metin olan Devlet Denetleme Kurulu raporuna "kağıt parçası" muamelesi göstermiş... böyle gidiyor işte. (Evet, DDK raporu, sadece Hrant'ın öldürülmesi süreciyle de uğraşmayan, "bizim devletimiz neden görevlilerini adil bir şekilde yargılayamaz" sorusuna teorik ve tarihî zemine dayalı açıklama getiren, insana küçük dilini yutturabilecek, muhteşem bir rapordur. Ancak "yaptırım gücü" yok! Cinayetin üstünden henüz iki yıl geçmişken yaptığım filmde, adalet skandalı ayrıntılı olarak sergilenmişti: 19 Ocak'tan 19 Ocak'a DDK raporunda eksiği yok, fazlası var.)
Naçizane "Hrant için adalet için" uğraşanlardan biri olarak tekrarlamak istiyorum: Bu cinayet gerçekten aydınlatılsın, yani karar vericileri ve organizasyonu ortaya çıkarılsın ve sorumluları cezalandırılsın, ertesi gün Türkiye başka bir ülke olur; problemli ergenler olmaktan aklı başında yetişkinler olmaya doğru dev bir adım atarız. Nitekim, her 19 Ocak'ta binlerce, bazen onbinlerce kişinin Hrant'ın vurulduğu yerde toplanıyor oluşu bile tek başına hayatımızdaki kirliliği azaltan, vicdanlarımıza nefes aldıran bir olay.
(Bu yılın 19 Ocak çağrı filmini izlemek isterseniz tıklayın.)