Girişteki nöbetçi polise hangi taraftan olduğunu sordum. Gümüşhaneliyim, dedi. Sanırım apolitik bir memurdu. Odasına sızabildiğim ilk amire aynı soruyu sormaya kalkınca adam hemen üstümü arattı, palto düğmelerime tek tek baktılar. Elimdeki listeyi uzattım. "Ne bunlar?" diye sordu. Mahallede vatan haini olabilecek kimselerin listesi, dedim. Amir yüzüme uzun uzun baktı, kağıdı geri uzattı. "Basın bürosuna ver," dedi. "Onlar daha kolay yayarlar." Veremem, dedim. O bürodakilerin hangi tarafa çalıştığını bilmiyorum. Gürültüyle derin nefes aldı. "O zaman internete koy," dedi. "Bir örneğini de bana getir." Gidip evden halledeyim, diye düşündüm, "Öğleden sonra burada olur musunuz?" diye sordum. "Ne bileyim kardeşim!" diye bağırdı, masaya yumruk indirdi, vazo düşüp kırıldı.
Düpedüz pot kırmıştım. Hemen odadan dışarı fırladım. Üstelik yanlış yerdeydim. Alenen Paralel Devlet'in polisiydi bu amir. Paralel Devlet = PD. "Benim adım PD ama sen bana Police Department de." Bak sen! O kadar bağlantıyı kurabiliyoruz herhalde!
Hükümetin polislerini bulmalıydım. Fakat nasıl ayırt edecektim? Köşeye sinip, gelen geçen polislerin üstünü başını en ince ayrıntısına kadar incelemeye giriştim. İsveç ve Kanada rozetleri takmış birer amiri hemen eledim; belli ki dış güçlere hizmet ediyorlardı. Gömleklerinin altına "En büyük savcı bizim savcı" yazılı tişörtler giymiş olanları da ayıkladım. Geriye pek az memur kaldı. Bu kadar olamazlardı, birileri yüzde ellisini biryerlerde tutuyor olmalıydı. Acaba zor mu tutuyordu? Fakat burada daha uzun süre böyle etrafı inceleyemezdim. Birazdan başıma iş açılacaktı.
Doğrudan Adliye'ye gidip mahalledeki vatan hainleri soruşturmasını işinin ehline, vatana ihanet içerisinde olmayan bir savcıya emanet etmeye karar verdim. Adliye koridorunda aşağı yukarı yürüyerek gözüme savcı kestirmeye çalışıyordum. Birine az kaldı yanaşacaktım ki, kola parasını dolarla ödediğini görünce hemen uzaklaştım. Görünüş yanıltıyor işte. "Dolar da çok yükseldi," dedim, ters ters yüzüme baktılar. Burada da iş kolay olmayacaktı. Birkaçına yanaşıp, "Dubai'de de havalar bayağı sıcaktır şimdi" muhabbeti açmaya çalıştım, sonuç alamadım.
Nihayet, tersten giderek biryerlere varabileceğimi akıl ettim. Paralel devletten birilerini arayıp onların denetiminde olmayan savcılıkları öğrenebilirdim. Telefona çıkan şahıs, "Bi kere bizim paralel yapımız falan yok," dedi, içinde "gönül gözü", "kalp gözü" ve daha başka gözler geçen yedi yüz kadar cümle kurdu. "Ayrıca bir tek polis savcı tanıyorsak Allah çarpsın, bu dedikoduları yayanları da çarpsın!" diye gürledi. Yatıştırıcı olmaya çabalayarak, "Beddua etmeyin," dedim. "Her halta beddua demeyin!" diye çıkıştı. Öğleden sonra Uganda'da olması gerekiyormuş, telefonu aceleyle kapadı. Uganda da, hizmet etmek için biraz garip bir dış güç değil mi? Öyle ananaslar mananaslar? Yoksa bu Emniyet ve Adliye'deki temizlikler sırasında bazıları da Uganda'ya mı tayin ediliyordu? Entebbe Emniyet Amirliği, Kampala Başsavcılığı filan..?
Görülüyordu ki, vatan hainlerini tescil planımı uygulamak sandığım kadar kolay değildi. Bir günlük gecikmenin Türkiye'nin dünyadaki konumunu çok da sarsmayacağına güvenerek, eve gidip durumu gözden geçirmek istedim. Yürürken yanımdan bir TIR geçti. Hemen oracığa sinip iyice uzaklaşmasını bekledim. Birileri tepişirken ezilmek var. Baktım, TIR'ın peşinde kimse yok, duvar üstüne oturdum. Belki de gereksiz telaş ediyordum. Evet! Evet, kesinlikle gereksiz telaş içindeydim. Benim çıkardığım listedekileri vatan haini saymak için hükümetin bana ihtiyacı yoktu ki! Gezi isyanındaki meşhur "yüzde elli"den hareketle başladım hesaplamaya... ve üç aşağı beş yukarı mâkûl bir vatan hainleri yüzdesine ulaştım. Artık yapılabilecek tek şey kalmıştı: Kağıda kendi adımı eklemek. Zira bir de değil, birçok kritere uygun düşüyordum.
İlk psikiyatrist tabelasını gördüğüm binadan içeri daldım. Öğle üzeriydi, kimse zamanlamama takılamazdı. "Durumum acil," dedim. "Her an vergi cezası gelebilir, TÜSİAD'çılarla aynı listedeyim ve elbette onlar kadar param yok." Biraz daha anlattıktan sonra, adam beni âdetâ hiddetle susturdu: "Hiç ağzımı arama! İkisinden de değilim!" Arkama yaslandım. "Peki," dedim, "Fatih'in İstanbul'u aldığı yaşta mısın yoksa babanın öldüğü yaşta mı?" Cevap vermedi, kaş-gözle işaret etti: dışarı çıkalım.
Çıktık. Listeyi yırtıp attım. Köşede insanlar toplanmış, "Ah, Halk Bankası'na kıydılar, ahh!" diye ağlaşıyorlardı. Acılarını paylaşır gibi yaptık. Yanımıza yaklaşan bir beyefendi, onlara duyurmadan, "Hocaefendinin bu işlerle hiçbir alâkası katiyen yoktur," dedi. Ona da "biliyoruz" gibisinden kafa salladık, uzaklaştık. Hiçbir yere bir şey yazmadan, yüksek sesle tek kelime söylemeden, başka bir liste yapmaya girişmiştik. Bizim gibi birileri daha mutlaka olmalıydı.