27 Şubat 2015 Cuma

Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim..?

Radikal, 26.02.2015

Uzuun bir aradan sonra, köşeyazarınız yeniden hizmetinizde. Gerçi bir süredir blog'um Riya Tabirleri'nde, zaman zaman tek kişilik gazete olmaya heves ediyor, bazen de “köşeyazarı” sıfatına maruz kalmama yolaçacak okkalı ahkâm yazıları yazıyordum. Ama yuvarlak hesap on yedi senedir, başlı başına ayrı mevzu olan Taraf macerası dışında, bana “gel, yaz” diyen olmamış, ben de medya âlemimizin dışında kalmıştım. Şimdi, işte, memleketimizin pek ilginç müesseselerinden biri olan köşeyazarlığına yeniden terfi etmiş bulunuyorum. Üstelik bu makama ilk adım attığım gazetede. (Radikal yazıişleri, yeniden burada yazacağımı duyururken, “evine döndü” ifadesini kullanmış; beni evden biri görmek istedikleri için onlara teşekkür ederim.)

Gazeteciliğe adım attığım ilk günden itibaren, bu köşeyazarlığı denen makamda bir arıza, bir yamukluk olduğunu hissettim. Sonra, biraz bilgi ve tecrübe biriktirince, bu konumu ve okur-köşeyazarı ilişkisini kurcalamanın insana toplumumuz hakkında birşeyler öğretebileceğini keşfettim.

Cumhuriyet'te çalışırken; gerçi zaten haber merkezinde işim başımdan aşkındı, ama olmasaydı da fark etmeyecekti; köşeyazarlarının ne yazdığını hiçbir zaman merak etmedim. Herhangi bir gelişme karşısında ne diyeceklerini, üstelik neyi nasıl söyleyeceklerini kestirmek mümkündü. Buna karşılık, her sabah gazeteye girer, her akşam çıkarken önünden geçilen posta kutularında hemen her köşeyazarına gelmiş en az beş-on zarf görürdünüz. Bazılarınınki resmen tomar tomar olurdu. (E-mail'in olmadığı bir dönemden, basbayağı mektuptan bahsediyoruz, gençler; biliyorum, tahayyül etmesi zor ama...) Okurların en çok önemsediği, ilgilendiği insanlar köşeyazarlarıydı. Haberler, fotoğraflar, sayfa düzenleri, kağıt, mürekkep... hepsi, köşeyazarları o yazıları yazabilsinler diye mecburen kurulan bir düzenek gibiydi.

1980 sonrasında, darbenin karanlığı yavaş yavaş dağılırken, bir yandan Türkiye serbestleşiyor, hayat çeşitleniyor ve zenginleşiyor, öbür yandan prensleriyle papatyalarıyla Özal sarayından etrafa yayılan bir tür umursamazlık, pişkinlik, açgözlülük, utanmazlık “kültürü”, zamane ruhuna rengini veriyordu. Basın, o arada “medya” oldu. Ve kollarını kavuşturmuş gülen köşeyazarları çağına, yazının değil yazanın önem taşıdığı döneme geçildi.

Sahne olarak medya, “ünlü” olarak köşeyazarı


Köşeyazarı, artık nasıl göründüğünü okurun ille de bilmek istiyorsa anca hayal etmek zorunda olmadığı, yüzünü uzaktan görebilmek için bir konferansa, panele gelmesini beklemeyeceği, kendini yazısıyla, kelimesi-cümlesiyle, fikriyle değil, güzel gömleği, kaliteli gözlüğü, saçlarıyla, gülüşüyle karşımıza koyan, âdetâ sahneye çıkmış bir “ünlü”ydü. Basın, bir faaliyetti; medya ise daha çok bir sahne.

Gazetecinin karikatürde daktilo, simit ve çayla çizildiği dönem zaten çok gerilerde kalmıştı. Cebi para gördüğünde, meslek onurunu zaten darbecilere teslim etmiş gazeteci, bir an önce her şeyi unutmak ve vaat edilen parlak geleceğe doğru doludizgin koşmak istedi. Sendikayı bünyesinden atmış, sahiden gazetecilik yapmak isteyenleri anca bir tür üvey evlat gibi barındıran “medya”, işçilerin, yoksulların, eşitsizliğin, adaletsizliğin en fazla üçüncü sayfaya sızabildiği, ışıltılı bir âlem yaratmıştı. Bu büyük sahnenin starlara ihtiyacı vardı; onlar da köşeyazarlarıydı - başka kimler olacaktı?

Köşeyazarı, araştıran, soruşturan, habere derinlik katan, ilişkileri sağlam, sözüne güvenilir bir gazeteci olmalıydı; ama değildi. Çoğu zaman bu rolü oynama gereği bile duymuyordu. Hikmeti kendinden menkûl, görmemiş zengin kimliğindeydi daha çok. Oturduğu yerden birşeyler yumurtluyor, bunlara başlı başına değerler biçiliyor, köşeyazılarından manşetler, köşeyazarlarından ünlüler imal ediliyordu.

Televizyon, bu ünlülerin eline başka araçlar, konumlarına başka güçler bahşetti. O gün her ne olduysa, buna dair ne düşünmemiz ne hissetmemiz gerektiğini akşam, icabında karşılıklı laflar sokarak, heyecanlanarak, öfkelenerek, her türlü tartışmaya dramatik yapı, gelişme, “karakterler” katarak bize anlatabilecek birileri vardı artık.

Laleeler, laleleeer...


Ancak bu bile köşeyazarı için bir yükümlülük değildi. Gerek görürse, isterse bunu yapardı. 1980 sonrasının belli başlı karakteristiği şımarıklıktan nasibini aldığı ölçüde, hangi lüks lokantada hangi güzel ve pahalı yemekleri yediğini, bizim vakıf olamadığımız ne tür incelikleri yalayıp yutmuş sindirmiş olduğunu, kızının/oğlunun ABD'deki okuluna giden otobüslerin güzergâhındaki laleleri falan anlatıyor, “başbakan bana dedi ki”lerle başlayıp “Türkiye bi noktaya geldi”lerle süren nafile yazılar yazıyor, şöförlü arabayla geziyordu. Bizim ulaşamayacağımız biryerlerden arka plan bilgileri toplaması gerekmiyordu; hepimizinkinden değerli ve nadir rastlanan bir canlıydı o. Aklından geçen en ufak ihtimal bize sunulmaya -ve kendisine büyük paraların ödenmesine- değer bir hazineydi.

Uzatmayayım, ABD'deki okulun otobüs güzergâhında lale falan yok elbette. Simgesel olsun, muradımı kısa yoldan hem de başımı fazla belaya sokmadan ifade edeyim dedim: Köşeyazarlığında lale devrine geçilmişti özetle. (“Herkesi kastetmiyorum, düzgün insanlar elbette vardı” diye bir not düşmesem olmaz değil mi? Düşeyim o halde.)

Lale devri bir bakıma hâlâ sürüyor. Eskisinin ezcümle musibetini bünyesinde barındıracağı, belki daha beterine uzanacağı belli olan “Yeni Türkiye”nin de kendi laleleri ve lale devri var. Somut bilgiye dayanmadan küstahça ahkâm kesen köşeyazarı modeline İslâmcılar da epeyce yeni çeşit kattı. Talimatla “güdümlü gerçek” oluşturan sözde gazeteci modeline kattıkları gibi.

Umarım bu lale bahçesinde uygun terkip ve muameleyle birilerine şifa da verebilecek bir ayrıkotu olarak bulunabilirim. Bu ilk amacım.

Miro da benden sorulur, Melo da!?


Böyle deyince, ikincisine geleceğim anlaşılmıştır... Köşeyazarı “gibi” bir makam, dünya basınında hiç yok diyemeyiz. Var. Ama bunun önkoşulu bir alana ilişkin uzmanlık. Oysa meselâ bendeniz köşeyazarı, istersem Miro sergisinin tasarımındaki aksaklıktan, istersem serginin yapıldığı binanın mimarî özelliklerinden, hattâ istersem Miro resminin sanat tarihi içindeki yerinden bahsedebilir, istersem siyasî partilere şöyle değil böyle yapmaları konusunda akıl verebilir, canım çekerse Putin'in Ukrayna'da neleri amaçladığına, Merkel ile Hollande'ın bunu şöyle değil böyle karşılamalarının Kandil-İmralı ilişkilerini nasıl etkileyeceğine, Melo'nun sakatlığının Galatasaray'a hangi taktiği dayattığına dair atıp tutabilirim. Araya da iki film eleştirisi sıkıştırabilirim.

Olur mu allahaşkınıza böyle şey? Kimim kardeşim ben!?

Ne yazık ki Türkiye'de köşeyazarına bütün bu mesnetsiz hak ve yetkileri veriyoruz. İşin kötüsü, çeşitli dönemlerde yapılmış birtakım araştırmalar gösterdi ki, önemli bir okur kitlesi, kendi hissettiklerini, düşündüklerini, tepkilerini, eleştirilerini karşısında bulmayı seviyor ve köşeyazarlarından böyle bir doğrulama-tasdik faaliyeti bekliyor. Bunun genelleşmiş bir patolojik durum oluşu bir yana, yazar olarak bu tuzağa düşmeniz, sevilme, beğenilme, tutulma iğvasına kapılmanız hiç zor değil.

Umarım buna düşmem, okurları kızdırmayı göze alabilirim, doğru ve gerekli bulduğumu yazmaktan vazgeçmem.

Bu köşede, güncel felaketler izin verdiği ölçüde, bakış açımızı, ufkumuzu genişletecek mevzuları da araştırıp size aktarabilirsem, kendimi marifet yapmış sayacağım. Miro'nun sanat tarihi içerisindeki yerine dair şüphesiz yazamam, çünkü böyle bir bilgi birikimim yok. Ama bu konuda birilerinin söylediklerinden birilerini haberdar edebilirim. Veya zamane ruhu ve büyükşehir insanları, hayatı üzerine üç-beş söz söyleyebilir, daha çok da, sorular sorabilirim. Haddimi aşmadan, en güzel edebiyat türlerinden biri olan deneme külliyatına azıcık katkıda da yapabilirsem, ne mutlu bana.

Blog'ta meşhur ses kayıtları, Kabataş yalanı, Soma maden kazası gibi konularda yapmaya çalıştığım, iz sürme, kurcalama, anlama, kıyaslama, kısaca “şüphelenme” faaliyetini de elbette sürdürmeye çabalayacağım. Şimdi bu işi bir gazete ile ilişki içinde sürdüreceğim için gazetecilik “eylemlerim” belki daha doyurucu olur.
Bunu uzunca bir hoşbulduk yazısı kabul edin. Köşeyazarlığı müessesesine dair düşündüklerimi kısaca da olsa anlatmadan, daha önemlisi belli etmeden başlayamazdım. Hem de hiç merhaba demeden geçip oturmak olmazdı.