30 Mayıs 2015 Cumartesi

“Kürtler nerede?” - “Yine cenazedeyiz.”

Radikal, 28.05.2015


Dönüp dönüp şu “Kürtler nerede?” sorusuna takılıyorum.

Sorunun kendisi de gayet abes ama esas fecaat, sorulabilmesi.

Peki, kim soruyor?

Kendini bunu sorabilecek makamda gören birileri.

Kimdir bunlar?

'90'lardaki muazzam zulüm yıllarında “Kürtler” için kendilerini ateşe atmış olan birileri mi?

Diyarbakır'da, evine dönerken ensesinden mermiyle vurulan her baba yere düştüğünde uzaklarda yüreği hoplayan, içine sıkıntı düşenler mi?

Batman'da başına satır indirilen her ağabey kaldırıma cansız serildiğinde, bir başka uzak şehirde gözü kararan, göğsü sıkışanlar mı?

İşkencede inleyen her kızkardeşin sesini bin kilometre öteden işiten ve o sesi duyduğunda canı hiçbir şey istemeyenler mi?

Asit kuyusuna düşen cansız bedenin çıkardığı tok sesle uykusundan fırlayanlar mı?

Yoksa Diyarbakır Cezaevi'ni mesele etmiş, mesele olarak herkesin zihnine yerleştirmiş, sergiler açmış, konferanslar tertiplemiş, müze kurmuş olanlar mı?

Yirmi senelik eza cefa yolunda Cumartesi Anneleri'ni hiç yalnız bırakmamış olanlar mı?

Kayıp oğlanların kızların, eşlerin babaların yüzleri gözlerinin önünden gitmediği için uyku tutmayanlar mı?

Kürt siyasetçilerinin kelepçeli sıralandığı fotoğraf ortaya çıktığında yeri göğü inletenler mi?

“Kobanê olayları” günlerinde neler olduğunu açığa çıkarmak için uğraşanlar mı?

Uzar gider bu; uzatmak anlamsız; herkes neyin ne olduğunu biliyor. “Neredeler?” diye soran da nerede olduklarını biliyor.

Sadece kendisinin nerede durduğunu bilmiyor. Vahimi, durduğu yerde nasıl gözüktüğünü bilmiyor. O soruyu sorabilmesini sağlayan rahatlığın, gerçekte, derinde, Tayyip Erdoğan ve Osman Pamukoğlu ile paylaştığı bir şey olduğunu bilmiyor.

Belki, daha kötüsü, biliyordur; ama biz en kötüsünü düşünmeyelim.

Şu anda şahsa bağlı keyfî yönetime, diktatörlüğe doğru gidiyoruz. Daha feci ihtimal, lidere tapınan paramiliter sokak kuvvetleri, saldırgan kitle hareketleri gibi tipik faşist oluşumların da yaratılması, alenî teröre dayalı bir baskı rejimi kurulması.

Türk toplumu, bunu önleyebilecek, sağlam bir toplumsal muhalefet hareketi oluşturabilmiş değil. Buradan çıkış için, şimdiye kadarki kamplaşmayı geçersiz kılacak, kampları bozup yeniden başka türlü kuracak geniş ve demokratik bir perspektif gerekli. Oysa toplumsal muhalefetin bir bölümü alenen, bir bölümü gizliden faşizan. Siyasî muhalefetin bir bölümü düpedüz faşist. Oluşturulabildiği kadarıyla demokratik toplumsal muhalefet, ancak Kürt hareketi ile birleştiğinde bir güç haline gelebiliyor. Onun da bir kısmı, bu durumdan feci rahatsız!

Kürt hareketi, kendi içindeki homurtulara rağmen, “Türkiyelileşme” diye bir çizgi benimsedi ve etnik aidiyetten filan bağımsız olarak herkesin kabul edebileceği bir demokratik program ortaya koydu; Kürt olmayan birçok insanı, çevreyi de bünyesine kattı, bu şekilde seçime giriyor.

Ve trajik bir tesadüf sonucu, bu hareketin elde edeceği başarı, seçimin sonucu açısından tek belirleyici etken haline geldi. HDP'nin barajı geçmesi-geçmemesi, TC tarihinin bu en kritik seçiminin yaratacağı tabloyu altüst edebilecek tek değişken.

Böyle bir durumda, birileri hâlâ Kürtlerden hesap sorma, onlara ayar verme modunda. (Oya Abla'nın ilgili yazısını lütfen okuyun.) Yapılan, bir siyasî eleştiri veya tartışarak yön verme gayreti değil. Birkaç kompleks birarada, bunların ürünü (burada yalnız birini konu ediyorum).

Şu ana kadar HDP, Türkiye'nin -Kürt illeri hariç- her yerinde -120'yi aşkın- saldırıya uğradı. Bunların önemli bölümü, tipik, devlet gözetimindeki denetimli saldırılardı. Bir bölümü, doğrudan doğruya, yöneticilerin, hükümet veya AKP mensuplarının veya bizzat liderlerinin kışkırtmalarının sonucuydu. İkisi de, basbayağı bomba düzenekli derin devlet işiydi. Ayrımları bir yana bırakalım, sonuçta saldırılarla HDP'ye (mâlûm jargonla “Kürtler”e) söylenmek istenen açık: Sizi burada istemiyoruz!

Bu durumda, “Kürtler”in nerede olduğunu çok merak edenlere düşen tek bir tepki olabilirdi: Sokaklara dökülmek, “madem buraya gelmek, burada siyaset yapmak istiyorlar, kovamazsınız, kovdurtmayız!” demek. Böyle bir kitlesel eylemlilik görmedik. Bombalı saldırı günü İstanbul/Beyoğlu'nda yapılan protesto yürüyüşü gibi istisnalar pek nadir.

Demek ki Kürtler “neredesiniz?” sorusuna ilk olarak, “valla geleceğiz ama saldırıyorlar” diye cevap verebilirler.

İkincisi daha kanırtıcı.

Sanırım iki ayı buldu, izlemeye çalışıyorum: Kürt illerine hemen her gün en az iki-üç, bazen yedi-sekiz cenaze geliyor. Bazen fotoğraflarını yayımlıyorlar ölenlerin. Çoğu gencecik kızlar oğlanlar. Gözyaşı dökmeden bakması zor, yüzlerine. Erkencecik ölüvermişler.

Demek ki Kürtler, o soruya, “cenazedeyiz” cevabını da verebilirler.

“Toprağın altındayız...”, mümkün olmayacağına göre...

Sürekli saldırıya uğruyorlar, büroları yakılıyor, bayrakları yırtılıyor, partililer ve gönüllüler yaralanıyor, seçim çalışmaları baltalanıyor; sürekli hakarete uğruyorlar, Roboski'nin az ötesine “kendi savaş uçağımızı yapıyoruz” diye afişler asılıyor; sürekli tehdit altındalar, “Çözüm Süreci bitti-biter” ahkâmlarının, “sizi yine öldürür, yol kenarlarına atarız” anlamına geldiğini herkes biliyor.

Her gün çocukları IŞİD'le savaşırken ölen; her hanesinden, devletçe öldürülmüş, işkence edilmiş, gözaltında kaybedilmiş, hapse atılmış en az bir insanın çıkacağı; sadece Türk devletinin zulmetmediği, Türk toplumunun da, çektiği bütün eza cefaya, uğradığı bütün zulme kayıtsız kaldığı birilerinden bahsediyoruz, “Kürtler” derken. Neredeler? On iki yaşındayken on üç kurşunla vuruldular, bahçede yatıyorlar. Uğur neredeydi? Neredesin Ceylan? Anamın kucağındayım, yalnız parça parçayım, cevap veremiyorum.

Üstelik şu mahut soruyu soranlar, hesapta bu zulümleri onaylamayanlar.

Bu, küstahlık. Ve çok ayıp. Tam da karşımızdaki pişkin siyasî kadro ve özellikle onun propaganda aygıtındaki yüzsüzlere yakışacak cinsten bir davranış.

“Kürtler”e karşı pek doğalmış, hakmış gibi takınılan tavır, siyasî eleştiri falan değildir. “Kürt siyasî hareketi”nin eleştirilecek birçok işi oldu, olur; bundan bahsetmiyoruz, sanırım -umarım- bellidir.

İnsanlar saldırı altındaysa ve evlerine her gün cenaze geliyorsa, en azından ses tonunu buna hürmeten bir ayarlarsın.

Hele acılarını paylaşmak şöyle dursun, bir taziyenin bile icabını, kıymetini anlayamamış biriysen.