Radikal, 02.04.2015
Korkunç bir günün ardından, elektriğin nasıl olup da neredeyse bütün Türkiye’de birden kesilebildiği üzerine akıllar fikirler yürütülmesi -yani aslında hiçbir şey bilmeden köşeyazarına yakışır şekilde atıp tutmak- veya Adliye’deki feci olay hakkında konuşulması beklenir.
Bunları yapamayacağım.
Çünkü Türkiye, ne DHKP-C flamalı-maskeli iki eylemcinin savcıyı rehine alıp başına silah dayamasını ne de polisin odadaki herkesi öldürerek yeni destan yazmasını çeşitli açılardan ele alıp tartışmaya elveren bir zihinsel, ruhsal ve ahlâkî ortama sahip.
Sadece birkaç sözle yetineceğim.
Şahsen, hedefi, zamanlaması, meşruiyeti kendinden menkûl bireysel silahlı eylemlerle daha iyi, insanca bir toplumsal hayata ulaşılabileceğine inanmıyorum. “Silahlı propaganda”nın demokrasi ve özgürlük mücadelesi verilen toplumsal ortamla herhangi bir ilişkisinin olabileceğine inanmıyorum. Hele rehine eylemlerinin, “silahlı propaganda” denen şeyin esasına bile aykırı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, bu olaydaki örgütün adının karıştığı bir dizi başka olay, zihinlerde pek çok soru işaretinin doğmasına yolaçtı. Ne yazık ki bunları konuşabilecek bilgiye de açıkyürekliliğe de sahip değiliz.
Bu düşüncelerim, Adliye'nin ufak bir odasında can veren iki genç için üzülmemi engellemiyor.
Aynı üzüntüyü hayatını kaybeden savcı için de duyuyorum. O mudur devletin onca korkunç işinin sorumlusu?
Bu da, odadaki üç kişinin de polis tarafından vurulmuş olduğunu düşünmemi engellemiyor. Daha önce benzer durumlarda “devlet”in nasıl davrandığını biliyoruz. Olayın ardından sergilenen “devlete kalkan el kırılır” büyüklenmesi zaten neyin ne olduğunu ortaya koyuyor. Bu bir yana, şu anda yönetenler açısından en şahane durumun, sonradan işin ötesini berisini öğrenmemize yolaçabilecek eylemcilerin derhal ortadan kaldırılması, “savcıyı öldüren teröristler” hikâyesinin ballandırılması olduğu açık. Bizim devletimiz, öyle savcısını sakınacak, esirgeyecek bir yapı değildir.
HDP Merkez Yürütme Kurulu’nun, şimdiye kadar böyle durumlarda herhangi bir siyasî partiden duyduğumuz en mâkûl ve düşünceli beyan olan açıklaması benim de duygu ve düşüncelerime tercüman oluyor; ciddî bir siyasî olgunluk göstergesi olan bu açıklamayı kaleme alanları tebrik ediyor ve metni aktarıyorum:
"İstanbul Adliyesi’nde gerçekleştirilen eylemin sonuçlarından derin üzüntü duyduğumuzu belirtir, savcı Mehmet Selim Kiraz'ın ve operasyonda öldürülen Şafak Yayla ve Bahtiyar Doğruyol'un ailelerine sabır ve başsağlığı dileklerimizi sunarız. Bu vahim ve acı olayın bütün detaylarının dikkatlice araştırılmasını ve sonuçlarının kamuoyuyla paylaşılmasını bekliyoruz. Operasyon sonucunda savcı Mehmet Selim Kiraz dahil üç cenazenin adliyeden çıkmış olmasını 'başarı' olarak sunanları şaşkınlıkla karşıladığımızı ifade etmek istiyoruz. Tekrar yaşamını yitirenlere rahmet, ailelerine ve yakınlarına sabır ve başsağlığı dileklerimizi iletiyoruz.”
STRATEJİK DERİNLİK’LE DİPLERE DOĞRU...
Belki inanmayacaksınız, bizden çok daha kötü durumda olanlar var. Genel olarak, Afrika'nın tamamı, neredeyse. Sırf güncel olana baksak bile: İçsavaşın eşiğindeki Ruanda, Boko Haram'ın şu ana kadar yedi bin insanı öldürdüğü, yeni yapılan seçimle eski askerî diktatörün eline düşecek olan Nijerya, iki ayrı silahlı gücün şehirlerini yaşanamaz hale getirme yarışına girdiği Libya... Ortadoğu’ya mı dönsek? Susuz, elektriksiz, bombalı, hastalıklı, ölümlü, yeni bir Halep olmaya aday İdlib’de şeriat düzeni kurma çalışmaları nasıl gidiyor, Esad burayı hangi cins bombalarla yerle yeksan edecek, bunlara mı baksak?
En güncel felaketimiz Yemen; oraya bakalım. Hem böylece “Stratejik Derinlik”in Türkiye'yi sürükleyeceği yeni yollara dair de yeni fikirlerimiz olur.
Suudi kraliyet ailesinin isteği üzerine bombalanan hedeflerin sadece askerî tesisler olduğu, harekâtta Husiler ile müttefikleri eski başkan Ali Abdullah Salih'in elindeki savaş uçakları, askerî havaalanları, füze rampaları ve cephaneliklerin vurulduğu, Yemen'e karşı sürdürülen operasyonun halkla ilişkiler faaliyetinde kullanılan temel motif, biliyorsunuz. Ve tabiî, George W. Bush'un meşhur “Saddam’ın kitle imha silahları” yalanı gibi bu da yalan. Son olarak, Yemen’in başkenti Sana’da 800 bin kişiye su sağlayan bir su deposu ve bir mandıra vuruldu. Mandırada yaklaşık 40 kişi öldü. Şu ana kadar bombardımanlarda can veren çocuk sayısı hakkında UNICEF’in verdiği rakam, 62 (altmış iki)! Otuz çocuk da yaralı. Bunlar, güya sivil hedeflerin sakınıldığı harekâtın sonuçları! UNICEF ayrıca, çocukların silahlandırılıp asker edilmesi tehlikesine de dikkat çekiyor. Bu arada, ülkenin güneyinden de Husiler ile Salih’in askerlerinin sivillere karşı suçlar işlediklerine dair iddialar yükseliyor.
Az ötede Suudi prensleri âlem yaparken Yemen’de bunlar oluyor.
Yemen meselesi niyeyse buraya pek uzak gibi görünüyor. Oysa Yemenlilerin gözünde Türk hükümeti, anlaşılan, o kadar uzakta değil. Ülkelerini karıştıran dış güçler arasında Türkiye'yi de gören Yemenlilerin varolduğunu -azıcık da şaşkınlıkla- tesbit ediyoruz. (Şuna bakabilirsiniz: "Yemenli'nin gözünde".) Şaşkınlıkla, çünkü “bisküvi kutularından çıkan Türk malı silahlar”la ilgili haberler zamanında pek ilgimizi çekmemiş.
Mesele sadece bazı Yemenli yurttaşların isabetli-isabetsiz iddialarıyla sınırlı olsaydı, büyüyen bir tehlikeden sözedemeyebilirdik. Ancak, altı çürük, içi kof, ambalajı parlak, takdimi muhteşem Stratejik Derinlik doktriniyle düşülecek durumları sanırım daha yeni yaşamaya başladık.
Zira Sünnilik üzerinden ağabeyi-lideri olunacağı iddia edilen Arap Birliği ile ilişkiler gerildikçe geriliyor. Arap Birliği Genel Sekreteri, Nebil El Arabi, 26 Mart'taki Şarm El Şeyh zirvesinden üç gün sonra, Türkiye’yi İran ve İsrail ile aynı torbaya sokup suçladı. El Arabi önce, “bölgedeki sorunların önemli bölümünün dış müdahaleden kaynaklandığını” söyledi; “İran, İsrail ve Türkiye gibi bazı ülkelerin Arap bölgesine müdahaleleriyle bölgedeki sorunları körüklemeyi hedefledikleri” iddiasını da bunun arkasına taktı.
Bu herhalde Türkiye'nin Arap Birliği’nden işittiği işiteceği en ağır laflardandır: Türkiye hem kışkırtıcılıkla suçlanıyor hem de hareketleri alenen “dış müdahale” sayılıyordu.
Ankara suçlamaya-dışlanmaya derhal tepki gösterdi, Dışişleri Sözcüsü Tanju Bilgiç, Arap Birliği’nin Ankara temsilcisi Büyükelçi Muhammed El Fatah Naciri’yi bakanlığa çağırıp bu beyanı “kabul edilemez” bulduklarını -kendi ifadesine göre “sert biçimde”- bildirdi.
Karşılıklı restleşmeye götürebilecek, bu kadar önemli bir gerilim başlangıcı, doğru dürüst ele alınmaya, mevzu edilmeye değer bulunmadı, memleketimizde. Oysa Türkiye'nin Ortadoğu'daki vaziyeti bir süre sonra içerideki pek çok meselenin de kaynağı, eşlikçisi, körükleyicisi, büyütücüsü, yayıcısı olacak, üstelik şu anda varolmayan ilave sorunlara sahip olacağız. (Bu yolda bir gösterge, elçiye “sert biçimde” ne denirse densin, Ankara’nın, Suudiler öncülüğünde bir anda toplaşıveren Arap koalisyonunun Yemen harekâtına arkadan nefes nefese koşarak yetişmeye çalışması.)
Türkiye’nin seküler toplumu burada minik Londra'lar, Paris'ler oluşturup -veya olabildiği kadar oralara kaçıp kaçıp- Suriye'den, Yemen'den uzak yaşayabileceğini sanıyor olabilir. “Ortadoğu bataklığına” saplanmamanın mümkün olduğuna hâlâ inananlar varolabilir. Ancak gerçekliğimizin artık bunlarla uzaktan yakından ilgisi olamaz. Ortadoğu'yu, Ahmet Davutoğlu'nun destansı anlatımlarına kanarak, serin avlularında oturulup hep birlikte dua edilen camilerden ibaret, ulvî bir ortam sanan öbür toplum da yanılsama içinde. DAİŞ'li hayat bugünkü rahatlarını bozacaktır.
“Giden gelmiyor, acep ne iştir”le yıllarca iç çektik yalandan. Ne işmiş, göreceğiz.